Yazar: Rukiye Semra

II. Meşrutiyet Dönemi Yazar ve Romanları

a) Fecr-i Âti İçinde Ele Alınan Yazarlar ve Romanları Servet-i Fünûncuların Meşrutiyet’in ilan edilmesine rağmen hâlâ suskun kalmaları üzerine edebiyatta ses getirmek için yola çıkan Fecr-i Âticiler ne yazık ki, sonradan anılabilecek ne bir roman ne de romancı bırakabilmişlerdir. Sonraki dönemde Milli Edebiyat cereyanı içinde yer alan Yakup Kadri, Refik Halid gibi büyük nesir ustalarını saymazsak Fecr-i Âti içinde öne çıkan romancı hemen hemen hiç yoktur. Fecr-i Âti içinde adını zikredebileceğimiz iki romancı vardır: Cemil Süleyman Alyanakoğlu, İzzet Melih Devrim.Cemil Süleyman Alyanakoğlu (1886-1940): Fecr-i Âti içinde daha çok roman-hikâye alanında tanınan ve mesleği hekimlik olan Cemil Süleyman Balkan Savaşı’na katılmış ve görevli olarak Mısır, Suriye, Hicaz gibi birçok cepheye gönderilmiştir. Bu aralarda yazdığı hikâyelerle tanınmaya başlayan Cemil Süleyman, görevi nedeniyle İstanbul’dan uzak kalınca 1909-1913 yılları arasında edebiyatta edindiği yeri kaybetmeye başlamıştır. Okuma zevkini Edebiyat-ı Cedide’den alan edibin eserlerinde Mehmet Rauf ve Halit Ziya’nın etkisi vardır. 1909’da ilk hikâye kitabı “Timsal-i Aşk” yayınlanır. Eserlerinde mesleğinin etkisi görülen yazarın, hasta ve hastalık psikolojisini çok iyi işlediği görülür. Bu açıdan psikolojik tahlillerde başarılıdır. Kahramanları tek yönlü, iyi kişilerdir. Hastalık, aşk, sevgi, ölüm, yalnızlık, vefa, vefasızlık, fakirlik ve kıskançlık eserlerinin ana temasını oluşturur.1 (Çetişili vd., 2007: 505-506) Yazarın, 1912’de yayınlanan “Ukde” isimli ikinci hikâye kitabının dışında yayınlanan “İnhizam” (1911), “Siyah” Gözler” (1912), “Kadın Ruhu” (1914) isimli romanlarında teknik mükemmellik olmamakla birlikte psikolojik tahliller başarılıdır. (Akyüz, 1995: 161) İzzet Melih Devrim (1887-1966): Doğduğu Girid’ten,...

Devamını Oku

Ölüme Adım Adım

Madden ölmek alın yazısı, mecburiyet ve kaderManen ölmekse o var ya o daha beterKahretmek bazen dünyaya, insanlara ve hayataYok etmek tüm umutları, hayalleri kahrolurcasına Sonra, biten ümitlerini düşünmek, geriye dönüp bir günNe idim, ne oldum demek, dün ve bugün Hayatı sana zindan edenlerin mutluluğunu kıskanmakOnlar güldükçe ağlamak ve bir daha kahrolmak Yaşarken ölmek belki bu, diri diri gömülmekSuç benimdi demek ve dönmezcesine gitmek Ömrünce tutsak yaşamak, emir almak ve uygulamakBu uğurda en yakın dostunu bile harcamak Yaşarken ölmek zor mu, haksız mıyım?Ve ben hâlâ sizce sizce insan mıyım? Gerçekler mi acı yoksa acıların gerçek olma mecburiyeti mi var?Kötüler mi çok yoksa iyilere dünya mı dar?   SEMRA...

Devamını Oku

Marşımız İstiklâl

Düşmana boyun eğecekti milletDiyecekti kaderimiz esaretÖyle bir zaman geldi ki nihayetİstiklâl doğru bakışımız oldu.Çanakkale, Dumlupınar her yerdeSavaştı millet Ayşe’den Mehmed’eAkılda tek hedef, gözler ilerdeİstiklâl gür haykırışımız oldu. Düşmanlar bir bir temizlendi yurttanŞehit kanıyla sulandı bu vatanAna rahmine düşer gibi ilk can İstiklâl tekrar doğuşumuz oldu. Unutmadık, unutmayız tarihiBizans’ı yok eden Sultan Fatih’i Ve bu silkiniş uyandırdı biziİstiklâl asla dönüşümüz oldu. Bu destanı biri yazmalı dedikGörevi üstadım Akif’e verdikÖyle bir coştu ki gönülden sevdik Ve İstiklâl bizim MARŞIMIZ oldu. Semra...

