Birinci Kısım

ÇalıkuşuKâmran ve İstanbul’dan ayrılan Feride, “yabancı bir şehirde yabancı bir otel odasında, sırf bitip tükenmeyecek gibi görünen bir gecenin yalnızlığına karşı koymak için” (s.7) hatıralarını yazmaktadır.

Sponsor Bağlantılar

Feride’nin hatırladığı ilk şey, iki buçuk yaşında iken Musul’da yaşadığı günlerdir. Annesi çok hasta olduğu için kendisine Fatma adında bir Arap kadını bakar. Fatma, Feride ile yakından ilgilenir. Feride dört yaşındayken Fatma evlenir.

Dadısından ayrıldığı için Feride çok üzülür, sesi kısılana kadar bağırır, çığlık atar, günlerce açlık grevi yapar. Feride’ye dadısının acısını, Hüseyin adındaki bir süvari neferi unutturur. Hüseyin, eğitim sırasında attan düşerek sakat kalmış bir askerdir. Feride’nin babası, bu askeri kendi evinde görevlendirir. Hüseyin, Feride ile sabah akşam yorulana kadar oynar, türlü yaramazlıklar yapar. Ahırdan at çalarak Feride’yi kırlarda dolaştırır. Feride’nin Hüseyin’le olan arkadaşlığı iki sene sürer.

Feride’nin babası Nizamettin Bey, bir süvari binbaşısıdır. Feride babasıyla ilgili olarak “Babam, bende biraz vahşi tabiatlı sert bir asker hatırası bırakmıştır.” (s.13) der. Evlendikleri yıl Diyarbakır’a gönderilen Nizamettin Bey, oradan Musul’a, Hanıkın’a, Bağdat’a, Kerbela’ya geçer. Feride’nin annesi hasta ve zayıf bir kadın olduğu için bitip tükenmez yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ateşine fazla dayanamaz.

Feride altı yaşındayken annesini kaybeder. Nizamettin Bey, Feride’yi babaannesinin yanına gönderir. Feride, İstanbul’a Hüseyin’le beraber gelir. Bu kılıksız Arap neferiyle yolculuk etmekten büyük zevk alır. Feride, Türkçe bilmediği için, vapurdayken insanların konuşmalarını anlamaz. Hüseyin, bahçede bahçıvan odasında kalır. Feride, Hüseyin’le olan çöldeki yaşamını burada da devam ettirir. Bir gün, büyükannesi sabaha karşı uyanıp da Feride’yi yatağında göremeyince çılgına döner. Bütün yalı ayağa kalkar. Ellerinde şamdan ve lâmbalarla Feride’yi ararlar. Onu, Arap neferin boynuna sımsıkı sarılarak uyumuş hâlde bulurlar. Feride, bu çok sevdiği çocukluk arkadaşından da bir süre sonra ayrılır. Hüseyin’i ayıplanacak bir vefasızlıkla zihninden silip atar. Bununla beraber Hüseyin’in Beyrut’tan gönderdiği hurmaları büyük bir keyifle yer.

Feride, yaptığı yaramazlıklarla büyükannesine rahatlık vermez.

Zavallı büyükannem şaşkına dönmüştü. Benimle başa çıkmak hakikaten imkânsızdı. Sabah karanlığında uyanır, gece yorgunluktan baygın düşünceye kadar gürültü ve yaramazlık ederdim. Sesim kesildiği vakit yalıyı âdeta telâş alırdı. Çünkü bu, benim ya bir yerimi keserek sessiz sedasız kanımı dindirmeye çalıştığıma, ya bir yerden düşerek acıdan bağırmamak için kıvrandığıma, yahut da sandalye ayaklarını testerelemek, minder örtülerini boyamak gibi muzır bir işle meşgul bulunduğuma delalet ederdi.

Bir gün kuşlara bez ve tahta parçalarıyla yuva yapmak için ağaçların tepesine çıkar, bir başka gün ocak bacasından taş atıp aşçıyı korkutmak için dam tepelerine tırmanırdım.

Yalıya ara sıra bir doktor gelip giderdi. Bir gün kapıda bu doktoru bekleyen boş arabaya atlayarak hayvanları kamçılamış, bir başka gün de kocaman bir çamaşır teknesini sürüye sürüye denize indirmiş, kendimi akıntıya salıvermiştim. Bilmem başkalarında da öyle midir? Bizim ailede öksüzlere el sürmek günah sayılırdı. (…)

Akrabalarımla bir türlü geçinemezdim. Yaşça kendimden çok büyük olan akraba çocuklarını bile yıldırmıştım. Binde bir içimde bir sevgi dalgası kabaracak olursa bu da ayrı bir felâketti. İnsan gibi sevmeyi, sevdiğini güzel güzel okşamayı öğrenmemiştim. Sevdiğim insanın üstüne bir canavar yavrusu gibi atılır, kulaklarını ısırır, yüzünü tırmalar, tartaklaya tartaklaya şaşkına çevirirdim. (s.17-18)

Feride, akraba çocukları arasında yalnız birine karşı çekingenlik duyar: Besime teyzesinin oğlu Kâmran. Kendisinden yaşça büyük olan Kâmran, uslu ve ağırbaşlıdır. Fakat Feride, onunla da kavga eder; bir kaya parçasını onun ayağına bırakır, sonrada yakalanmamak için ağaca tırmanır, ortalık kararıncaya kadar da bir kuş gibi orada tünemek zorunda kalır.

Feride, dokuz yaşında büyükannesini kaybeder. Dokuz yaşında bir kız çocuğunu peşine takıp dağ taş sürüklemek istemeyen Nizamettin Bey, onu teyzelerinin yanına da bırakmaya yanaşmaz. Feride’nin bir sığıntı konumuna düşmesinden korkar. En sonunda Feride’yi yatılı olarak Dam dö Sion adlı kız mektebine verir.

Çocukluğundan beri bir hayli hareketli ve yaramaz olan Feride’nin evdeki haşarılıkları okulda da devam eder. Kısa sürede Feride’nin adının “Çalıkuşu”na çıkması bu nedenledir.

Herkes gibi merdivenlerden inip çıkmak benim için değildi. Mutlaka bir köşeye sinerek arkadaşlarımın inmesini bekler, sonra ata biner gibi tırabzanın üzerine atlayarak kendimi yukarıdan aşağıya kapıp koyuverirdim. Yahut da ayaklarımı birbirine yapıştırarak zıplaya zıplaya basamakları atlardım.

Bahçede kuru bir ağaç vardı. Fırsat buldukça oraya tırmandığımı ve tehditlere kulak asmadan teneffüs sonuna kadar daldan dala atladığımı gören muallim, bir gün: “Bu çocuk, insan değil, çalıkuşu.” diye bağırmıştı.

İşte o günden sonra adım unutulmuş ve herkes beni “Çalıkuşu” diye çağırmaya başlamıştı.
Bilmem nasıl, sonradan bu isim, aile arasında aldı yürüdü ve Feride adı bayram elbiseleri gibi pek sayılı günlerde kullanılan resmî bir ad olarak kaldı. (s.20)

Feride, yaz tatillerini Besime teyzesinin Kozyatağı’ndaki köşkünde geçirir. Feride’yi köşkte en fazla ilgilendiren kişi, teyzesinin oğlu Kâmran’dır. Çocukça davranışlarından bir türlü vazgeçmeyen Feride, son derece uysal olan Kâmran’a sürekli saldırır. Feride, on beş yaşında koskoca bir kız olmasına rağmen içindeki çocuğa söz geçiremez.

Bu mevsimde kızlar ikişer, üçer kişilik gruplara ayrılır ve birbirlerine kenet gibi yapışırlardı.
Ben biçare, bahçede ve sınıfta tek başıma kalırdım. Arkadaşlarım bana karşı âdeta bir esrar kumkuması kesilirlerdi. Onlar, Sörlerden ziyade benden çekinirlerdi. Niçin mi diyeceksiniz? Çünkü gevezeydim, sakallı dayının dediği gibi, ağzımda bakla ıslanmazdı. Birinin mesalâ bir bahçe parmaklığı arasından bir komşu genciyle masum bir çiçek alışverişini duydum mu, bahçede âdeta tellâl çağırırdım. (…)

Hasılı arkadaşlarımın beni aralarına almamakta hakları vardı. Fakat herkesten ayrı kalmak, koskoca bir kız olduğum hâlde zevzek bir çocuk muamelesi görmek pek de hoş bir şey değildi.

Yaş on beşe gidiyordu. Aşağı yukarı annelerimizin gelin oldukları, büyükannelarimizin “Aman evde kalıyoruz!” diye telâşla Eyüp’teki Niyet Kuyusu’na koştukları yaş… (s.28-29)
Köşke gelen misafirler arasında Neriman adında, yirmi beş yaşlarında, genç ve güzel bir kadın da vardır. Feride, Kâmran’a olan yakın ilgisinden dolayı bu kadını kıskanır. Onun sık sık köşke gelmesini çekemez. Bir ağustos gecesi, Neriman’ın müzik notaları gibi hesaplı ve ahenkli kahkahaları sinirine dokunduğu için, bahçeye çıkar. Yaşlı bir çınarın yüksekçe bir dalına çıkarak oturur. Biraz süre sonra Kâmran, mesut dulla beraber ağacın altına gelir. Kâmran, Neriman’a sarılır ve onu öpmeye başlar. Gördükleri karşısında şaşkına dönen Feride, daha fazla dayanamaz ve kahkahayı patlatır. Neriman, hızla oradan uzaklaşır. Kâmran, gördüklerini kimseye söylememesi konusunda Feride’den söz alır. Bu olaydan sonra Neriman, bir daha köşkte görünmez.

Okulun ilk haftalarında öğretmenleriyle birlikte geziye çıkarlar. Feride, oyun esnasında ayağını burktuğu için, dönüşte arkadaşlarının biraz arkasında kalır.
Bu sırada arkadaşı Mişel, Feride’nin koluna girerek ona yürümesinde yardımcı olur. Konuşma sırasında Mişel’den, arkadaşlarının kendisi için “Sevgi işinde Çalıkuşu bir hakiki gourde (asmakabağı, sukabağı, balkabağı)’dur.” dediklerini öğrenir. Bu söz, Feride’nin onuruna dokunur. Bu durumdan kurtulmak için hemen bir yalan uydurur. Kendisinin, teyzesinin oğlu Kâmran’la aşk yaşadığını anlatır. Feride, o gece sabaha kadar ağlar.

Kâmran, sık sık okula Feride’yi ziyarete gelir, ona şekerler, kurabiyeler, pastalar getirir. Kâmran’ın okula gelmesi ve ona birtakım hediyeler getirmesi, Feride’nin arkadaşlarına söylediği yalanı sürdürmesine yardımcı olur. Feride, Kâmran’ın kendisi için geldiğine inanmaz, onun hâlâ Neriman’la ilişkisi olduğunu düşünür. Feride, içindeki bu kıskançlık ateşinin etkisiyle Kâmran’a karşı alaycı ve acımasız bir tutum takınır. Kendisini ziyarete gelen Kâmran’ın yanına gitmez. Onun gönderdiği hediyelere elini bile sürmeden arkadaşlarına dağıtır. Feride, eve çıktığı bir tatil gününde, bir misafirden Neriman’ın bir mühendisle evlendiğini ve beş altı aydır İzmir’de yaşadığını öğrenir.

Feride, o yaz Tekirdağ’a, Ayşe teyzesinin yanına gider. Burada teyzesinin kızı Müjgân’la güzel vakit geçirir. Feride, bir gün Müjgân’la birlikte deniz kenarında otururken, denizin ve ay ışığının yarattığı ruh hâliyle, okuldaki arkadaşlarını uydurma bir aşk masalıyla nasıl aldattığını anlatır. Bu masal kahramanının da Kâmran olduğunu ağzından kaçırıverir. Bunun üzerine Müjgân, “Zavallı Ferideciğim. Sen, Kâmran’ı sahiden seviyorsun.” (s.64) der. Feride, kalbinin kuytu bir köşesinde saklı duran, kendisine bile söylemekten çekindiği duyguların birdenbire gün ışığına çıktığını görünce şaşkına döner. Müjgân’ın üzerine atlayarak, sözünü geri almasını söyler. Müjgân sözünü geri alınca, Feride, kendisinin henüz bir çocuk olduğunu söyleyerek ağlamaya başlar. Feride sakinleşince Müjgân, sevmenin doğal bir şey olduğunu, Kâmran’ın da ona karşı ilgisiz olmadığını, ileride evlenip mutlu olabileceklerini söyler.

Bir gün sonra köşke Kâmran da gelir. Birlikte deniz kenarında dolaşırlarken Müjgân, Kâmran’a Feride’nin ona karşı olan ilgisinden bahseder. Kendisiyle ilgili konuştuklarını anlayan Feride, Kâmran’la yüz yüze gelmemek için mahcup ve heyecanlı bir şekilde koşarak eve gider. Odasına kapanıp uzun bir süre oradan çıkmamayı düşünür, fakat evin önünde salıncakta sallanan çocukları görünce bu fikrinden vazgeçer. Çocukların arasına karışarak bu utanç verici durumdan kurtulmayı düşünür. Fakat Kâmran, Müjgân’dan duyduğu güzel sözlerin tesiriyle ceketini çıkarır ve Feride’yle sallanmaya başlar. Sallandıkça sür’atlerini artırırlar. Kâmran, Feride’ye, “Benimle evlenmeye razı olduğunu ağzından işitmeden seni bırakmam, beraber düşüp ölünceye kadar.” (s.80) der. Feride, bu esnada dengesini kaybeder. Kâmran onu yakalar, fakat ikisi birden yere yuvarlanır.

