Seni tanımaksızın düştük yollara. Kör vadilerde, yalancı sahralarda, vefasız diyarlarda düşe kalka yol aldıktan sonra, sonsuz ve hapseden bir dehlizin içinde mahkum kaldığımızı anladık. Susuz çöllerde bitap kalmış mecnun  gibi senin mutluluk vaha na kandık. Buz gibi akan ihanet kıvamında bade lerinden içtik. Sararmış solmuş, ruhları kurban edilmiş, el ele dolaşan insan müsvettelerine rastladık.

Sponsor Bağlantılar

Bunlara aşık denildiğini öğrendik ve senden korktuk. Sevdiğimize göstermek için geldiğimizi,  körelmiş nefsimizi, utangaç benliğimizi, isyankar arzularımızı meşale yapıp yaktık. Gırtlağımızdan son nefesimiz çıkana kadar bağırıyorduk. Etekleri dikenli, zirvesi karanlık beyaz bir dağa çarpıp geri geliyordu inançsız çığlıklarımız. Umutsuzca tekrar çıkıyorduk yola. Zirveye her yaklaştiğımızda aslında uzaklaştığımızı anlıyorduk. Her geri dönüşümüzde bir parçamızı kaybediyorduk. Sevgilinin silüeti yavaş yavaş görünmeye başlamıştı. Sıcak bir meltem bize onun vefasız kokusunu getiriyordu. Ama hala çok uzaktaydık, bilmediğimiz bir zamanda, feth edilemeyen bir mekanda ona ilerliyorduk bilinçsizce. Artık hataya yer yoktu. Her hata bir adım geriye gitmekti. Biz böylesine körü körüne ona hicret ederken peki o neden başımıza fırtınalar kopartıyordu, neden şimşeklerini üzerimize gönderiyordu. Anladık ki kıymetini bilelim, onu yeniden incitmeyelim, yeniden itmeyelim uçurumlara diye yapıyordu tüm bunlari. Haklıydı da aslında. Çünki karşısındaki onun değerli her şeyini tüketen, doyumsuz bir varlıktı. Ama ne yaparsa yapsın biz asla vazgeçmiyorduk. Çünki güneş tekrar sevgilinin güzel gözlerinden doğacak, bizi ısıtacak, tek bir hata da ise kavuracaktı. Bunu çok iyi biliyorduk.