Devamını Oku

II. Meşrutiyet Dönemi Şiirimiz ve Şiir Kitapları

GİRİŞ Her açıdan büyük bir kargaşanın, karışıklığın yaşandığı II. Meşrutiyet (1908-1923) dönemi edebî açıdan da o güne kadar görülmemiş bir hareketliliğin yaşandığı dönem olarak edebiyat tarihlerinde yerini alır.Bu karışıklık ve hareketliliğin en yoğun olarak tezahür ettiği edebî tür ise “şiir”dir. Fecr-i Âti ve Milli Edebiyat cereyanlarının etkinliği yanında Nâyilik ve Nev-Yunânîlik gibi farklı şiir hareketleri de bu dönemde “milli” bir şiir oluşturma çabalarının örnekleridir. Fecr-i Âti’nin dağılmasının hemen ardından ve önce “dil”de millileşme çabasıyla başlayan Milli Edebiyat cereyanı 1914’ten sonra şiir alanında da aynı amaçla çalışmalara başlar. Fakat bu, aynı zamanda büyük tartışmaların da başlangıcı olur. Ziyâ Gökâlp “hece” ile şiir yazılması için ciddi şekilde çalışır. Bir taraftan kendisi bu tür şiirler yazan edip diğer taraftan da genç şairleri bu yönde etkilemeye başlar. Bir yanda böyle bir cephe oluşurken diğer yanda “şiir şekilden ibaret değil” diyen ve şiirlerini “aruz”la yazmakta ısrar eden şairlerden oluşan başka bir cephe de dikkat çekmeye başlar. Mehmet Âkif, Yahyâ Kemâl, Ahmet Hâşim, Cenap Şehâbeddin gibi büyük şahsiyetler bu isimlerdendir. Tartışmalar şekille sınırlı kalmıyor “millilik” anlayışında da sorunlar yaşanıyordu. Milli olmayı dille sınırlayanlar, “esas millilik Osmanlıya dönüştür” diyenler, daha ileri gidip bunu Yunus Emre, Mevlana gibi isimlerin eserlerindeki mistik duygularda arayanlar karmaşanın oluşmasına etki eden gruplardan bazılarını oluşturuyorlardı. İşte böylesine karışık ve hareketli bir dönemde şiir, çeşitli merhalelerden geçecek ve Türk şiiri, belki de en verimli dönemini yaşamış olacaktı. * II. MEŞRUTİYET’E KADARKİ DÖNEMDE TÜRK...

Devamını Oku

Şiirde Yeni Bir Anlayış: “Milli Edebiyat”

Milli Edebiyat’ı, kendinden önceki ve belki kendinden sonraki edebi topluluklardan ayıran en büyük özellik, ilk başta bir “dil” hareketi olarak ortaya çıkmasıdır. Dönemin siyasi durumunun da etkisiyle bir “milli şuur” ortaya çıkmış, bu ilk olarak dili millileştirme eğilimiyle kendini göstermiştir.Ziyâ Gökâlp ve Ömer Seyfettin gibi önemli ediplerin başını çektiği bu anlayış Fecr-i Âti’nin dağılması üzerine ve hatta Fecr-i Âti’nin ferdiyetçi bakışına bir tepki olarak 1915 sonrası şiirde de bu yönde bir gayret başlatmıştır. Dil hareketi ile başlayan bu akımın şiire getireceği ilk yenilik elbette dilde sadeleşme olacaktı. O zamana kadar Halk şiiri ve Tekke şiirinde var olan “hece” vezni artık aydınların da rağbet gösterdiği bir vezin olmalıydı. Türkiye Türkçesine uygun olmadığı düşünülen “aruz” ise şiirimizden uzaklaştırılmalıydı. İşte, genç şairler tarafından şiirin millileştirilmesi bu şekilde algılanmış, bu fikri ortaya atanların asıl amaçları yolundan, neredeyse, sapmıştı. 1. Millileşme Çabasının Şiire Yansıması Önce bir dil hareketi olarak ortaya çıkan Milli Edebiyat’ta, şiir dilinde değişikliğe gidilmesi kaçınılmazdı. Ziyâ Gökâlp ve Ömer Seyfettin’in önderliğini yaptığı “yeni lisan” yanlıları dilimizdeki Acem ve Arap etkisinin azaltılması, şiirlerimizin sâfî Türkçe ile yazılması gerektiğini söylüyorlardı. Ziyâ Gökâlp önce kendisi bu yönde eserler vermeye başlıyor, sonra da genç şairleri bu yönde hareket etmeleri noktasında uyarıyordu. “Güzel dil Türkçe bize,Başka dil gece bize.İstanbul konuşmasıEn saf, en ince bize. Lisanda sayılır özHerkesin bildiği söz.Mânâsı anlaşılanLûgate atmadan göz. Uydurma söz yapmayız,Yapma yola sapmayız,Türkçeleşmiş Türkçedir;Eski köke tapmayız. Açık sözle kalmalı,Fikre ışık salmalı;Müteradif sözlerdenTürkçesini...