Üç gün sonra Feride, Ayşe teyzesiyle Müjgân’ı yanına alarak İstanbul’a döner. Gelişmeleri oğlunun yazdığı mektup sayesinde öğrenen Besime teyzesi, büyük br sevgiyle onları karşılamaya gelir. Feride ile Kâmran’ın nişan hazırlıkları başlar. Feride, gerek utancından, gerekse acemiliğinden sürekli olarak Kâmran’dan kaçar.

Nişanlılığımın ilk haftaları herkesten kaçmakla geçti. Bunların başında Kâmran geliyordu. O, benimle yalnız kalmak, beraber gezinmek ve konuşmak istiyordu. Zannederim, bu, her nişanlı gibi onun da hakkıydı. Fakat ne çare ki, ben dünyadaki nişanlıların en acemi ve vahşisiydim. Kâmran’ın bana doğru geldiğini gördüğüm zaman ürkmüş bir at gibi patır patır kaçıyordum, arkamdan sapan taşı yetişemiyordu. (s.81)

Teyzesinin kendisine özene bezene yaptırdığı nişan yüzüğünü de takmaya cesaret edemez, utanır. Fakat sonunda, akraba ve bir iki yakın dostun katıldığı sade bir nişan töreni yapılır.

Kendimi çiçeklerle ve avizelerle süslü bir masada şimdiye kadar alışmadığım bir tuvaletle, bambaşka saçlar ve çehreyle onun yanında gördüm. Bütün bakışlar üzerimize toplanmıştı. (s.83)

– Dünyada en acıdığım, alay ettiğim insanlar, nişanlı kızlardı. Ben, onlardan biri oldum. Onlara yalvar. Kimse bana, nişanlı demesin. Yerin dibine geçiyorum, korkuyorum, ben daha çocuğum. Önümüzde daha dört uzun sene var. O zamana kadar daha büyürüm, alışırım. Kimse bana nişanlı muamelesi etmesin şimdi. (s.84)

Kâmran, Müjgân’dan duyduğu sözleri bir de gerçek sahibinden, Feride’den duymak ister, fakat Feride onunla kovalamaca oynamakta ısrar eder. “O, beni yalnız yakalamak için fırsat arıyordu. Ben, bütün şeytanlığımı, kendimi tenha bir yerde kıstırtmamaya sarf ediyordum.” (s.85) Feride’nin bu tutumu, Kâmran’ı mutsuz eder. Tatil sona erer, Feride okula gitmek için hazırlık yapar. Kâmran, Feride’nin bu kadar erken gitmek istemesine üzülür, kendisinden kaçtığını düşünür.

Zaten pek çalışkan bir öğrenci olmayan Feride’nin, nişan olayından sonra ders notları iyice düşer. Feride, kendisini ziyarete gelen Kâmran’a karşı soğuk davranır. Yine bir gün Kâmran’a sertçe “Ziyaretleriniz biraz sıkça oluyor. Affedersiniz amma, burasının mektep olduğunu hatırlamanız lâzım gelir!” (s.90) diyerek çıkışır. O günden sonra Kâmran, bir daha okula uğramaz.

Bir gün Feride, hafta tatilinden dönen bir arkadaşından Kâmran’ın sefaret kâtibi olarak Madrid’e, amcasının yanına gideceğini öğrenir. Ertesi gün öğretmeni Sör Süperiyör’e giderek teyzesinin hasta olduğunu söyleyerek izin ister. Köşke geldiğinde, kapıda Kâmran ile karşılaşır. Feride, teyzesinin hasta olduğunu duyduğunu bu sebeple onu ziyarete geldiğini anlatır. Kâmran, Feride’ye konuşmak istediğini söyler, birlikte bahçede yürürler. Feride, bu kez nişanlısına karşı gayet kibar davranır, yakınlık gösterir. Kâmran çok mutlu olur.

Kaçmamdan korkuyor gibi elimi bırakmıyordu. Öteki eliyle çantamı aldı. yan yana yürümeye başladık. Nişanlandık nişanlanalı ilk defa yan yana…

Yeni yakalanmış bir kuşun yüreği, göğsünde nasıl atarsa benimki de öyle atıyordu. Fakat zannederim ki, beni bıraksa da artık kaçmaya kuvvet bulamayacaktım.

Birbirimize bir şey söylemeden bahçenin sonuna kadar yürüdük. Kâmran, beklediğimden çok fazla müteessir ve dargın görünüyordu. Bu üç ay içinde ne olmuştu, aramızda ne değişmişti, bilmiyorum. Fakat, bu saatte kendimi ona karşı suçlu görüyor, şimdiye kadar gösterdiğim vahşiliğe pişman oluyordum.

Kış ortasında olduğumuzu unutturacak kadar güzel ve sakin bir akşamdı. Etrafımızdaki kuru dağ tepeleri bir mercan kızıllığı içinde yanıyordu. Kâmran’a karşı suçlarımı bu kadar kolay kabul etmemde bunun da mı tesiri vardı acaba, bilmiyorum.

Bu saatte, onun gönlünü alacak bir kelime bulmak benim için dayanılmaz bir ihtiyaçtı. Fakat, aklıma hiçbir şey gelmiyordu.

Artık geri dönmekten başka yapılacak iş kalmayınca Kâmran:
– Şuraya biraz oturabilir miyiz, Feride? dedi.
– Sen, nasıl istersen, dedim.

Vakadan sonra ilk defa sen diyordum.

Kâmran, pantolonuna dikkat etmeden oradaki bir kayanın üstüne oturuverdi. Onu, hemen kolundan tutup kaldırdım:
– Sen, naziksin; kuru yere oturma, dedim ve
arkamdaki lâcivert pardösüyü çıkararak oturacağı yere serdim.
– Ne yapıyorsun, Feride? dedi.
– Hasta olmaman için, dedim. Zannederim ki, seni muhafaza etmek bundan sonra benim vazifem oluyor.

Kuzenim bu sefer de galiba kulaklarına inanamadı:
– Ne söylüyorsun, Feride? dedi. Bunu sen mi bana söylüyorsun? Nişanlandığımızdan beri senden işittiğim en tatlı söz.

Başımı önüme eğdim ve sustum.

Kâmran, pardösümü tekrar eline almıştı. Okşar gibi hareketlerle kollarına, yakasına, düğmelerine dokunuyordu.
– Sana biraz sitem yapmaya hazırlanıyordum, Feride, dedi. Fakat şimdi hepsini unuttum.

Gözlerimi kaldırmadan:
– Ben sana bir şey yapmadım ki, dedim.

O, beni tekrar vahşileştirmekten ürküyormuş gibi yanıma yaklaşmaktan korkarak:
– Zannederim ki, yaptın, Feride, dedi. Hatta fazlaca bile. Bir nişanlı bu kadar ihmal edilir mi? İçimde fena şüpheler de uyandı sakın Müjgân yanılmış olmasın?

İstemeden güldüm. Kâmran, merakla sebebini sordu, evvelâ cevap vermek istemedim. Fakat, o, ısrar edince gözlerimi kaçırarak:
– Müjgân yanılsaydı, böyle olmazdı ki, dedim.
– Böyle ne demek? Yani benim nişanlım mı?

Gözlerimi kapayarak üst üste iki defa başımı salladım.
– Feride’m!

Bir küçük feryada benzeyen bu ses hâlâ kulağımdadır. Gözlerini açtım ve onun büyümüş gibi görünen gözlerinde iki iri yaş damlası gördüm.
– Beni, bu dakika içinde o kadar mesut ettin ki, ölürken aklıma gelirse ağlayacağım. Öyle yüzüme bakma. Sen daha pek küçüksün. Mümkün değil, öyle şeyleri anlayamazsın. Hepsini unuttum artık.

Kâmran, bileklerimi tutmuştu. Onları geri çekmedim, fakat hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. (…)

Birdenbire aklıma gelmiş gibi Kâmran’a sordum:
– Avrupa’ya bir seyahat varmış öyle mi?

O, cevap verdi:
– Bir fikir. Daha doğrusu, benim fikrim de değil. Madrid’deki amcamın tasavvuru. Nereden duydun?

Kısa bir tereddütten sonra:
– Doktorun kızından, dedim.
– Doktorun kızı, sana ne çok haberler veriyor, Feride?
–  ……..

Kâmran, dikkatle yüzüme bakıyordu. Kızararak başımı çevirdim.
– Sakın annemin hastalığı bir bahane olmasın?
–  ……..
– Doğru söyle, Feride. Sen bunun için mi geldin?

Yanıma yaklaşmıştı. Elleriyle başımı okşamak istiyor, fakat ürkütmekten korkuyordu. Hâlbuki ben, bilâkis, ona alışmaya başlamıştım. Sualini bir kere daha tekrar etti:
– Tahminim doğru mu, Feride?

Kâmran’ı çok memnun edeceğini hissederek: “Evet” diye başımı salladım.
– Ne güzel… Dünden beri talihim ne kadar değişti! (s.92-95)

Feride, nişanlısının Avrupa’ya gitmesine karşı çıkmaz. Kâmran ısrarla, onun ağzından gitmesini istemediğine dair bir söz bekler, fakat Feride “Doğrusu pek uzun sayılmaz. Bir, iki, üç, dört senecik. Göz yumup açıncaya kadar geçer. Tabi arada geleceksin de…” (s.96) der.

Dört sene çabucak geçer. Kâmran ile amcası İstanbul’a temelli döner. Feride de bir ay önce okulunu bitirmiş diplomasını almıştır. Köşkte düğün hazırlıkları başlar. Feride, eskiden olduğu gibi yaramazlıklarına devam eder, misafir çocuklarını peşine takar, köşkün altını üstüne getirir.

Düğüne üç gün kalmıştır artık. Feride düğünde giyeceği beyaz elbisesinin provasını yapar. Kâmran, onu elbise üzerindeyken görmek ister. Fakat Feride, odanın bir köşesine kaçarak eline geçirdiği bir mantoya sarınır. Kâmran zorla mantoyu çeker ve Feride’yi düğün elbisesiyle görür. Feride ağlar. Kâmran Feride’den af diler. Kendisini dışarıda, dört sene önce barıştıkları yerde, bahçenin sonundaki kayanın dibinde bekleyeceğini söyler. Feride bunu kabul eder.

Bir süre sonra Feride, kimseye hissettirmeden Kâmran’ın yanına gitmek düşüncesiyle dışarı çıkar. Fakat açık duran sokak kapısının önünde siyah çarşaflı bir kadının beklediğini görür. Bu kadın, Feride Hanım’ı aradığını, onunla özel bir konu hakkında konuşmak istediğini söyler. Bu kadın, Feride’ye Kâmran Bey’in iki sene önce İsviçre’de Münevver adında bir kadınla ilişki yaşadığını söyler. Münevver, mutsuz bir evlilik sonrasında hastalanmış, tedavi için İsviçre’ye gitmiştir. Tam iyileşip memleketine geri döneceği sırada Kâmran ile tanışmıştır. Siyah çarşaflı kadın, bütün suçun Kâmran Bey’de olduğunu, sözlü olduğu hâlde bunu saklamasının çok çirkin bir davranış olduğunu söyler. Feride’ye, Kâmran Bey’in Münevver’e yazmış olduğu aşk mektuplarını gösterir.

Karanlık artmıştı. Ağaçların arasından yola çıkarak mektubu gözlerime yaklaştırdım, zaten bu yazıya alışık olduğum için okumaya başladım:

“Benim sarı çiçeğim” diye başlıyordu. Arkasından bir sürü edebiyat. Güneş doğmadan evvel nasıl dünyaya belli belirsiz bir aydınlık yayılırsa, “Sarı çiçeği” görmeden evvel de onun kalbine böyle bir aydınlık yayılmış. “İçimde anlaşılmaz bir sevinç var. Ben, mutlaka fevkalâde bir şeyle karşılaşacağım!” diyormuş. Nihayet o fevkalâdelik olmuş, bir akşamüstü otelin bahçesinde ışıklar yanarken “Sarı çiçeği” karşısında görmüş… (s.107)

“Gönlüm boştu. Sevmeye ihtiyacım vardı. Sizi uzun ince vücudunuzla, menekşe gözlerinizle karşımda görünce her şeyin rengi değişti.” (s.108)

Feride mektubu okuduktan sonra odasına gider, masanın üzerindeki çizgili mektep defteri yaprağına birkaç satırlık şu notu karalar ve köşkten ayrılır.

“Kâmran Beyefendi. ‘Sarı Çiçek’  romanını baştan başa öğrendik. Bir daha ölünceye kadar birbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum.” FERİDE

İkinci Kısım

Feride, hatıralarını yazmaya, ilk tayin edildiği B… vilayetinde bir otel odasında yazmaya başlamıştır. Bu otelde, temizlik işlerine bakan Hacı Kalfa, Feride’ye “Geldiğin günden beri gece demezsin gündüz demezsin, yazarsın da yazarsın. Ne bitip tükenmez yazıdır bu? Mektup desem değil; mektup, deftere yazılmaz. Kitap desem değil, bizim bildiğimiz, kitabı saçlı sakallı ulemalar yazar. Sen parmak kadar çocuksun. Öyleyse ne yazarsın böyle durup dinlenmeden?” (s.109) “Kafeste kuş gibi o kadar sıkılıyorsun bu yalnız odada ki” (s.110) der, fakat Feride tüm garetiyle hatıralarını yazmaya devam eder.

