Mainz; 01.07.2010

Ülkemizde cari olan sistemin adı „demokrasi“ olmakla birlikte mevcut sistemin bize özgü bir yönetim biçimi olduğunu artık herkes gördü. Bu garip sistemde muazzam bir „sahiplik“ anlayışı hakimdir. Yani bu ülkenin bir gerçek sahipleri ve bir de emanet halkı bulunmaktadır. Demokrasi diye adlandırılmakta olan yönetim biçiminin ne teorik tanımlamalarına ve ne de felsefi arka planına girecek değiliz. Ancak demokrasi denildiğinde hemen herkesin aklına “hür ve serbest” seçimlerin geldiğini hatırlatmalıyız.Bu durumda ülkemizde hür ve serbest seçimlerin yapılmakta olduğu ileri sürülebilir. Hatta 2007 seçimlerini dikkate aldığımızda ülkemizde seçimlere gösterilen rağbetin oldukça yüksek düzeylerde seyrettiğini söyleyerek bundan bir iftihar vesilesi bile çıkarabiliriz. Vakıà ki bu gerekçelerin tamamı doğrudur. Ancak ülke insanının kendisini yönetmek  üzere seçerek Meclise gönderdiği vekillerin yani parlementonun ülkeyi yönetebilmek için sahip olduğu yetki acaba ülkeyi yönetebilmesi için yeterli bir yetki midir? Yani Türkiye`de “iktidar” olmak “muktedir” olmak anlamına gelmekte midir? İşte sorulması gereken can alıcı soru budur.

Sponsor Bağlantılar

1961 Anayasası ile ilk defa Anayasa metnine giren “Kuvvetler Ayrılığı” prensibine göre Yasama, Yürütme ve Yargı birbirlerinden bağımsız üç ayrı güç olarak ülkeyi yönetecekler. Yasama meclisini doğrudan halkımız seçtiği için ve yürütmenin de yasama meclisi içinden çıktığını düşündüğümüzde her ikisinin de millet adına hareket ettiğini ve milletin bu yönetimi beğenmediği zaman değiştirme hakkına sahip olduğunu biliyoruz. Yargı denen ve adalet dağıtmakla yükümlü olan bu kurum da kararlarını millet adına vermektedir. Ancak milletimizin o kararları beğenmemesi halinde yapabileceği hiç bir şey yoktur. Yani bugün yargı milletin aleyhine ne kadar karar verirse versin(Ki mebzul miktarda bulunur…) millet bunları sineye çekmek zorundadır.

Ne zaman siyaset kurumu ülkemizde bir yenilik ve değişiklik için bir atılıma girişse karşısına hemen mevzuat hazretleri denen o menem “statüko” dikiliveriyor. Bunun adına “oligarşik bürokrasi”, “askeri vesayet” yahut “yargısal vesayet” denmesi bir şeyi değiştirmez. Esas itibariyle yukarıda deyindiğimiz üzere kabaca bu ülkenin bir gerçek! sahipleri ve bir de emaneten siyasetçileri vardır.

– Milli Eğitim Bakanlığı okullarla ilgili bir karar alıyor ancak danıştay hemen iptal ediyor.

– Bir belediye bilet fiyatları konusunda meclis kararı alıyor ancak danıştay hemen iptal ediyor.

– Hükumet bedelli askerlik için kanun çıkarmak istiyor ancak kerameti kendinden menkul Genel Kurmay karşı çıkıyor.

– Yüksek Öğretim Kurumu öğrenciler arasında eşitlik olsun diye eşit bile sayamayan bir karar alıyor ancak danıştay yine devrede ve yine iptal.

– Özelleştirme idaresi zarar eden bir kurumu özelleştirmek için ihale yapıyor ancak danıştay hemen iptal ediyor.

– Meclis 411 oy ile bir yasa çıkartıyor ancak Anayasa Mahkemesi hemen iptal ediyor.

– Meclis anayasa değişikliği için halka gitmek istiyor ancak yüksek mahkeme onun yolunu da kapatmak için harıl harıl çalışıyor.

– Bu listeyi uzatmak mümkün ancak buna gerek yok. Şimdi de ülkede iktidar olanların neden muktedir olmadıklarını yada olamadıklarını kısaca örneklendirelim:

– Adalet Bakanı  bütün adli işleyişten sorumlu olmasına rağmen 5 kişilik al takke ver külah yöntemi ile oluşmuş olan kurul istediği hakimleri istediği yere atamakta ve hiç kimseye hesap verme gibi bir mükellefiyeti bulunmamaktadır.

– Enerji Bakanı ülkenin bütün enerji politiklarını yürütmekle sorumludur ancak elektrik ve doğal gazın fiyatına karışamaz.

– Milli Eğitim Bakanı okulları idare etmekle sorumludur ancak müfredatı belirleyemez.

Doğrusu bunları uzatmak mümkün ancak ben son olarak Savunma Bakanlığı için bir şey diyecektim ki bu bakanlığın ne işe yaradığına bir türlü akıl erdiremediğim için vazgeçtim. Sahi, Milli Savunma Bakanı ne iş yapar?

Biraz ağır kaçabilir ama ülkemizdeki demokrasi tam bir „davul-tokmak“ sarmalında yürüyen hem kör ve hem de topal bir demokrasidir. Statüko, siyaset kurumunu adeta bir emir eri yahutta  bir hizmetçi gibi kullanmak istemektedir. Eğer iktidarlar sadece kendilerine tanınmış olan ihale ve belli sayıda kontenjana razı olurlarsa ne ala… Ancak buna razı olmayan ve ülkeyi bizzatihi yönetmek isteyenler çıkarsa işte o zaman rejimin sigortaları  „statüko“ tarafından devreye sokulmaktadır.

Ak partinin statüko tarafından hedef alınması ve neye mal olursa olsun  iktidardan düşürülmesi için içerden ve dışardan bütün güçlerin seferber edilmiş olması  bu partinin ülkeyi yönetmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Kendisine ve milletine güvenen bu kadroların statükocuların uykularını kaçırdıkları gün gibi aşikar. Statüko bu yüzden meşru- gayri-meşru her yolu deneme kararlılığındadır. Statüko ve statükocuları merak eden kimsenin olduğunu düşünmüyorum. Zira bu memlekette artık herkes bunları çok iyi tanıyor. Ancak yine de bir ipucu vermek gerekirse  şöyle söylemek mümkündür.

Her kim ki söze „Kurucu irade“, Kuruluş felsefesi“, „Atatürkçü rejim“, „Anayasal düzen“ v.b beylik ifadelerle giriyorsa biliniz ki o kişi statükocunun danışkasıdır.

Milletimizin himmet ve gayretini dumura uğratmaktan başka hiç bir hedefi olmayan bu meşùm statükonun hak ile yeksan olması temennisiyle…

Baki Selam Ve Saygılarımla.

Ömer Erdem
MainZ/Almanya