Devamını Oku

Şiirde Yeni Dönem: “Fecr-i Âti”

II. Meşrutiyet’in ilanından, daha doğru bir ifadeyle, Kânûn-i Esâsî’nin yürürlüğe girmesiyle Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesinden sonra bir kısım şiir sevenler Edebiyât-ı Cedide şairlerinin sessizliğine bir tepki olarak yeni bir anlayış ortaya koyarlar.Beyannâmelerinde kendilerini Fecr-i Âti olarak adlandıran ve içinde Edebiyât-ı Cedide şairlerinden Celâl Sâhir ve dönemin genç şairleri Ahmet Hâşim, Fuad Köprülü gibi isimlerin de bulunduğu bu topluluk, asıl çıkışın Edebiyat-ı Cedide şairlerince yapılması gerektiğini fakat onlardan bir hamle gelmeyince buna mecbur kaldıklarını ifade ederler. Bu konuyla ilgili olarak Nihad Sami Banarlı’nın Fuad Köprülü’den aktardığı ve edibin Servet-i Fünun dergisinde yayınlanan makalesindeki şu ifadeler Fecr-i Âti’nin çıkışını açıklar niteliktedir: “Düşünülmelidir ki, Edebiyât-ı Cedide’den sonra hürriyet ilan edilmiş ve yeni sanat eserlerinin meydana gelmesini icap ettirecek şartlar ve sebepler hasıl olmuştur. İlk nazarda bu yeni şartlar dahilinde yapılacak yeni edebi hareketlerin Edebiyât-ı Cedide üstadları tarafından yapılması lazım geldiği akla geliyorsa da, işte onlar, hürriyetin ilanından beri susuyorlar. … Biz onların artık bir hareket yapmak durumunda olmadıklarına kâani olarak yeni hareketin nesl-i âhir tarafından yapılması gerektiğine inandık. … Bu yeni edebiyatı vücuda getireceklerin kalemleri hiç şüphesiz ki, eski neslin miraslarına sahiptir. Ancak, bazılarının söylediği gibi nesl-i âhir eski neslin istihâlesi değildir. Ve mutlaka değişmiş bir tarafı vardır.” (Banarlı, 1971: 1094-1095) Sonraları eskinin devamı olmakla ve Servet-i Fünûnculardan farklı bir şey yapmamakla suçlanacak olan bu –büyük oranda- şiir topluluğu Fuad Köprülü’nün dediği gibi bir değişiklik yapabilecek miydi? İşte bu soruya cevap olması...