Feride o gece siyah çarşaflı kadından ayrıldıktan sonra teyzesiyle karşılaşır, son kez ona sarılıp öper. Odasına çıkar, Kâmran’a birkaç satırlık notu yazar. Dolabını açar, annesinden kalan birkaç parça eşyayı; yüzük, küpe gibi mücevherlerini valize doldurur. Köşkten ayrılır. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmez bir hâlde köşkten ayrılır, gecenin geç bir vaktinde karanlık sokaklarda yürümeye başlar. Birdenbire aklına Sahrayıcedit’te oturan sütnine aklına gelir. Bu kadın, sekiz on sene evvel akrabalarından birinin evinde sütninelik etmiş bir kadındır. Feride, eskilerini ona verdiği için bu kadınla arası iyidir. Feride, sütninenin yanına giderken bir bağın kenarında üç beş sarhoşun türkü söyleyerek kendisine doğru geldiğini fark eder. Bir sıçrayışta bağın kenarındaki çiti aşar, onlar geçip gidinceye kadar orada saklanır. Sütnine, Feride’yi misafir etmekten
büyük bir sevinç duyar. O gece sütninenin evinde kalan Feride, sabaha kadar uyumaz, bundan sonra yapacaklarına dair kafasında plânlar yapar.

Dolabımın bir köşesinde, kırmızı kurdelesiyle, ağır ağır solup sararmaktan başka bir şeye yaramayacak zannettiğim diplomam gözümde bir ehemmiyet almıştı. Bütün ümidim, pek makbul olduğunu söyledikleri bu kâğıt parçasındaydı. Onun sayesinde Anadolu vilâyetlerinden birinde bir hocalık alacak, bütün hayatımı, çoluk çocuk arasında, şen ve mesut geçirecektim. (s.115)

Ertesi gün sabah erkenden sütninenin evinden ayrılır. İstanbul’dan çıkıncaya kadar annesinin dadısı olan Gülmisal Kalfa’nın Eyüpsultan’daki evinde gizlenmeye karar verir. Gülmisal Kalfa, Feride’ye, annesine çok benzediği için Güzide’m diye seslenir. Feride başına gelenleri ve yapmak istediklerini bir bir anlatır. Feride, “Ben, şimdiye kadar, hep hazırdan yemiştim. Bir gün bir yumurta bile pişirmemiştim. Bu, artık değişmeliydi. Bundan sonra aşçıyı, hizmetçiyi nerede bulacaktım? Hazır Gülmisal Kalfa elimdeyken ondan nasıl yemek pişirileceğini, bulaşık ve çamaşır yıkanacağını, hatta, söylemesi ayıp amma, nasıl sökük dikilip çorap yamanacağını öğrenmeliydim.” (s.117-118) der ve dadısıyla birlikte yemek pişirip ev temizliği yapar.

– Ah, kalfacığım, diyordum, kim bilir gideceğim yerler ne kadar güzeldir. Ben, Arabistan’ı hayal meyal biliyorum. Anadolu herhâlde ondan daha çok güzeldir. Oradaki insanlar bize benzemezlermiş. Kendileri fakirmiş, fakat gönülleri öyle zengin, öyle zenginmiş ki, hiçbiri değil fakir bir akraba çocuğuna, hatta düşmanına ettiği iyiliği başına kakmak mürüvvetsizliğinde bulunmazmış. Küçük bir mektebim olacak. Baştan başa çiçeklerle donatacağım. Çocuklarım, bir alay çocuğum olacak. Kendime “abla” dedirteceğim. Fakir olanlara, elimle, siyah önlükler dikeceğim. “Hangi elinle?” diyeceksin. Gülme, alay etme. Onu da öğrenirim elbette. (s.119)

Feride, o gün işlerini bitirdikten sonra, kendisini aramaması ve peşine düşmemesi için teyzesine korkunç bir mektup yazar.

“Seninle açık konuşacağım, teyze. Kâmran, bana hiçbir zaman bir şey söylemedi. O, benim için hiçbir zaman kendini beğenmiş, şımarık, manasız, ruhsuz, karaktersiz bir konak çocuğundan başka bir şey olmadı. Zayıf, minimini, çerden çöpten bir insan. Daha sayayım mı?

Ben, onu hiçbir zaman ne beğendim, ne istedim, ne de başka türlü bir his duydum. ‘Böyledir de niçin onunla evlenmeye razı oldun?’ diyeceksin. Çalıkuşu’nun kafasızlığı malûm. Bir delilik yaptık. Fakat, bereket versin ki, kendimi vaktinde topladım. Oğlunuz için böyle düşünen bir kızın saadetli eviniz için nasıl bir felâket olacağını anlamanız lâzım gelir. İşte, bugün, içinizden ayrılmak ve aradaki bütün bağları kesmek suretiyle bu felâketin önünü aldım. Senelerden beri gördüğüm iyiliklerin birazını ödedim.

Bu lâkırdıları işittikten sonra, artık, benim adımı ağzınıza almak küçüklüğünden kendinizi sakınacağınızı umarım. Yine bilmelisiniz ki, bu ağıza alınmaz lâkırdıları utanmadan, çekinmeden bile size yazan nankör ve terbiyesiz kızla karşı karşıya gelecek olursanız, bir çamaşırcı kadın kavgası yapmaya da kadirdir. Bunun için en iyisi, artık birbirimizin adını anmamak olacaktır. Farz edin ki, Çalıkuşu da, anası gibi bir köşede ölüp gitti. İsterseniz bir iki damla gözyaşı dökün; ona karışmam. Fakat, sakın uzaktan, bir yardıma filan kalkayım demeyin; hakaretle reddederim.

Ben, yirmi yaşında postunu sudan kurtarmış bir insanım, canım nasıl isterse öyle yaşarım.” (s.119-120)

Feride, ertesi gün mektubu kendi eliyle postaya verdikten sonra Maarif Nezareti’ne (Millî Eğitim Bakanlığı’na) uğrar. Fakat, büyük umutlarla tek başına hayat mücadelesine atılan Feride’nin, bu mücadelede başarılı olması ve sosyal hayat içinde varlığını sürdürmesi hiç de kolay değildir. Hele de onun gibi genç ve güzel bir kız için.

Maarif Nezareti’ne gittiği ilk gün Feride’ye, bir iki gün içinde tayin işlemlerinin biteceği söylenir; fakat yazışmalar, evrakların odadan odaya gidip gelmesi, görevli memur ve idarecilerin kayıtsızlığı, diplomasının öğretmenlik mesleği için geçerli olmaması, tanıdık birini bulamaması gibi nedenlerle tayin işlemleri tam bir ay sürer. Nihayet bir hayli sıkıntılı geçen bu bir ayın sonunda Feride, B… vilâyeti merkez rüştiyesinde açık bulunan Coğrafya ve Resim öğretmenliğine tayin edilir. Feride son derece sevinçlidir. “Çalıkuşu o akşam Eyüp’e dönerken sevincinden âdeta uçuyordu. Bundan sonra, o da artık kendi ekmeğini kendi kazanan bir insandı. Kimse, artık ona, adına merhamet ve himaye denen büyük hakareti yapmaya cesaret edemeyecekti. “ (s.130) Feride’nin tayin işlemleri üç gün içinde biter, harcırahını alır. Gülmisal Kalfa, vapurun içine kadar gelir, Feride’yi göz yaşları içinde uğurlar.

Deniz yoluyla B… vilâyetine gelen Feride, bir otelde kalır. Otelin odacısı Hacı Kalfa, Feride’yle yakından ilgilenir. Kaba saba bir görünüşü olmasına rağmen, iyi niyetli bir adamdır. Feride, göreve başlamak üzere okuluna gittiğinde, yine bürokrasinin kötü bir sürpriziyle karşılaşır. Kendisinin tayin edildiği kadroya, bir hafta önce bir başka öğretmen de -Huriye Hanım- atanmıştır. Okulun müdürüyle birlikte Maarif Nezareti’ne giderler. Bu karışıklığın giderilmesi için İstanbul’a yazı yazarlar. Feride, yanıtın gelmesini bekler. Oteldeki yalnız günlerinde, hatıralarını yazmaya başlar, bundan sıkıldığı zamanlarda ise resim yapar. Feride’nin otelde biraz geveze sayılabilecek bir de oda komşusu vardır. Bu, otuz beş-kırk yaşlarında, eşi bir başka kadınla evlenince ortada kalmış dertli bir kadındır. Feride bir ara bu kadınla dertleşirken, kendi adını vermeden “Ben, bir kız biliyorum ki, evleneceğine iki gün kala, nişanlısının kendisini başka bir kadınla aldattığını öğrendi, bu fena adamın yüzüğünü başına attı ve yabancı bir memlekete kaçtı.” der. Buna karşılık kadın, Feride’ye “Sonradan pişman olmuştur o kız, hemşireciğim. Acırım ona. Yüreği hasretten göz göz olmuştur. Sen, kurşunla vurulanları hiç işitmedin mi, be hemşireciğim? Bazıları, vurulduklarının farkında bile olamazlar, üç beş adım koşarlar, kaçıp kurtuluyoruz sanırlar. Yara sıcakken acımaz, hemşireciğim. Hele bir kere soğumaya başlasın. Sen bak, seyret o kızcağız nasıl yanıp yakılacak?..” (s.143) der.

Feride’nin tayiniyle ilgili İstanbul’dan beklediği yanıt gelir. Buna göre Feride, merkez rüştiyasinde göreve başlayacak, kıdemli bir öğretmen olan Huriye Hanım ise başka bir yere görev çıkıncaya kadar bekleyecektir. Fakat, Huriye Hanım’ın yakın bir tanıdığı olan Maarif Müdürü, Feride’ye bir oyun oynar. Yanıtın olumsuz olduğunu, kıdeminden ötürü Huriye Hanım’ın merkez rüştiyede görev yapacağını söyler. Ayrıca Feride’ye, buraya iki saat mesafede Zeyniler köyü olduğunu, buranın havası ve suyuyla cennet gibi bir yer olduğunu, şayet arzu ederse kendisinin tayinini buraya yapabileceğini söyler. Zavallı Feride, kendisine oynanan oyundan habersiz, bu teklifi kabul eder. Otele döndüğünde, Hacı kalfa, kendisine oyun oynandığını, Zeyniler’in dağlar arasında kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olduğunu, bir seneden beri açık olasına rağmen en düşkün öğretmenlerin bile oraya gitmeye yanaşmadığını söyler. Feride, “İnsanı
en yakın akrabaları kalpsizce vurduktan sonra yabancılar vurmuş ne çıkar? Ben, o Zeyniler’de de mesut olmasını bileceğim. Gönüller şen olsun!” (s.155) der.

Feride, Maarif Müdürü’nün iki saat uzaklıkta dediği Zeyniler köyüne, sabah onda yola çıkmış olmasına rağmen ancak geceleyin varır. Feride’nin hayalinde canlandırdığı köy ile gördüğü arasında tam bir zıtlık vardır. “İlk bakışta Zeyniler bana, hâlâ yer yer dumanları tüten bir yangın harabesi gibi göründü. / Köy deyince gözümün önüne yeşillikler arasında eski Boğaziçi yalılarındaki güvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralar aklıma gelirdi. Hâlbuki bu evler, çökmeye yüz tutmuş, simsiyah viranelerdi.” (s.161) Köyün muhtarı, Feride’yi Hatice Hanım’la tanıştırır. “Bu Hatice Hanım, pek Müslüman bir kadınmış. Tarikata da mensupmuş. Köyün ölüsüne dirisine o yetişirmiş. Mevlütleri o okur, gelinlerin yüzüne o yazar, sekeratta bulunan hastaların ağzına son zemzem damlasını o akıtır, kadın cenazelerini o yıkayıp yaşmaklarmış.” (s.162) “Bu zavallı kadın, mektebin eski hocasıymış. Maarif İdaresi, mektebi bu şekle soktuğu zaman onu sokağa atmaya acımış, iki yüz elli kuruşla burada alıkoymuş. Yarı hoca, yarı hademe gibi bir şey.” (s.164)

Feride, perişan durumdaki bu okulda Hatice Hanım’la birlikte kalır. Köydeki öğrenciler çok sefil bir hâldedir, ayakları çıplak, elbiseleri yırtıktır. Köydeki bazı hususlar Feride’nin dikkatini çeker, onu şaşırtır. Yoklama sırasında öğrencilerin çoğunun isimlerinin “Zehra” ya da “Ayşe” olduğunu -dokuz Ayşe, on iki Zehra- görür. Öğrenciler, alışkın olmadıkları için sıraların üzerinde oturmayı beceremezler. “Zavallıların hâli görülecek şeydi. Bir türlü sıralara yerleşmesini beceremiyorlar, ağaç dalına yahut asma çardağına oturmuş gibi garip vaziyetler alıyorlardı.” (s.172) Öğrencilerin, okuma parçalarını da bağıra bağıra okumaları da Feride’ye tuhaf gelir. Bunun sebebini Hatice Hanım’a sorduğunda ise, “Mektep bu. Keser vurmadan ağaç yontulur mu? Ne kadar ses çıkarırlarsa, ders o kadar zihinlerinde yer eder.” (s.172) yanıtını alır.

Zeyniler köyünün evleri, sokakları, mezarları gibi çocuklarında da neşesizlik vardır. Gülmenin ne demek olduğunu bilmezler, sanki her şeyi ölümü hatırlamak için yaparlar. Hatice Hanım’a göre bir öğretmenin vazifesi “kalplerde dünya emelini söndürmek”tir. (s.176) Teneffüslerde bile “Bu mihnet çekmiş, yaşlı başlı insanlara benzeyen, yorgun çehreli, donuk gözlü kız çocuklarının en büyük eğlenceleri bahçenin bir köşesine toplanıp ölüm, tabut, teneşir, zebani, kabir gibi korkunç kelimelerle dolu ilâhiler okumaktan ibaret!” (s.177)

Feride bir gün sınıfta, Munise adında, açık sarı saçları olan, zayıf, beyaz tenli küçük bir kız çocuğuyla tanışır. Zeyniler’in neşesizliği içinde âdeta hayata küskün olan Feride, bu çocuk sayesinde yeniden canlanır, neşelenir. “Bu küçük kız, bana ılık bir ilkbahar güneşi gibi tesir etmişti. Karlar içine gömülmüş kuş yuvalarına düşen sarışın bir ışık parçası…” (s.181) Munise’nin annesi köyde fena kadın olarak bilinir. Bu kadın, çok küçük yaşta anne ve babasını kaybedince Bakırköy’de kibar bir aileye evlatlık verilmiş, evin çocuklarıyla beraber büyümüştür. On beş, on altı yaşına gelince evin küçük beyine âşık olmuş. Ev halkı bu ilişkiye karşı çıkmış ve onu bu civardaki köylerden birine, ihtiyar bir kadının yanına getirmişler. Munise’nin kuşpalazından ölen ablası orada dünyaya gelmiş. Elinde çocuğuyla ihtiyar bir orman memuruyla evlenmeye razı olmuş. Kocasıyla beraber Zeyniler köyüne yerleşmişler. Bir süre sonra, Munise’nin annesinde dayanılmaz bir can sıkıntısı başlamış, karanlık odasında her geçen gün sararıp soluyormuş. İşte bu sıralarda köyün yakınına eşkıya kovalayan jandarmalar çadır kurmuşlar. Buradaki genç askerlerden biri kadını çok beğenmiş ve onu takibe başlamış. Yaşadığı yalnızlıktan bulanan kadın, gençliğin verdiği istek ve arzuları daha fazla bastıramamış, kocasını ve çocuğunu bırakarak genç askerle kaçmış. Fakat bir süre sonra bu asker onu bırakıp gitmiş. Açıkta kalan kadın dilenmeye başlayınca köyün delikanlıları onu dağa kaldırmışlar.

Zavallı Munise, üvey annesinin yanında kalmaktadır. Bir gün babası elindeki odunla Munise’nin üzerine yürüyünce, çocukcağız korkusundan dışarı kaçar. Soğuk ve karlı bir kış ayında, bir gece köyün dışındaki bir samanlıkta kalır. İkinci gün çok acıkmış ve soğuktan donmuş bir hâlde okula, Feride’nin yanına gelir. Bu olaydan sonra Feride, köyün muhtarıyla konuşarak Munise’yi evlatlık alır.

Bir gün Kâmran’dan mektup gelir. Feride bu mektuplara kinle, nefretle bakar, bunları okumaya cesaret edemez. Ablasının çok üzüldüğünü gören Munise, mektupları yaktığını söyler. Feride ağlamaya başlayınca Munise hemen mektupları getirir. Munise’nin “Al abacığım, onlar galiba, senin sevdiğin birisinden geliyor.” demesi üzerine, Feride “Mektuplar benim sevdiğim bir insandan gelmiyor, nefret ettiğim bir düşmandan geliyor.” (s.200) diyerek onları, âdeta kalbinin bir parçasını koparır gibi ıstırapla birer birer ateşe atar.

Bir gece köyün yakınlarında, postacı soyan birkaç serseri ile jandarmalar arasında çatışma çıkar. Bu çatışmada jandarmalardan biri ölür, öteki de Zeyniler’in misafir odasına getirilir. Ertesi gün Feride’yi çağırırlar. Feride, burada Hayrullah adındaki yaşlı bir askerî doktorla tanışır. Hayrullah Bey, kaba saba konuşan, gürültülü kahkahalar atan, neşeli, deli dolu bir adamdır. Yaşlı doktor, Anadolu’nun böylesine ücra bir köşesinde Feride gibi genç, güzel ve kibar bir kızı karşısında görünce çok şaşırır. Feride’nin gözlerinden, onda gizli bir gönül yarası olduğunu anlar. Feride’ye Maarif’te tanıdıklarının olduğunu, şayet isterse kendisini daha iyi bir yere tayin ettirebileceğini söyler. Fakat, Feride yerinden memnun olduğunu söyleyerek kibarca yapılan bu teklifi reddeder.

– Söyle bakayım bana, sen nereden düştün buralara? (…)
– Ben muallimim, doktor bey. Hizmet etmek istiyordum, buraya gönderdiler. Ben, yer ayırt etmem. Nerede isterlerse çalışırım.

Ben, bunları söylerken o, dikkatli dikkatli yüzüme bakıyordu:
– Demek sen, buraya hizmet için geldin? Sırf maarife hizmet için öyle mi?
– Evet, maksadım bu.
– Bu yaşta, bu çehre ve yaradılışla mı? Sen doğruyu söylesene bana. Gözlerime bak bakayım.
Ha, şöyle! Ben, bunları yutar mıyım sanıyorsun?

Yumak yanaklarına gömülerek tatlı tatlı gülümseyen beyaz kirpikleriyle ta gönlümün içini görür gibi devam etti:
– Değil, kızım. Asıl sebep başka. Hatta, maişet derdi de değil. Sen saklanmaya çalıştıkça, daha iyi görüyorum. Kim olduğunu, aileni, evini falan sorsam söylemezsin, değil mi? Bak, bak nasıl biliyorum. Burada bir muamma var. Derin karıştıracak değilim. Aramızda bir işaret kâfî.

İkimiz de sustuk. İhtiyar doktor biraz düşündükten sonra:
– Sana bir küçük hizmet etmeme müsaade eder misin? Seni daha iyi bir yere göndertsem ister misin? Benim tek tük bildiklerim var Maarifte.
– Hayır, teşekkür ederim, yerimden memnunum.

Yine gülerek omuzlarını silkti, alay eder gibi bir sesle:
– Çok âlâ, çok âlâ. Fakat fedakârlıklar öyle kolay gitmez.
Günün birinde canın sıkılırsa bana iki satırlık bir şey yaz, adresimi de bırakayım sana. İnsanlıktır bu.
– Teşekkür ederim. (s.204-205)

Kış bitimine doğru, Maarif Müdürü yanında bir mühendisle birlikte okulu teftişe gelir. Okulun eğitim-öğretim için gerekli şartlara sahip olmadığını söyleyerek okulu kapatır. Maarif Müdürü, Feride’ye okulun kapanma emrini alınca B…’ye gelmesini, kendisini uygun bir yere tayin edeceğini söyler. Bu karar, Zeyniler köyünde yaşayan herkesi derinden üzer. Munise’nin annesi de haberi duyunca kızıyla vedalaşmaya gelir. Feride, Munise’nin, annesiyle daha önceden de gizli gizli görüştüğünü öğrenir. Feride, Munise’nin annesine, kızına çok iyi bakacağını, ona bir anne kadar olmasa da iyi bir abla olacağını söyler. Feride, Munise’yle beraber Zeyniler’den ayrılır.

Feride B…’ye gelince doğru Maarif Müdürlüğü’ne gider, kapatılan okulun evraklarını teslim eder. Öte yandan yeni bir okula görevlendirilmesi konusunda yine bürokrasinin acı yüzüyle karşılaşır. Maarif Müdürü, Feride’ye şu an açık yeri olmadığını, şayet olması durumunda kendisini çağıracaklarını söyler. Bu sözün ne anlama geldiğini daha önceki tecrübelerinden dolayı çok iyi bilen Feride, çalışmak zorunda olduğunu söyler. Bunun üzerine Maarif Müdürü, “Açığım yok. Yalnız ‘Çadırlı’da bir köy mektebi var amma, karışmam. Berbat bir yer, diyorlar. Çocuklar köy kahvesinde okuyorlarmış. Muallim için de yatıp kalkacak yer yokmuş. İşinize gelirse tayin edeyim veyahut daha iyi yer isterseniz, beklersiniz.” (s.226) der. Feride, küçük Munise’yi düşünür. Şimdiye kadar hocalıktan aldığı para çok düşük olduğu için her ihtiyaç duyduğunda Gülmisal Kalfa’nın yabancı memlekette lâzım olur düşüncesiyle annesinin elmaslarından birini satarak verdiği parayı hacamış, fakat nihayet bu para da bitmiştir. Aç kalmaktansa kötü şartlarda çalışmaya razı olmak gerektiğini düşünür.

Tam bu esnada içeriye, Fransız gazeteci ile eşi girer. Gazetecinin karısı, Feride’nin eski sınıf arkadaşlarından biri çıkar. Hemen kucaklaşırlar ve kendi aralarında Fransızca konuşurlar. Kocası, Türk eğitim sistemiyle ilgili bir araştıma yapmak için gelmiştir. Gazeteci, Feride’nin görev yaptığı okula da uğrayacaklarını söyleyince, Maarif Müdürü telâşa kapılır. Çünkü, köy okullarının durumu içler acısıdır. Fransız gazetecinin buraları görünce Türk eğitim sisteminin aleyhinde yazılar yazmasından korkar. Böyle bir tehlikeyi göze almak istemeyen Maarif Müdürü, Feride’yi merkezdeki Darülmuallimat’ta Fransızca derslerine girmek üzere vekil öğretmen olarak görevlendirir.

Feride, Darülmuallimat’ta derslere başlar. Hacı Kalfa, Feride’ye kendi evine yakın bir yerde küçük, bahçeli, şirin bir ev kiralar. Feride ve Munise bu evi çok severler. Feride’nin öğrencileri arasında kendi yaşında ve kendinden büyük olanlar da vardır. Fakat Feride, bu duruma kısa sürede alışır. Öğrencileriyle sıcak bir iletişim kurar. Öğrenciler Feride’yi çok severler, ona “İpekböceği” diye hitap ederler. Zamanla bu isim okul dışına da çıkar. Bir gün Feride, kahvehanenin önünden geçerken mintanlı, kaba saba bir adam “Sekiz tane dut bahçem var, böyle ipekböceğine sekizi de kurban olsun!” (s.247) diye bağırır.

Okulun musiki hocası Şeyh Yusuf Efendi, Feride’ye karşı ilk gördüğü andan itibaren derin bir sevgi duyar. Şeyh Yusuf Efendi, dul ablasıyla beraber yaşamaktadır. Uzunca bir süredir verem hastasıdır. Feride’ye karşı duyduğu plâtonik aşk, onu günden güne eritir. Öğrenci ve öğretmenlerin katıldığı bir gezide Şeyh Yusuf Efendi, hasta olmasına rağmen birbiri ardına şarkılar söyler. Bir ara Feride yanına geldiğinde, yeni bir şarkıya başlar: “Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinhar / Zalim, beni söyletme derunumda neler var.” (s.251) Şarkının bitiminde musiki hocası hafif bir baygınlık geçirir. Feride, gezi dönüşünde bir öğrencisinden bu adamın kendisini sevdiğini, bütün B…’de bunun konuşulmakta olduğunu öğrenir.

Oldukça sıcak ve sıkıcı geçen yaz tatilinden sonra okulda dersler yeniden başlar. Bir gece Şeyh Yusuf Efendi’nin dul ablası gelerek, Feride’ye kardeşinin durumunun çok ağır olduğunu ve kendisini ölmeden evvel son bir kez görmek istediğini söyler. Bunun üzerine Feride, ölmek üzere olan musiki hocasının son isteğini yerine getirmek üzere evine gider ve ilk busesini onun ölen gözlerine kondurur.

Şehirde herkes bu olayı konuşmaya başlar. Şeyh Yusuf Efendi’nin ölümünden Feride’yi sorumlu tutarlar. Burada daha fazla kalamayacağını anlayan Feride, Maarif Müdürü’ne giderek başka bir şehre tayinini ister. Dedikodulardan haberdar olan Maarif Müdürü, Feride’yi anlayışla karşılar. İki gün sonra Feride, Ç… Rüştiyesine tayin edilir.

Üçüncü Kısım

Sakin ve şirin bir asker memleketi olan Ç…’de, erkeklerin çoğu askerdir. Feride, buranın kadınlarını da çok sever; çalışkan, hayatlarından memnun, sevimli ve sade insanlar. Ç…’nin erkekleri Feride’ye, güzel renginden dolayı “Gülbeşeker” adını koyarlar. Feride, önceleri “Gülbeşeker” adının, mesire yerlerinde gezen genç askerlerin ağzında, mahalle kahvehanesinde oturan erkeklerin ağzında geçtiğini işitmiş, fakat bunun kendisi olduğunu anlayamamıştır. Arkadaşlarından “Gülbeşeker” adını taktıkları kişinin kendisi olduğunu öğrenince çok şaşırır, utanır.

Bir gün Feride, saçlarını yıkadıktan sonra üzerinde beyaz bir gömlekle, ayakları yalın bir şekilde bahçedeki erik ağacının üzerine çıkar. Salıncakta sallanıyormuşcasına ıslık çalarak sallanmaya başlar. Birden gözü bitişikteki evin penceresine ilişir. Komşusu Hafız Kurban Efendi’nin kendisini dikizlediğini görür. Utancından kızararak hemen içeriye kaçar.