Devamını Oku

II. Meşrutiyet’e Kadarki Dönemde Türk Şiiri

Türk edebiyatında edebî toplulukların veya edebî faaliyetlerin başarısı/etkisi genellikle “şiir”le ölçülmüştür. Hatta denilebilir ki, Türk toplumunda edebiyat denilince akla ilk, manzum eserler gelir.İşte toplumumuzda edebî anlamda böylesi bir öneme haiz olan şiir, II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar türlü merhalelerden geçmiş, türlü tartışmaların odak noktası olmuştur. Saray ve çevresindeki aydınlar arasında, İran ve Arap edebiyatlarının ciddi etkisiyle, teşekkül eden Divan şiiri ve 17. yüzyıl sonlarına doğru başlayan mahallileşme hareketi sonucu tekrardan gün yüzüne çıkan, eski önemine yaklaşan Halk şiiri arasındaki ilişki, bu merhalelerin ilki sayılabilir. 17. yüzyıla kadar şiir, aruz vezni ile yazılan, Arapça ve Farsça terkiplerin hâkim olduğu ve ancak yüksek zümrenin anlayabildiği bir edebi türdü. Nedim’le başlayan mahallileşme hareketi ile yabancı etkilerden kurtarılmaya çalışılan şiirimiz, bu hareketin başarılı denebilecek sonuçları ve Halk şairine ve şiirine olan ilginin tekrar canlanması sayesinde 17. yüzyılı Halk şiirinin en parlak dönemi haline getirmiştir. Yine Tanzimat döneminde bir başka edebi çaba edebiyat tarihimizde yerini alır. Şinâsi, Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl’in başını çektiği bu hareket yeni bir şiir dili gayretine girer. Şinâsi’nin Avrupa dönüşünde başladığı “sâfî Türkçe” çabası, ne yazık ki, istediği başarıya ulaşamamıştır. “Eşek ile Tilki, “Arı ile Sivrisinek” gibi bazı manzumelerinde ve bazı müfred şiirlerinde konuşma diline yaklaşsa da ifadeyi kuruluktan kurtaramamıştır. “Koyamam kargayı bülbül yerineÇiçek açmış dikeni gül yerine” “Kişiye her işi a’la görünürKuzguna yavrusu anka görünür” (Akyüz, 1986: 20) Ziyâ Paşa yazdığı birkaç heceli şiirleri dışında eskiye bağlı kalmış,...

Devamını Oku

Ölüm Sebebi: Üç Harf Beş Nokta

– Ne oldu bize? Ne oldu ha!? Saatlerdir camın önünde dalgın dalgın etrafı seyreden Kalp birden, kendinden çıktığını fark etmediği bu sözlerle irkildi. Evet, ne olmuştu onlara? İki ay öncesine kadar birbirlerinden hiç ayrılmıyor, hayatı birlikte yaşıyorlardı. Peki ne yapmıştı da Gönül böyle yüz çevirmişti ondan. O an aklına iki ay önceki son görüşmeleri geldi:Her sabah olduğu gibi yine Gönül’ün kapısını çalmış, günlük sohbetlerini yapmaya gelmişti. Fakat kapı her zamankinden geç ve yavaş açıldı. Her seferinde büyük bir coşkuyla gülen gözlerle kapıyı açan Gönül değildi kapıdaki. Hayır! Bu o olamazdı. Evet, ona çok benziyordu ama o değildi. Şaşkınlıkla bir an durakalan Kalp: “Gönül ile görüşmek istiyorum” dedi. Aldığı cevap onu ikinci kez şaşkına çevirdi: “Benim, ne diyecektiniz?” “…” “Ne diyecektin, dedim. Sabah sabah önemli bir şey mi var?” Kalp söylenenleri duymuyor, duyduklarını ise anlamıyordu. Kendini zorlayarak tekrar, “Gönül? İyi misin.” dedi. Karşısında zorlanarak konuşan ve büyük şaşkınlık yaşayan Kalp’in aksine bu şaşkınlığa anlam veremeyen Gönül, gayet sakin bir tavırla “İyiyim, ne diyeceksen de artık, içeride misafirim var.” deyiverdi. Aldığı her cevapla şaşkınlığı daha da artan Kalp, misafir sözüne de hiçbir anlam veremedi. Zira yıllardır Gönül’ün tek ziyaretçisi kendisi idi. Zorlayarak kendini topladı ve misafirin kim olduğunu sordu. “Kim mi? Sana demiştim. Bir gün gelecek demiştim. Sonunda geldi.” Bir an şaşkınlığı korku ile karışık bambaşka duygulara dönüştü Kalp’in. Kekeledi…“Aşk ha! Ben… Rahatsız ettim galiba. Kusura bakma, iyi günler.” Sakin tavrı...

Devamını Oku

Unutamam

İstemiyorum zannetmeOlmuyor ki, unutamamEvlat deyip hiç söyletmeOlmuyor ki, unutamamZaman erir, ömür biterAşk bu, mezara da yeterTüm sebepler onda biterOlmuyor ki, unutamam Yıllar sinemi kanatırPas dediğin çok acıtırGönül uslanmaz âşıktırOlmuyor ki, unutamam Süt emerken akıl yoktuAna vardı, gönül toktuSevgin yılan olup soktuOlmuyor ki, unutamam Değişmek mümkün hayattaSevgi biter mi zamanlaBugün olmaz, yarın aslaOlmuyor ki, unutamam Bu düzenle gitmez gemiGelen aratır gideniBeni boşver, lakin seniOlmuyor ki, unutamam1                          Semra Demir 1 Abdurrahim Karakoç’un “Unutursun” isimli şiirine nazire olarak...

Devamını Oku

Biz Kaybettik Onlar Buldu, Keloğlan da Caillou Oldu

BİZ KAYBETTİK ONLAR BULDU, KELOĞLAN DA CAİLLOU OLDU! T.C. CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK HALKBİLİMİ ANA BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS ÖDEVİ HAZİRAN, 2011GİRİŞ İnsanoğlu kendini, hayatını tanımaya başladıktan ve bunu başardıktan sonra, serüvenini anlatmak için kimi yollara başvurmuştur. İnsanın kendini ifade etmek için başvurduğu bu yollar, yazılı hayata geçilene kadar, sözlü anlatımla yapılmış ve zamanla bu anlatımlar estetik bir kaygı ile gerçekleştirilmeye, kalıcı olması için edebi sanatlarla süslenmeye başlanmıştır (Ong 2007: 48-52). İnsanın kendini ifade etme yolları içinde en eskilerden1 olan masal, halk edebiyatının en çok araştırılan ve üzerinde en çok durulan türlerinden biri olmayı başarmıştır (Oğuz vd. 2006: 123). Bu geçmiş yani sözlü anlatım türlerinin en eskilerinden olma özelliği aynı zamanda masala farklı sorumluluk ve işlevler yüklemiştir. İnsanlar kimi zaman açıktan söyleyemediklerini sembollerle de olsa açığa vurmak amacıyla (Yavuz 2009: 17), kimi zaman toplum olmanın bir gereği olan sosyalleşme için bir araç olarak, kimi zaman da boş zamanı hoşça geçirebilmek için (Boyraz 2002: 249, Karatay 2007: 468) kullanmışlardır. Fakat masalın bir başka önemli yanı olan -ki, bu işlev zamanla birincil işlev haline gelecektir- eğitim özelliği fark edilmiştir. Masalda emredici bir ifadenin olmayışı, masalın inandırma kaygısı gütmeyişi ve hatta kendi içinde gerçek dışı olduğunun açıkça ifade edilişi onun, önyargısız olarak dinleyicisinin zihnine rahatça akmasını sağlar. Bu durum da dinleyicinin masal içindeki olumlu-olumsuz, iyi-kötü, doğru-yanlış, gibi birçok kavramı içselleştirmesine ve buna benzer olaylar karşısında kaldığında, kendiliğinden gerçekleşen süreç içinde...

Devamını Oku

Keloğlan’ı Tekrar Gündeme Getirmek İçin Yapılanlar

Keloğlan’ı tekrar günümüze taşımak adına geç kaldığımızı zaten söylemiştik. Fakat bu gecikmişliği yeni atılımlarla telafi yoluna gittiğimizi görerek umutlanıyoruz aslında. İlk olarak Keloğlan’ı sinema filmleriyle taşıdık teknoloji çağına. Yazık ki, bunu büyüklere hitap edecek şekilde ve üzerinde hiçbir yeniliğe gitmeden yaptık. Böyle olunca kısa sürede tüketim talebi azaldı.Aynı senaryo üzerinden onlarca film yapıldı fakat hemen hiçbirinde ambalaj değişikliğine gidilmedi ve sonuç halkbilimi açısından başarısızlıkla sonuçlandı diyebiliriz. 2000’li yılların başında yapılan bir sakız reklamıyla Keloğlan’ı yine televizyon ekranında gördük. Halkbilimcilerin değil ama reklamcıların ilgisini çekmeye başladı Keloğlan. Özellikle reklamcıların, insanların, içinde kendi değerlerinden bir şeyler bulduğu yapıtları daha çok tercih...