Feride’nin kısmeti bu şehirde de bir hayli açıktır. Feride’nin öğrencileri arasında varlıklı bir paşa kızı da vardır. Bu kızın amcasının oğlu İhsan, “Gülbeşeker”i görebilmek için okulun yanındaki bahçede amele kıyafetiyle çalışır. Feride ile havadan sudan konuşur. Feride, bu gencin kadın elleri gibi küçük ve nazik ellere sahip olduğunu, konuşmasındaki inceliği görünce, sonradan düşmüş bir asilzade olduğunu düşünür. Feride, aslen asker olan amele kılığındaki bu gencin, Abdürrahim Paşa’nın kardeşinin oğlu olduğunu sonradan öğrenir. Abdürrahim Paşa’nın kızı, Feride’yi konağa davet eder. Feride, okulun bahçesinde amelelik yapan genci asker elbisesi içinde görünce meseleyi anlar. Bahçede küçük bir yürüyüşe çıkarlar. Yüzbaşı İhsan’ın sütannesi niyetini açıklar. İhsan’ın kendisini çok beğendiğini ve kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Feride bu teklifi reddeder ve konaktan ayrılır.

Ertesi gün Feride’ye yeni bir kısmetli daha gelir. Kendisini ağaçta sallanırken dikizleyen komşusu Hafız Kurban Efendi, karısına, Feride’ye göz koyduğunu bu sebeple de boşanmak istediğini söylemiş, zavallı karısı da “Ziyanı yok, o hanımı al, tek beni boşama. Biz güzel güzel geçiniriz. Ben, sizin yemeğinizi pişiririm, hizmetinizi ederim!” (s.284) demiştir. Bunun üzerine Hafız Kurban Efendi, kendisine Feride’yi istemek üzere karısını gönderir. Fakat Feride, “Zavallı komşum, haydi gönlün rahat etsin. Dünyada böyle bir şeye imkân yok.” (s.284) diyerek, kadını
evine gönderir.

Okulun tatil olduğu bir günün akşamında okul müdiresi Feride’yi yanına çağırtır ve ona Ç…’nin bütün erkeklerinin ağzında “Gülbeşeker” adının dolaştığını, dedikoduların gün geçtikçe çığırdan çıktığını söyler. Feride çok üzgün olduğunu, fakat kendisinin bunları önlemeye gücü yetmediğini söyler. Müdiresinden, kendisini bir bahaneyle başka bir yere göndermesini ister. Bunu anlayışla karşılayan müdire, kendisini eylülden önce bir yere gönderemeyeceğini belirtir.

Feride’nin okulda Nazmiye adında, yirmi dört-yirmi beş yaşlarında, güzel, tatlı sözlü, neşeli bir arkadaşı vardır. Feride bu arkadaşı hakkında pek çok dedikodular duymuş, fakat bunlara pek kulak asmamıştır. Bir gün Nazmiye, nişanlısına davetli olduğunu bahane ederek onun da kendisiyle gelmesi konusunda ısrar eder. Feride, gittiği bağ evinde kendisine komplo kurulduğunu anlar. Burada Binbaşı Burhanettin Bey’le tanıştırılır. Bu adam, babasından kalan serveti, yalnız ve bîçare kadınları iğfal etmek, birçok aile çocuklarını yakmak için israf etmiş ihtiyar bir çapkındır. Bağ evinde, önce Feride’ye içki içirmeye çalışırlar, sonra da onu Burhanettin Bey’le bir odada yalnız kalmaya zorlarlar. Fakat Feride buna müsaade etmez. Bir ara sinirinden bayılır. ayılınca da hemen köşkü terk eder. O gece Munise de çok korkmuştur. “Abacığım, ben bu gece ne kadar ağladım. Ne kadar korktum. Seni niçin oraya çağırdıklarını anladım, abacığım. Bir daha öyle yerlere gitmeyelim. E mi? Ya sen? Allah esirgesin, annem gibi… Ben ne olurum sonra abacığım!” (s.296) Feride, eve varıncaya kadar başını bu küçük kızın dizlerine koyarak için için ağlar.

Ertesi gün Feride, sabahın erken saatinde Müdire Hanım’ın evine gider. Utana sıkıla dün geceki olayı anlatır. Müdire Hanım, artık burada kalmasının doğru olmayacağını, çünkü bu olayın bir iki güne kadar duyulacağını söyler. İzmir’de bir iki öğretmen arkadaşının olduğunu, onların ders bulma konusunda yardımcı olabileceklerini belirtirek Feride’ye bir mektup verir. “Bu şefkat, beni şaşırtmıştı. yağmurda, karda kurtarılmış bir kedi yavrusu gibi sokuldukça sokuluyor, saçlarımı okşayan ellerine korka korka yanağımı sürüyor, sonra, bu eli çevirerek, avuçlarının içinden öpüyordum.” (s.298)

Feride, kuşlarını müdire Hanım’a teslim eder; yemlerini, sularını unutmayacağına dair kendisinden söz alır. Müdire Hanım, “Feride, mademki onları bu kadar seviyorsun, kendi elinle azat et, daha sevap olur.” deyince, Feride de yaşadığı acı tecrübeler neticesinde şunları söyler: “Hayır, Müdire Hanım… ben de sizin gibi zannederdim. Fakat, artık fikrimi değiştirdim. Kuşlar, ne istediğini bilmeyen zavallı, akılsız mahlûklar. Kafesten kaçıncaya kadar türlü türlü üzüntüler içinde çırpınıyorlar. Fakat, sanır mısınız ki, dışarıda daha fazla bahtiyar olacaklar? Hayır, buna imkân yok. Ben, öyle sanıyorum ki, bu bîçareler her şeye rağmen kafeslerine alışıyorlar, açık havaya kavuştukları zaman bir dal üstünde, başlarını kanatları içinde gizleyerek geçirdikleri gecelerde sabaha kadar bu kafesi düşünüyorlar, küçük gözlerini pencerelerin aydınlığına dikerek hasret çekiyorlar. Kuşları zorla kafeslerde alıkoymalı Müdire Hanım, zorla, zorla.” (s.299-300)

Feride, Munise’yle birlikte vapura biner, İzmir’e doğru yol alır.

Dördüncü Kısım

Feride, İzmir’e geldiğinde Ç…’deki müdirenin kendisine tavsiye ettiği adamın bir ay önce hastalanıp hava değişimi sebebiyle İstanbul’a gittiğini öğrenir. Üç ay boyunca Maarif Müdürlüğü’ne gidip gelir, fakat bir türlü görev alamaz. Bir gün Maarif Müdürü’nün odasındayken, zengin bir adam olan Reşit Bey’in kendisine “Ay, bu ne çıtıdık çıtıdık fındıkkurdu böyle!” (s.303) dediğini duyar. Feride, “İpekböceği” ve “Gülbeşeker”den sonra kendisine şimdi de “Fındıkkurdu” adının takıldığını düşününce telâşlanır.

Feride annesinden kalan son değerli eşyayı da satar. Evin kirası yaklaşır. Fakat Feride’nin elindeki para tükenir, ömründe ilk defa aç kalır. Bu sırada Reşit Bey, Feride’den kızlarına Fransızca dersi vermesini ister. Feride, bu teklifi kabul eder. Köşke geldiklerinde Feride ile Munise’nin açlıktan başları dönmektedir. Köşkün üst katında, denize karşı bir oda verirler. Feride, öğrencilerini çok sever. Ferhunde, kendisiyle yaşıt, Sabahat ise daha küçüktür. Reşit Bey’in büyük oğlu Cemil Bey, Feride’ye musallat olur. Cemil Bey, senenin on ayını Avrupa’da, babasının parasını yemekle geçiren, otuz yaşlarında sevimsiz bir adamdır. Cemil Bey, bir gece merdivende Feride’nin önüne çıkarak mehtabı birlikte izlemeyi teklif eder, onu bileklerinden yakalar. Feride, kurtulmaya çalışırken merdivenin parmaklıklarına çarpar ve dudağı kanar. Feride, sinirli bir hâlde, yarın sabah evi terk edeceğini söyleyerek odasına çıkar. Fakat gidecek bir yeri olmadığı için, bu kararını uygulayamaz.

Ferhunde ile Sabahat’ın İzmir’den arkadaşları gelir. Feride de bunlarla birlikte bir deniz gezisine çıkacaktır. Fakat tam sokağa çıkacakları anda yağmur başlayınca bu geziden vazgeçerler. Çok tatlı ve şeytan bir kız olan Sabahat, misafirlerini eğlendirmek için fotoğraf albümlerini çıkarır. Arkadaşlarını etrafına toplar, onlara fotoğrafları göstermeye başlar. Feride, Kâmran’ın fotoğrafını görür, onun Münevver’le evlendiğini öğrenir.

Sabahat, bu fotoğrafın sahibiyle eğlenmedi bilâkis, çok alâka ve hararetle arkadaşlarına şu tafsilâtı verdi:
– Bu bey, Münevver teyzemin zevcidir. Geçen ilkbaharda İstanbul’dayken düğünleri oldu. Kendini görseniz acaba bu fotoğraf bir şey mi? Bir gözleri, bir burnu var ki, görülecek şey! Size daha tuhafını söyleyeyim: Bu bey, teyzelerimden birinin kızını severmiş. Bu kız, ufak tefek gayet hoppa, gayet şımarık bir şeymiş, hatta bunun için ismine Çalıkuşu derlermiş. Çalıkuşu, bu Kâmran Bey’i bir türlü istememiş. Gönül bu ya…

Nihayet, evlenmelerine bir gün kala, bir başına evden kaçmış, yabancı memleketlere gitmiş. Kâmran Bey, aylarca yemeden içmeden kesilmiş, bu vefasız kızı beklemiş. Hiç dönmeye niyeti olsa, gelin olacağı gece kaçıp gider mi? Münevver teyzem, kaynanasının elini öptüğü vakit oradaydım, ihtiyar hanımefendi, o bir dalda durmaz, acayip Çalıkuşu’nu hatırlamış olacak ki, çocuk gibi ağladı.

Bu tafsilâtı, arkamdaki piyanoya dayanarak hiçbir şey söylemeden, hiçbir hareket etmeden dinlemiştim. Kâmran, hâlâ albümün içinde bana gülüyordu. Gayet yavaş bir sesle; “Kalpsiz” dedim.

Sabahat, bana döndü:
– Çok doğru söylediniz, Feride Hanım, dedi. Bu kadar güzel, bu kadar nazik bir gence vefa etmemiş bir kıza kalpsizden başka bir şey denemez. (s.312-313)

Sabahat’tan kendi hikâyesini de dinleyen Feride’nin eski yaraları tekrar deşilmiş olur, içindeki nefreti şu şekilde defterine yazar: “Kâmran, ben senden nefret ediyorum. Öyle olmasaydı, bu haberi aldığım vakit ağlar, bayılır, matemini tutardım. Hâlbuki ben, ömrümde hiçbir gün bugünkü kadar gülmedim, etrafımdakileri bu kadar neşe ve şenliğe boğmadım.” (s.313) “Kâmran, ben senden nefret ettiğim için, yabancı memleketlere kaçmıştım. Şimdi, nefretim o dereceyi buldu ki, bu uzaklık kâfî gelmiyor, senin yaşadığın,
nefes aldığın dünyadan uzaklara kaçmak istiyorum.” (s.314)

Feride, iki üç günde bir Maarif Müdürlüğü’ne uğrayıp tayin işlerini kontrol etmektedir. Bir gün, Maarif Müdürü “Çok bekledin kızım, fakat talihine iyi bir yer çıktı. Seni Kuşadası memleketine göndereceğim.” (s.314) der. Feride, tayin emri gelinceye kadar köşkte kimseye bir şey söylemez. Fakat bu günlerde, Reşit Bey evin kalfasıyla Feride’ye evlenme teklifini bildirir. Bu olay üzerine Feride, bir iki güne kadar Kuşadası’na gideceğini, oraya nişanlısının da geleceğini ve orada evleneceklerini söyler.

Feride, aradığı huzuru nihayet Kuşadası’nda bulur. Görev yapacağı okulda, yaşlı bir kadın olan başöğretmen, mektebin yönetimini genç Feride’ye bırakır. Feride, canla başla çalışır, tüm öğrencilerin sevgisini kazanır. Çok geçmeden Birinci Dünya Savaşı başlar ve kumandanlığın emriyle okul, hastahane olarak kullanılır. Feride, okulda kalan birkaç kitabını almaya gittiğinde, daha önceden Zeyniler’de tanıştığı Doktor Hayrullah Bey’le karşılaşır. Feride, sevincinden çığlık atar. Hayrullah Bey alaylı bir ifadeyle, kendisini böyle diyar diyar gezdiren delikanlıdan bir haber olup olmadığını sorar, fakat Feride anlamazlıktan gelir. Feride, Hayrullah Bey’in teklifi üzerine burada hasta bakıcı olarak çalışmaya başlar.

Feride bir gün yaralılar arasında, Ç…’de kendisine evlilik teklifinde bulunan Yüzbaşı İhsan’la yüz yüze gelir. Yakınında patlayan bir bomba İhsan Bey’in yüzünün bir tarafını yakmış, bu yara onu korkunç derecede çirkin bırakmıştır. Feride tüm şefkatiyle ona yardımcı olur.

Feride, bir ara Hayrullah Bey’le şiddetli bir şekilde tartışır.

Demin İhsan Bey’den bahsediyorduk. Yüzünün onu fazla müteessir ettiğini söyledim. Hayrullah Bey, dudaklarını büktü:
– Hakkı var, ben, onun yerinde olsam, şuradan kendimi denize atardım. Öyle surat, balıklara yem olmaktan başka neye yarar? dedi.
– Ben, sizi başka türlü sanıyordum, doktor bey. Ruh güzelliği yanında yüz güzelliğinin ne ehemmiyeti olur? dedim.

Hayrullah Bey gülmeye, benimle eğlenmeye başladı:
– Lâkırdıdır o küçük, o suratla adama kimse metelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?

Şikâyet eder gibi yakasını silkeliyordu. İsyan ettim:
– Hayatımı bir parça biliyorsunuz, bazı esrarımı hemen hemen zorla benden çaldınız. Benim güzel, hem de çok güzel bir nişanlım vardı. Beni aldattı diye onu kalbimden silip attım, ondan nefret ediyorum.