Devamını Oku

Günümüzün Masalları Olan Çizgi Filmlerde Millilik Neden Önemlidir?

Sözlü kültür ürünlerinin en önemlilerinden olan masallar, hoşça vakit geçirmeye vesile olma dışında birçok işleve sahiptir. Bunların bir millet için en önemlisi “kültür taşıyıcılığı” işlevidir. “Binbir Gece Masallarının Yeniden Yayınlanması Dolayısıyla” adlı çalışmasında Şeref Boyraz masalların, geçmişin değer yargılarının ve kültürel unsurlarının önemli bir taşıyıcısı olduğunu ifade ettikten sonra sözlerine şöyle devam eder: “Ignacz Kunos, masalları ‘her milletin ayine-i devranı’ olarak görmekte ve bu ‘ayineye bakacak olursak hem eskilerin ibadetlerini hem kadim vakitlerimizin ahlakını da görmüş oluruz’ demektedir.Kunos’un bu sözleri de, masalların, geçmişin düşünce sistemini, etik kurallarını, değer yargılarını ve diğer kültürel unsurlarını geleceğe taşıdığını vurgulamaktadır. Masallar, işte bu taşıyıcılığı sayesinde kültürde sürekliliğin sağlanmasına katıda bulunmaktadır. Kültürel sürekliliğin kesintiye uğramasının insan açısından doğuracağı sonuçları düşünecek olursak masalların değerini daha iyi anlamış oluruz” (Boyraz 2002: 249). Konuyla ilgili olarak Nilgün Çıplak da “V. Propp’un Masal Çözümleme Metodu” adlı makalesinde şu ifadelere yer verir: “Çeşitli özellikleriyle büyük küçük herkesin ilgisini çeken masalların, insanın ve toplumun anlaşılmasını sağlamada önemli bir rolü vardır. Şöyle ki, masal anlatıcısı, günümüz hikâye ve romanında olduğu gibi, maslın kişilerini bir düşünce ve duygu kalıbı olmaktan çıkararak, belirli bir zamana ve yere bağlı olmasa da az çok kültür birliği oluşturmuş bir ülke üzerinde yaşayan, bir ‘dünya görüşü’ne sahip insan tiplerini yansıtır. Bu bakımdan masalcı, sadece kişileri canlandırıp konuşturmakla kalmaz, kendi toplumunun dilini konuşturur, bu toplumun sevinç ve dertlerini, şakalarını çeşitli şekillerde dile getirir”1 (Çıplak 2005: 127). Yukarıdaki ifadelerden...

Devamını Oku

Caillou’nun Başarısındaki Sır

2007 yılında Samanyolu TV ve Yumurcak TV ile yayın hakkı anlaşmazı imzalayan Caillou dünyada yaklaşık 50 ülkeyi etkisi altına aldı. İnternet sitesi ayda bir milyondan fazla tıklanırken DVD satışı on milyonu, kitap satışı ise beş milyonu geçmiş durumda. Türkiye’de kazandığı başarı ise yazarını bile şaşırtmakta. Ona göre başarı aile kurumunun evrenselliğinden geliyor. Yazar şunları söylüyor: “Caillou sevginiz aile değerlerinizden geliyor. (…) Eğer Türkiye’nin başbakanı bile bunu konuşuyorsa1, tüm Türkiye bununla ilgili demektir. Bu da beni fazlasıyla mutlu eder. Bu güzel tepkileri aldıkça daha çok yazma, üretme isteğim uyanıyor” (http://www.degisenkocaeli.com/33708/Caillou-hep-kel-kalacak.html).Yazarının da ifade ettiği gibi Caillou’nun başarısı büyük ölçüde ailesiyle olan...

Devamını Oku

Neden Biz de Keloğlan’ı Bugünün Çocuklarının İlgisini Çekecek Şekilde Günümüze Taşıyamadık?