Hayrullah Bey, yeniden bir kahkaha kopardı. Sonra beyaz kirpiklerinin içinde küçüle küçüle gülen mavi gözlerini ta kalbimin içine dikti:
– Bana bak küçük, dedi. Öyle değil, gözlerimin içine bak da söyle, onu sevmiyor musun?
– Ondan nefret ediyorum.

Çenemi tuttu, hâlâ gözlerime bakmakta devam ediyordu:
– Ah, zavallı küçük, sen onun için senelerden beri çıra gibi cayır cayır yanıyorsun. O hayvan, seninle beraber kendi kendine de yazık etmiş. Bu aşkı o, başkasında zor bulur.

Hiddetten sesim boğularak:
– Niçin bana bu ağır iftirayı reva görüyorsunuz, nereden biliyorsunuz? dedim.
– Hatırlarsın ya, seni o köyde gördüğüm gün bunu anladım, saklamaya çalışma nafile. Sevda, çocuk gözlerinden uyku gibi akıyor.

Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyordu. O, hâlâ söylüyordu:
– Başkalarının içinde yaşarken öyle herkese, her şeye yabancı bir hâlin, rüya gören insanlara mahsus dalgın, mahsun bir gülümseyişin var ki, yüreğimi yakıyor küçük. Sen, yaradılış itibarıyla bile herkesten başkasın. Esatir, buseden doğmuş, buse ile gıdalanmış, büyümüş birtakım perilerden bahseder. Bunları yalnız bir hayal zannetmemeli. Onların dünyada numuneleri vardır. Feridecik, sen onlardan birisin. Sen, sevmek, sevilmek için yaratılmış bir mahlûksun. Ah, deli kız, çok yanlış hareket etmişsin, ne olursa olsun, bu sersem oğlanın yakasını bırakmamalıydın. Mutlaka mesut olacaktın.

Bir isyan feryadıyla kıvrandım. Çırpınarak, ayaklarımı yere vurarak:
– Niçin bunları söylediniz? Benden ne istiyorsunuz? diye ağlamaya başladım.

O vakit, doktorun da aklı başına geldi:
– Doğru küçük, hakkın var, bunlar sana söylenecek şeyler değildi. Berbat bir halt ettik, affet beni küçük, diye beni teskin etmeye çalıştı.

Artık, darılmıştım, yüzüne bakmayı canım istemiyordu:
– Göreceksiniz, onu sevmediğimi nasıl ispat edeceğim, dedim. Şiddetle kapıyı kapayarak dışarı çıktım. (s.326-328)

Bu tartışmadan sonra Feride, İhsan Bey’e evlilik teklifinde bulunur. Fakat Feride’nin kalbinde Kâmran vardır. “O günden beri sen benim için bir yabancıydın, bir düşmandan başka bir şey değildin Kâmran!.. (…) Evet, niçin yalan söyleyeyim? Bütün nefretlerime, isyanlarıma, bütün o geçmiş şeylere rağmen, ben yine bir parça senindim.” (s.330) Feride’nin kendisine yaptığı evlilik teklifine çok sevinen İhsan, bu teklifin aşktan ziyade acıma hissinden kaynaklandığını söyler ve “on dakika sonra gözlerinde yaşlarla bedbaht bir ağabey, kimsesiz küçük bir kız kardeş gibi birbirlerinden ayrıldılar.” (s.332)

Savaş sona erdikten sonra, Feride yeniden okuluna ve öğrencilerine kavuşur. Başöğretmenin okuldan ayrılması üzerine Feride, okulun müdiresi olur. On dördüne girmekte olan Munise de çarşafa girecektir. Bir gün okul dönüşü, Munise’nin karşıdan gelen on altı-on yedi yaşlarındaki genç bir delikanlıya gülümsediğini görür. Tam bu günlerde Munise hastalanır, Hayrullah Bey’in tüm çabalarına rağmen kurtarılamaz. Munise’nin ölümü, Feride’yi derinden sarsmış, beyin humması geçirerek kendini bilmez bir hâlde on yedi gün yatmıştır. Bu sırada Hayrullah Bey, Feride’yi kendi evine götürmüş, on yedi gün boyunca başından ayrılmamıştır. Feride, bir parça kendine gelince Akdeniz’e karşı bir tepeciğin üstünde, kendi gibi incecik bir servinin altında yatan Munise’yi ziyarete gider.

Feride’nin nekahat dönemi yaklaşık kırk gün sürer. Nekahat döneminde Hayrullah Bey’in Alacakaya’daki çiftliğine giderler. Feride, bu çiftlikte güzel günler geçirir; çiftçilerle beraber süt sağar, ata biner, kırlarda gezer. Fakat bu arada Kuşadası’nda ve okulda dedikodular almış başını yürümüş, müfettişler Feride hakkında soruşturma açmışlardır. Çiftliğe gelen bir yazıyla her şeyi öğrenen Doktor, olup biteni Feride’ye anlatır. Onun, müfettişlerin bir yığın çirkin sorularıyla yıpranmasını istemeyen Hayrullah Bey, bunca dedikodudan sonra onun öğretmenlik yapmasını uygun görmez ve ona görevinden istifa ettiğine dair bir dilekçe yazdırır.

İhtiyar doktori, istifanamemi zarfa koyarak Onbaşıya verdi.

Bu kâğıt parçasına sadece ömrümün bir parçasını değil, gönlümün son bir tesellisini daha gömüyordum. Ne hazin, yarabbi, ne hazin!

Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi seversem ölüyor. İşte üç sene evvel bir sonbahar akşamıyla beraber ölen genç kızlık rüyalarım, kendi küçüklerim, sonra Munise, onun arkasından, belki kalbimin öksüzlüğünü avuturlar diye ümit ettiğim talebelerim. Yavrularını tehlikede gören bir ana kuş hırçınlığıyla üstlerine titrediğim bu şeyler, sonbahar yaprakları gibi birer birer sararıyor, dökülüyor. Daha yirmi üç yaşıma girmedim; yüzümden, vücudumdan çocukluğun izleri silinmedi; hâlbuki gönlüm, baştan başa bütün sevdiklerimin ölüleriyle dolu. (s.354)

Mahalle adına bir heyetin, Hayrullah Bey’i kaymakamlığa, evinde akrabasından olmayan bir genç kızla yaşıyor diye şikâyette bulunurlar. Feride ve Hayrullah Bey bunları öğrenince yıkılırlar. Feride hatıra defterine şu sözü yazar: “Hayata paçavra diyen meğer ne doğru söylüyormuş!” (s.350) Dedikoduların önüne geçmek için evlenmeye karar verirler. Kâmran’dan başka birinin karısı olmak, Feride için ölümden başka bir şey değildir. Feride hatıralarını yazdığı defterine son olarak veda niteliğindeki şu satırları yazar:

Karınca ayağı gibi minimini yazılarla dolan mektep defterimin son sayfalarına geldim. Ne hazin tesadüf? Sergüzeştimle beraber defter de bitiyor. Yeni bir deftere yeni hayatımı yazmak mümkün değil, artık söyleyecek neyim kalıyor ki? Hem yarın başkasının karısı olduktan sonra buna ne hakkım, ne cesaretim olacak. Öbür sabah başkasının odasında uyanacak genç kadının, hayatı bir parça nağme, birkaç damla gözyaşından ibaret olan Çalıkuşu ile ne alâkası kalacak?..

Çalıkuşu bugün, defterinin göz yaşlarından kirlenmiş sayfalarına dökülen sonbahar yaprakları içinde müebbeden ölüyor.

Bu son ayrılık saatinde niçin hakikati saklamalı? Bu okumayacağım defteri ben senin için yazdım Kâmran. Evet, ne söyledim, ne yazdımsa hep senin içindi. Yanlış, çok yanlış bir iş tuttuğumu bugün artık itiraf edeceğim. Ben, her şeye rağmen seninle mesut olabilirdim. Evet, her şeye rağmen seviliyordum, sevildiğimi de bilmiyor değildim; fakat bu, bana kâfî gelmedi. İstedim ki çok,
pek çok sevileyim, kendi sevdiğim kadar değilse bile -çünkü buna imkân yok- ona yakın sevileyim. Bu kadar sevilmeye benim hakkım var mıydı? Zannetmem Kâmran. Ben, küçük, cahil bir kızdım. Sevmenin, kendini sevdirmenin de bir yolu var, değil mi Kâmran? Hâlbuki ben bunları hiç, hiç bilmiyordum. Senin Sarı Çiçeğin -taş atmak için söylemiyorum Kâmran inan bana, mademki seni mesut etti, ben hayalimde onunla barışıyorum- kim bilir, ne kadar cazibeli bir kadındı? Kim bilir, sana ne güzel şeyler söylüyor, ne güzel mektuplar yazabiliyordu? Ben, belki senin çocuklarına, çocuklarımıza iyi bir anne olacaktım. Bu kadar.

Kâmran, ben, seni sevmesini senden ayrıldıktan sonra öğrendim. Hatta yaptığım tecrübelerle, başkalarını sevmekle sanma sakın. Gönlümün içindeki derin, hazin, ümitsiz hayalini sevmekle.

Zeyniler mezarlığının kenarlığında, rüzgârın sonbahara kadar haykırıp ağladığı uzun gecelerde, Çeçen arabalarının ince sesli, yanık çıngıraklarının titrediği bu ovalarda, Söğütlük bahçelerinin ılık iğde kokularıyla dolu yollarında, ben, hep seninle yüz yüze, senin hayalinin kollarında yaşadım. Yarın, karısı olacağım bîçare adam, beni zambak gibi masum bir kız zannediyor, ne yanlış!

Sevdanın hiçbiri, bu dul kadın ruh ve vücudunu benim kadar hırpaladığını, yıprattığını zannetmiyorum.

Kâmran, biz, asıl bugün birbirimizden ayrılıyoruz. Ben, asıl bugün dul kalıyorum… Bütün olan, geçen şeylere rağmen sen yine bir parça benimdin; ben bütün ruhumla senin…
(Feride’nin jurnali burada bitiyordu.)

Beşinci Kısım

Kâmran, eniştesi Aziz Bey’le birlikte bir arabayla eve doğru gelirken konuşmaktadır. Bir hayli durgun ve üzüntülü olan Kâmran, ilk gençliğinin birkaç kırık hatırasını aramak için on gün önce Tekirdağ’a gelmiştir. Kâmran, Feride köşkü terk ettikten sonra onun peşinden gitmek istemiş, fakat aradan hiç olmazsa altı aylık bir zaman geçmeden kendisini görürse büsbütün hırçınlaşır, vahşileşir yahut daha büyük bir delilik yapar korkusuyla baharı beklemiştir. Tam o sırada da hastalanmış ve üç ay yatakta kalmıştır. B…’de onu bulmaya gittiğinde ise Feride’nin bir bestekârı -Şeyh Yusuf Efendi- sevdiğini öğrenmiştir. Feride’den ümidini bütünüyle kesince de Münevver’le evlenmiştir. “O, bir hastaydı, benim yüzümden ölmesi mümkündü. Feride’den ümidi kestikten sonra, ona karşı olsun bir insanlık ve merhamet vazifesi ifa etmek istedim, o kadar.” (s.365) Evlendikten bir yıl sonra Münevver hastalanmış, üç sene hasta yattıktan sonra geçen kış ölmüştür. Kâmran’ın dört yaşında, Necdet adında bir oğlu vardır. Kâmran, Feride’yi hiçbir zaman unutmamış, onu çok sevmiştir. “Ben dünyada hiçbir şeyi, hiçbir insanı Feride kadar sevmedim.” (s.364) Kâmran’ın eniştesi Aziz Bey de Feride’yi unutamamıştır. “Ah Kâmran, şu Feride’ye nasıl kıydığını hâlâ aklıma sığdıramıyorum. Çalıkuşu’nun bülbül gibi sesini, gül yüzünü hatırladıkça hâlâ yüreğim sızlar. Aradan on sene geçti, hâlâ benim evin arkasındaki arka bahçeye bakmaya yüreğim tahammül etmez. Hani, ölsem gitsem, seni affetmeyeceğim Kâmran.” (s.364)

Kâmran ve Aziz Bey, eve yaklaştıklarında Müjgân’ın müjdesiyle karşılaşırlar. Kâmran o anda Feride’yi karşısında görür. “Kâmran, hayretle başını çevirdi, iç kapıdaki fenerden süzülüp gelen mavimsi aydınlığın içinde ta yakında Feride’nin ela gözlerini gördü. Bebeklerinden birer mavi yıldız parlayan bu gözler gülüyor, biraz solgun ve süzgün görünen bu güzel yüz gülüyor. Feride -altı seneden beri hayalperest gözlerini her yumdukça gördüğü gibi- ta yakınında, kalbinin içinde gülüyordu. Kâmran, hafifçe sallandı, güzel bir rüyayı kaybetmekten korkanlar gibi bir an gözlerini yumdu, yanında dayanacak bir yer aradı. Birbirlerine söyleyecek söz bulamıyorlar, sadece titreye titreye bakışıyorlar, dudaklarıyla birbirlerine gülümsemeye çalışırken gözleri yaşlarla perdeleniyordu.” (s.368-369) Feride, herkesi çok özlediğini, İstanbul’da biraz işleri olduğunu, kocasının kendisine iki ay izin verdiğini -gerçekte Hayrullah Bey üç ay önce ölmüştür- söyler.