Her şeyden önce bu sorunun tek başına ciddi bir çalışma gerektirdiğini ifade ederek başlayalım. Zira bunu, böylesi küçük bir çalışmada tüm yönleriyle irdelemek pek mümkün değil. Fakat bununla birlikte hiç olmazsa ana hatlarıyla bu konuya değinmek zorunlu olacaktır.Doğuş zamanının tam olarak tespit edilemediği Keloğlan tipi birçok ülkede mevcut olan bir tiptir (Alangu2011: 191-192). Türkiye’de de oldukça yaygın olan bu tip Türk insanının ezilen, hor görülen ama zekâsıyla bu olumsuz tabloyu bertaraf eden yönünü temsil eder. Sözlü kültür ortamında birçok masalda tanıdığımız Keloğlan’ı görsel yayınlar ortaya çıktıktan sonra film kahramanı olarak görürüz. Tıpkı masallardaki gibi giyinen, anasıyla yalnız yaşayan, saf görünen ama kurnaz olan Keloğlan uzun bir süre bu sinema filmleriyle çıktı karşımıza. Bir dönem beğeni kazanan bu ürünün tüketimi zamanla azalmıştır. İşte bu noktada üreticilerin bu durumu fark etmeleri ve üretimde yeniliğe gitmeleri gerekirdi. Zira sözlü kültür ortamında ortaya çıkan ürünlerin sürekliliği tartışılmaz lakin bu sürekliliği sağlamak ancak ürünü dönemin hayat şartlarına uygun hale getirmekle mümkün olur.1 Keloğlan’ın sinema filmleri masal olarak dinlediklerimizden pek farklı değildir. Oysaki ilk zamanından bu yana Keloğlan’ın da hayatına yeni olgular, kavramlar girmiş olmalıydı. Bir taraftan dünyanın küreselleşerek küçüldüğünü söyleyip bir taraftan millilik kisvesi altında kültürel ürünlerimizde hiçbir değişikliğe gitmemek büyük bir çelişkidir. Konuyla ilgili şu ifade oldukça ilginç aslında: “Ama biz Keloğlan’ı günümüze taşıyamadık. Belki de asıl problem buydu. Caillou gibi bir kahraman yapamadık, o yüzden de çocuklar onu sevmedi. Keloğlan anaokuluna gidebilirdi....

Devamını Oku

Yabancı Dilimiz Türkçe

Bugünlerde, bulunduğum her ortamda duyduğum bir şey var: “İnsanın en az bir yabancı dili olmalı.” Günümüz dünyasında bu düşünceye katılmamak mümkün değil elbette. Hatta belki, biz üniversite öğrencileri için çok daha önemli bile. Hocalarımızdan, ailelerimizden bu yönde istekleri sıkça duyar olduk. Öyle ki ailelerimiz, bizim bu yönümüzle övünür ya da utanç duyar hale geldi.– Sizin çocuğun yabancı dili var mı?– Var ya! Maşallah ana dili gibi konuşuyor.– Peki ana dilini nasıl konuşuyor?– …? “Bu ne garip bir soru, ana dilini nasıl konuşuyor da ne demek yani? İşte senin benim gibi konuşuyor.” mu diyecektiniz yoksa? En iyisi ben cevap vereyim. Senin, benim gibi konuşamıyor. Evet, yazık ki ülkemizde gençliğin neredeyse yarıdan fazlası Türkçeyi konuşamıyor. Artık, telefonda “Ahmet ben!” diyen, tekrar arar mısınız deyince “Dönerim tabi.” diyerek cevap veren bir gençlik var ülkemizde. Sabah “Hello”, akşam “Bay”… Daha konuşmadaki bu sorunları çözememişken hatta tartışamamışken, bu illetin başka yerlere de bulaştığını gördük. Biri çıkıp “Aşık olsam, aşık olsam.” (“a” sesi kısa, “ı” sesi uzun olarak) diye inliyor. Kimse ona “Bu sesleniş kemik olmak için mi?” demiyor. Bir başkası da çıkıyor, “Chat Kapı” adında bir yer açıyor. “Galiba sohbet var burada.” deyip gidiyoruz. Kapı açılıyor, adam: “Çat Kapı’ya hoş geldiniz” diyor, biz anlamıyoruz! Artık sağınızda “fast food”, solunuzda “first class”… “Burası Türkiye mi?” diyesi geliyor insanın. Ne oldu bize? Dünyaya insanlık  öğreten kültürümüze, bunu herkese anlatan dilimize ne oldu? Dünyanın en büyük dilcileri...

Devamını Oku
  • 1
  • 2