O gece akşam yemeği âdeta bir düğün ziyafeti tadında geçer. “Senelerden sonra, bir daha görmekten ümit kestikleri bir günde yuvaya dönen Çalıkuşu oraya sadece biraz neşe değil, eski günlerinin rikkat ve muhabbet dolu bir parçasını da getirmiş gibiydi. Bütün yüzler gülüyor, bütün kalplerde -açık pencerelerden içeri dolan, lâmbaların etrafında dönen pervaneler, gece böcekleri gibi- bir şeyler titriyordu.” (s.371)

Kâmran’ın dört yaşındaki oğlu Necdet de, geldiği ilk günden Feride’ye ısınmış, onu çok sevmiştir. “Onları ayırabilmek için çocuğun, Çalıkuşu’nun kollarında uyuyup kalmasını beklemek lâzım geliyordu.” (s.379) Necdet, Feride’ye “anne” diye hitap eder. Geldikten birkaç gün sonra Feride, eski “Çalıkuşu” kimliğine kavuşur; yeniden haylazlıklar yapmaya, çocuklarla oynamaya, Kâmran’la şakalaşmaya başlar.

İki aylık beraberliğin bitiminden bir önceki gece Feride, Müjgân’ın yanına giderek bütün gerçeği açıklar. Kocası üç ay önce ölmüş, vasiyet olarak da Feride’nin ailesiyle barışmasını ve bıraktığı emaneti Kâmran’a vermesini istemiştir. Asıl geliş sebebi budur. Feride bıraktığı emaneti kendisi gittikten sonra Kâmran’a vermesini söylemesine rağmen Müjgân, o gece herkes uyuduktan sonra, elinde Feride’nin emaneti olan zarfla sessizce Kâmran’ın odasına gider. Olup biteni Kâmran’a anlatır.

– Kâmran biraz evvel Feride benim odama geldi. Hâlinde bir fevkalâdelik vardı: “Müjgân, dedi, bugüne kadar dünyada yalnız sana kalbimi açabildim. Senden daha yakın kimsem yok. Sana tevdi edilecek bir sırrım var, onu yarın, ben gidinceye kadar saklayacaksın, sonra söyleyebilirsin. Günün birinde birden bire geldiğimi gördüğünüz vakit, hayret ettiniz. Size, artık hasrete dayanamadığımı söyledim, bu da doğru. Fakat asıl sebep bu değildi. Ben burada dünyada en çok sevdiğim bir adama, üç ay evvel ölüm döşeği başında verdiğim vaadi yerine getirmek için geldim. Müjgân, size yalan söylemek mecburiyetinde kalmıştım. Ben, şimdi dul bir kadınım. Kocam üç ay evvel kanserden öldü.”

Feride, bu sözleri söylerken başını omzuma dayıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşları içinde devam etti:”Doktorum öleceği gün beni yanına çağırdı. Feride, dedi. Artık zaruret çekmenden korkmuyorum. Çünkü, nem varsa sana kalıyor. Senin gibi sade, sakin bir kadını, ömrümün sonuna kadar rahatlıkla geçindirir. Fakat başka bir şey var, Feride. Kimsesiz bir kadının zengince de olsa, yalnız yaşaması kolay değil. Sonra para başka, şefkat yine başka. Feride, benim rahat öldüğümü istiyorsan şimdi bana yemin et. Ben öldükten sonra İstanbul’a ailenin yanına döneceksin. Eğer daima onlarla beraber kalmak istemiyorsan hiç olmazsa üç ay, iki ay onlarla beraber kal. Dünyanın ucu uzundur. Belki bir gün onlara işin düşer. Yahut günün birinde bir parça aile şefkatine ihtiyaç duyarsın. Hasılı, Feridecik, senin ailenle barışacağından emin olursam, rahat rahat öleceğim, gözüm arkada kalmayacak.”

“Bu son arzuyu yerine getireceğimi ağlaya ağlaya söyledim. Fakat doktorum bunu da kâfî görmedi. Eski nişanlımla da barışmamı istiyor, bir gün onun,
benim için belki bir büyük kardeş olacağını söylüyordu. Elimle Kâmran’a teslim edilmek için bana mühürlenmiş bir paket verdi:
– Bunun içinde bir eski gönül kitabı var ki, beni vaktiyle çok müteessir etmişti. Onu mutlaka eski nişanlının okumasını istiyorum. Bunu bu şekilde ona teslim edeceğine yemin et, dedi.

Hakikat işte bu Müjgân. Şimdi her şeyi biliyorsun. Doktorcuğum saf ve temiz bir adamdı. Beni ailemle barıştırmakla hayatımın yetimliğine bir deva bulacağını zannediyordu. Bîçare, bunun benim için ne kadar acı olacağını tahmin edemedi. Doktorumu Munise’nin yanına bıraktıktan sonra, İstanbul’a geldim. Orada öğrendiğim şeyler bu vasiyeti yerine getirmenin çok müşkül olcağını bana gösterdi. Kâmran’ın karısının vefatını yeni öğreniyordum. Sonra, benim için bazı fena sözler çıktığını haber alıyordum. Kâmran’ın karısı sağ olsaydı, benim kocası yeni ölmüş bir dul kadın sıfatıyla birkaç gün aile ocağına misafir olmam tabiî görülebilirdi. Hâlbuki şimdi hepiniz, hatta Kâmran, hatta sen, Müjgân -sen ki beni herkesten iyi tanıdın- benim için ne fena şeyler düşünecektiniz. Senelerce bir başına gezdi, dolaştı, türlü maceralarla dolu, kim bilir, ne adî hesaplarla kendini ihtiyar bir adama sattı? Şimdi eski nişanlısının yeniden serbest kaldığını haber alınca yine o adî hesaplarla aramıza, beş sene evvel haksız lânetlere, hakaretlere boğarak ayrıldığı o ocağa, o nişanlıya döndü, diyecektiniz. Böyle düşünmeyecek kadar merhametli ve hassas olanlarınız karşısında bile ezilecektim.”

Müjgân, gittikçe artan bir heyecan ve teessürle söylemekte devam ediyordu:
– Ah! Kâmran, Feride’nin kollarımda ne ümitsiz göz yaşlarıyla çırpınarak bunları söylediğini işitseydin! Hele şu son sözlerini dünyada unutmayacağım. Feride dedi ki:
“Benim hangi perişan hislerle aile ocağından kaçtığımı, hayatımın ne elemlerle dolduğunu, hangi mecburiyetlerin sevkiyle evlendiğimi anlatmaya imkân yok. Yaşı yirmi beşe girmiş, beş senelik hayatının bir kısmını maceralar içinde sürüklemiş, bir kısmını kocasının evinde geçirmiş bir kadın; yüzüne, vücuduna bir erkek dudağı sürülmemiş bir genç kız olduğunu iddia ederse herkes güler. Herkes ona adî bir yalancı der, değil mi, Müjgân? Aksini ispata imkân yok. daha ziyade söylemeyeceğim. Doktorun Kâmran’a bıraktığı paketin ne olduğunu bilmiyorum. Fakat belki içinde olmayacak bir şey saklıdır. Son arzusunu bu kadar üzüntü, bu kadar ıstırapla yerine getirdim. Fakat, bunu yapmaya kuvvetim kalmadı. Onu, ben yarın vapura bindikten, her şey bittikten sonra Kâmran’a verirsin.” (s.391-393)

Müjgân, bir süre sustuktan sonra çocuk gibi ağlamaya başlar, Kâmran’a “Onu artık bırakmayacağız. Kâmran, lâzım gelirse zorla tutacağız. Mazideki vakalar ne olursa olsun, artık sizin ayrılmamanız lâzım, görüyorum ki dayanamayacaksınız.” (s.393) der. Kırmızı mumla mühürlenmiş büyük bir zarfı Kâmran’a teslim eder. Müjgân odadan çıkmaya hazırlanırken, Kâmran ondan kalmasını ister. Kâmran, zarfı açar. İçinden bir mektupla bir büyük zarf çıkar. Mektup, Kâmran’a yazılmıştır.

“Kâmran Bey oğlum,
Size bu kâğıdı yazan adam, ömrünün birazını kitaplarına, bir parçasını da hayat denilen bu kör dövüşün yaralılarına vakfetmiş münzevî, mürdümgiriz bir ihtiyardır ki, mektubunun elinize değmesinden epeyce zaman evvel dünyaya ‘yuf borusunu’ öttürmüş olacak. Pek sevgili bir bîçareye son bir iyilik etmek ümidiyledir ki, son nefesinde size bu satırları yazmak zahmetini ona ihtiyar ettirdi. Dinleyiniz:

Bir gün ücra bir köyün, viran bir evinde aydınlık kadar temiz, hülya gibi güzel bir küçük İstanbul kızına tesadüf ettim. Kara kış ortasında karın lapa lapa yağdığı bir gece, odanızın penceresini açsanız, size karanlıktan bir büllbül sesi gelse ne duyarsınız? İşte ben, o dakikada bunu duydum. Bu masum, nazik, kibar kız çocuğunu, kudretin bu güzel ve nadide süsünü hangi mel’un talih veya tesadüf, bu karanlık köyün mezbelesine atmıştı? Ruhu ağlarken hikâyeleriyle aldatmaya çalışıyordu. Ah zavallı küçük kız! Ben, senin İstanbul’da bıraktığın gafil, aptal sevgilin miyim ki, bu ağızları yutayım? Uykuya doymadan uyanmış çocuklar gibi mahmur gözleri, nereye bastığı görünmeyen savruk hâlleri, bir hayali dudağın busesiyle titriyor gibi görünen dudakları, bir hayalî kucağa sokuluyor hissini veren tavurları, hareketleri bana her şeyi anlattı.

Eski zaman masallarının Leyla’yı aramak için sahralara düşen Mecnun’unu ara sıra tatlı bir rikkatle hatırlardım. Bugünden sonra onu bıraktım. Yeni zamanların mezarlıklarla dolu, karanlık köylerinde bir imkânsız aşk rüyası arayan bu berrak elâ gözlü, ipekli renkli masum, kibar küçük “Leyla”sını sık sık hatırlamaya başladım.

İki sene sonra ona tekrar tesadüf ettim. Hastalık durmuyor, yavrucağı için için yiyip bitiriyordu. Ah, ilk gördüğüm gün onu niye atımın terkisine bindirmemiş, niye ite kaka, zorla İstanbul’a, evine getirmemiştim?.. Gaflet!..

İkinci tesadüfümde iş işten geçmiş bulunuyordu. Siz evlenmiştiniz. Çocuktur, gençtir, belki zamanla unutur diyordum. Bir hastalığı esnasında tesadüfen elime geçen bir defter, bu yaranın ne kadar derin olduğunu bana gösterdi. Bu deftere bütün hayatını yazmıştı. O vakit, ümidimi kestim, onu kendi çocuğum gibi tedavi etmek istiyordum. İnsanların fesadı, fitnesi buna da imkân vermedi. Bu aralık iyice bir adam bulup onu evlendirmeyi düşündüm. Fakat, bu tehlikeliydi. Kocası ne kadar insan adam olursa olsun ondan aşk isteyecekti. Gerçi kızcağızım bunun için doğmuştu, bunun için ölüyordu, fakat bir yabancının aşkı, onun için bir hazin angarya olacaktı. Birisini severken bir başkasının kollarına düşmek, belki onu öldürecekti. Bu tehlike karşısında çaresiz, onu nikâhım altına aldım. yaşadıkça müdafaa edecektim. Öldükten sonra da benim beş on kuruş servetim; üç beş parça emlâkım onu geçindirip gidecekti. Şüpheli kız olarak yaşamaktansa, emin bir dul olarak yaşamak onun için daha kolay olacaktı. Bunların hepsinden fazla olarak da bir gün asıl emeline vasıl olması ihtimali vardı. Hayatta imkânsız ne var ki? Nitekim, karınızın vefatı, benim bu ümidimi canlandırdı. İstanbul’dan, sizden daima haber alıyordum. Bu vefat, sizi çok yaralayıp müteessir etmiş olabilir. Fakat ben de öyle oldum, dersem, riyakârlık olur. Münasip bir çare düşünüyordum. Feride’yi bir budalalıktan ibaret olan nikâh kaydımdan boşayacak, doğrudan doğruya size iade edecektim. İnsanlar, bilmem bu hareketime ne der? Herhâlde ben insanların hakkımda söyleyeceği, düşüneceği şeylerin üstüne çoktan tükürmüş bir adamım. İşte bu esnada hastalığım artmaya başladı. Nihayet üç dört ay içinde meselenin kendi kendine hâlledileceğine aklım erdi. Fazla söylemeye bilmem hacet var mı? Bir bahane ile Feride’yi ayağınıza gönderiyorum. Mektubumu eliyle teslim edeceğinden şüphem yok. Tabiatını iyi öğrendim, tuhaf bir kızcağızdır. Belki titizlik filan etmeye kalkar, kat’iyen aldırma, öleceğini bilsen bırakma. İcap ederse zorla kadın kaçıran dağ erkekleri kadar vahşi, kaba ol ki, kollarında ölse zevkinden ölmüş olacak.

Şunu da tasrih edeyim ki, bu işte seni zerre kadar düşünmedim. Hani, gönlümün rızasıyla sana, Feride gibi nadide bir kız değil, evimin kendisini bile teslim etmezdim. Fakat gel gör ki, bu deli kızlara söz
anlatmak kabil değil. Sizin gibi toy, kalpsiz adamların nesini severler bilmem ki?..”

Merhum Hayrullah

“NOT: Zarfın içinde Feride’nin defteri var. Geçen sene çiftliğe giderken onu, içinde bulunduğu sandıkla beraber yok etmiş “arabacılar çalmış olacak” diye bir lâkırdı çıkarmıştım. Buna çok üzüldüğünü hissettim. Fakat sesimi çıkarmadım. Bu defterin bir gün olup işe yarayacağını düşünmekte ne kadar isabet etmişim! (s.394-396)

Müjgân’la Kâmran, gece yarısı okumaya başladıkları Çalıkuşu’nun mavi kaplı mektep defterini ortalık ağarmaya yakın bir vakitte bitirirler. Kâmran, defteri tekrar tekrar öper. Müjgân, defterin mavi kabını lâmbaya yaklaştırdığında, defterin bitmediğini, kabın üstünde de yazıların olduğunu görür. Tekrar okumaya başlarlar. Feride bu satırları evlendiği gecenin sabahında yazmıştır. Düğün merasiminden sonra Hayrullah Bey, bir ara dışarı çıkar. Akşamüstü eve gelir. Akşam yemeğinden sonra bir köşeye çekilerek kitap okumaya başlar. Feride, bir baba gibi sevdiği adama, kadınlık yapacağını düşündükçe bunalır. Hayrullah Bey’in kendisine o gözle baktığını zanneder.

Kenarını işlemekle uğraştığım mendilin üstüne başımı daha ziyade eğdim. Ah, bu ihtiyar doktor! Onu ne kadar sevmiştim. Şimdi ne kadar nefret ediyordum. Demek acıdan, mihnetten bunaldığım vakit başımı omzuna koydukça o… Bu beyaz kirpikli masum mavi gözler, demek bana bir kadın, bir zevce gözleriyle bakmaya tahammül ediyordu. Saat on biri çalıncaya kadar bu acı düşünceler içinde bunaldım. Nihayet doktor, kitabını masanın üzerine bırakarak gerindi, esnedi:
– Ey, Gelin Hanım, yatak vakti geldi. Haydi bakalım, diye ayağa kalktı. Ellerimden iğnem, yumaklar dökülerek ayağa kalktım, masanın üstünde duran şamdanı aldım.

Camı kapamak bahanesiyle pencereye yaklaştım, uzun uzun karanlığa baktım. İçimden öyle geliyor ki, usulcacık bu odadan kaçayım, karanlık yollara düşeyim.
Doktor:
– Gelin Hanım, sen fazla daldın. Haydi bakalım, doğru yukarıya. Ben onbaşıya bir şey söyleyeceğim, geliyorum, dedi.

İhtiyar sütnine ile bir komşu kadın elbisemi değiştirdiler. Tekrar şamdanı elime vererek beni kocamın odasına gönderdiler. Hayrullah Bey, daha aşağıda idi. Bir dolabın kenarında ayakta duruyor, göğsümü soğuktan muhafaza eder gibi kollarımı kavuşturuyordum. O kadar titriyordum ki, şamdan sallanıyor, ara sıra saçlarımın ucunu yakıyordu. Nihayet, merdivenlerde, sofada bir ayak sesi. Hayrullah Bey, bir şarkı mırıldanarak, ceketini çıkararak içeriye girdi. Beni görünce şaşırmış gibi:
– Kız, sen daha yatmadın mı? dedi.

Cevap vermek için ağzımı açtım. Fakat dişlerim birbirine çarptı. O, yanıma yaklaşmıştı. Hayretle yüzüme bakıyordu.
– Kız bu ne hâl? Sen benim odamda ne arıyorsun?

Birdenbire gür bir kahkaha odayı sarstı:
– Kız, sakın buraya!..

Sözünü bitiremiyor, gülmekten tıkanıyordu. Ellerini dizlerine vurup şakırdatarak, parmaklarını toplayıp ağzına götürerek:
– Demek sen buraya… Vay aşifte vay! Sahiden karı koca olduk diye ha?.. Tuu utanmaz, arlanmaz!.. Allah cezanı versin! İnsan, babası yerindeki adama…

Oda, etrafımda fırıl fırıl dönüyor, tavanlar başıma yıkılıyordu. O, parmağını ısırıp utancından âdeta kızararak:
– Vay fesat yürekli aşifte vay! Kız, böyle gecelik gömleğiyle odama gelmeye utanmadın mı?

Bu dakikada kendimi görmek isterdim. Kim bilir, kaç çeşit rengi girmiştim?
– Doktor Bey, vallahi, ne bileyim öyle söylediler.
– Haydi, onlar o haltı yedi, ya sen?.. Dünyada her şey aklıma gelirdi, bu yaştan sonra namus ve iffetime böyle bir yüzsüz kızın tecavüz edeceğini zannedemezdim!

Ah, yarabbi, ne işkence? Yerlere giriyor, kanatacak gibi dudaklarımı ısırıyordum. Ben, kımıldadıkça o, yalandan şirretlik ediyor, pencereye doğru kaçıp fanilâ gömleğinin yakasıyla boynunu saklayarak:
– Kız, üstüme gelme, korkuyorum. Vallahi pencereyi açar, yetişin a dostlar, bu yaştan sonra bana…

Ötesini dinleyemeden kapıdan kaçıyordum. Fakat bilmem ne oldu, birdenbire döndüm. Kalbimin o daima itaat edilmek lâzım gelen hareketlerinden biriyle:
– Babam, benim babam, diye feryat ettim, ağlayarak kendimi kollarına attım.

O da kollarını açmıştı, aynı derin kalp feryadıyla:
– Kızım, çocuğum, dedi.

O dakikada alnımda titreyen baba öpücüğünün lezzetini ölünceye kadar unutmayacağım.

Odama girdiğim zaman, hem ağlıyor, hem gülüyordum. O kadar gürültü ediyordum ki, doktor yanımdaki odanın duvarını vurdu:
– Kız evi yıkacaksın, o ne gürültü? Fesatci komşular kabahati bana bulurlar. Bunak, sabaha kadar gelini bağırttı, derler ha! diye seslendi.

Mamafih kendi de benden az gürültü etmiyordu. Odasında dolaşıyor:
– Bu ahir zaman kızlarından ırzımız, iffetimiz sana emanet yarabbi! diye şirret şirret bağırıyordu. O gece, on defa, o odasında, ben odamda uyanık; duvarları vurarak, horoz, kuş, kurbağa taklitleri yaparak birbirimizi uyutmadık.

İşte gelin olduğum gecenin hikâyesi. Doktorcuğum o kadar temiz hisli, temiz yürekli bir adam ki, bana evlenmemizin bir sözden ibaret olduğunu söylemeyi bile lüzumsuz görmüştü. Ben, ona nispet ne kadar koket ruhluymuşum, yarabbi? Ulvî arkadaşlığımızda o, erkekliğini unutmuştu. Fakat, ben kadınlığımı unutmamıştım. (s.398-401)

Feride, o gece sabaha karşı uyuyabildiği için ancak öğlen vakti uyanır. Hemen Müjgân’ın yanına gider ve kendisini erken uyandırmadığı için ona kızar. Müjgân, babasının o işle ilgilenmek için limana indiğini söyler. Hâlbuki gerçekte Aziz Bey’le Kâmran nikâh kıymak için kadıya gitmişlerdir. Bu sırada, komşularından biri Feride’yi son bir ayrılık ziyafetine çağırır. Teyzelerinin ısrarı üzerine yemek davetine giderler. Saat üçe doğru sahili gözleyen Feride, bir vapurun yanaştığını görünce yüreği ağzına gelir. Yerinde duramaz, Müjgân’la beraber kestirme bir yoldan eve doğru koşmaya başlarlar. İçeri girdiklerinde Feride kan ter içindedir.

Aziz Bey’le Kâmran, onları ikinci katın sofasında karşıladılar. Aziz Bey, eliyle odayı göstererek:
– İki münasebetsiz misafir geldi, gürültü etmeyin, dedi.

Sonra, Feride’yi süzerek:
– Bu ne hâl, küçük hanım, kan ter içinde kalmışsın? dedi.

Sonra gülerek ona yaklaştı, çenesinden tutup gözlerine bakarak:
– Vapur geliyor amma, sana hayrı yok. Kocan razı olmuyor…

Feride, süratle geri çekilerek, şaşkın şaşkın:
– Enişte, ne diyorsun? dedi.
– Kocan o kızım, ben karışmam!

Feride, hafif bir feryatla ellerini yüzüne kapadı. Düşecekti, fakat bir el bileklerinden tuttu. Gözlerini tekrar açtı… Kâmran’dı.

Aziz Bey, heyecanlı bir kahkahayla:
– Ha şöyle, nihayet kafese girdin mi Çalıkuşu? Haydi bakayım, çırpın bakalım, çırpın! Bak, artık para eder mi?

Feride, yüzünü kapamak istiyor, fakat bileklerini Kâmran’dan kurtaramıyor, başını sallamak için kıvranıyor, onun göğsünden, omzundan başka bir yer bulamıyordu. Aziz Bey, aynı heyecanlı bir kahkahayla:
– Etrafındakiler sana tuzak kurdu, Çalıkuşu; bu Müjgân haini esrarını sattı. Allah gani gani rahmet eylesin, merhum senin defterini Kâmran’a göndermiş. Ben onu aldığım gibi kadıya gittim. Kaleminden çıkmış bazı parçaları gösterdim. Kadı, geniş kafalı adam, hemen nikâhı kıyıverdi; anlıyor musun Çalıkuşu? Bu adam, artık kocan, seni bir daha da bırakacağa benzemiyor.

Feride o kadar kızarmıştı ki, yüzünün rengi elâ gözlerine vuruyor, gözbebeklerinin içinde kızıl yıldızlar titreşiyordu.
– Haydi Çalıkuşu, nazlanma artık, görüyoruz ki, saadetten bayılıyorsun, “Fena etmedin enişte, ben bunu istiyordum de!” dedi.

Aziz Bey, yarı zorla ona bu sözleri tekrar ettirdi. Sonra oda kapısını açarak muzaffer bir kahkahayla:
– Şeriat vekilliğine sahibim efendim. Çalıkuşu, pardon Feride Hanım namına  işte şu Kâmran Bey’i evlendiriyorum. Duayı edin, biz âmini burada deriz, dedi.

Sonra, Feride’ye:
– Nasıl Çalıkuşu? Parmak kadar yumurcak, bizi senelerce oynatırsın ha! Gördün mü, kaç türlü hile yaptım sana?
Bahçeden çocuk sesleri geliyordu.

Aziz Bey:
– Şimdi tebrikler, el öpmeler uzun sürer. Hepsi kalsın. Kendi elimle müthiş bir düğün sofrası hazırlayacağım. Haydi oğlum, bizim gevezeliklerimizden size fayda yok. Elbet konuşacaklarınız vardır. Şu dar, arka merdivenden karını kaçır. Ta uzağa, istediğin yere kadar, sonra beraber dönersiniz.

Kâmran, Feride’yi hemen kollarında uçurarak merdiven kapısına koşarken Müjgân arkalarından yetişti. İki arkadaş ağlaşa ağlaşa öpüştüler. (s.403-404)

Merdivenin bir yerine Feride’nin eteği takıldı. Nefes nefese bir dakika durdular. Genç kız eteğini kurtarmaya çalışırken Kâmran kesik kesik:
– Feride, sen benim olasın! İnanamıyorum. Benim olduğuna kalbimi inandırmak için senin ağırlığını duymaya ihtiyacım var, dedi.

Dudaklarında kesik, tutuk nefesler, vücudunda derin ürpermelerle çırpınan Feride’yi zorla -küçük bir çocuk gibi- kucağına aldı, yüzü onun bozulmuş çarşafından uçan saçları içinde, ağırlığıyla kuvveti artmış, hareketleriyle kanı tutuşmuş, merdivenleri inmeye başladı. Genç kız, vücudunda bir uçuruma yuvarlananların ılık titreyişiyle kendini bırakıyor, hem gülüyor, hem ağlıyordu. Kapının yanındaki küçük taşlıkta yalvarmaya başladı:
– Hâlime bak Kâmran. Bu hâlle nasıl dışarı gideriz? Müsaade et, bir dakika odama çıkayım, üstümü değiştireyim, şimdi gelirim.

Kâmran, onun bileklerini bırakmıyor:
– İmkân yok, Feride. O bir defa oldu. Seni bir kere ele geçirdikten sonra tekrar bırakmam, diye gülüyordu.

Genç kız, artık uğraşmaya takati kalmamış gibi başını Kâmran’ın göğsüne koydu, yüzünü saklayarak utana utana itiraf etti:
– Gittiğime benim de pişman olmadığımı mı zannediyorsun?

Kâmran, onun yüzünü göremiyor, yalnız çenesini, dudaklarını okşayan, seven parmaklarına sıcak gözyaşı damlalarının düştüğünü duyuyordu. (s.405)

On sene evvel Feride’yi burada ilk gördüğü bağ yoluna geldikleri vakit Kâmran, onu hafifçe omuzlarından tuttu:
– Sen burasını belki hatırlamazsın, Feride, dedi.

Genç kız, yolun derinliklerine dikkatle bakarak gülümsüyordu.
– Bu bakışta manalar var, demek hatırlıyorsun?

Feride hafifçe içini çekti, bir eski hülyaya gülümser gibi derin, dalgın nazarla Kâmran’ın yüzüne baktı:
–  O dakikada ne kadar sevinmiştim, unutur muyum hiç? dedi.

Genç adam, bu başın çevrilmemesi, bu gözlerin gözlerinden ayrılmaması için onu çenesinden tuttu, ağır, derin bir sesle:
– Feride, dedi. Bizim bütün sergüzeştlerimiz burada başlıyor. Beni dinle, öyle görüyorum ki, bu gözler artık beni anlayabilecek kadar ıstırap çekmiş ve düşünmüş. Seni sevmeye başladığım vakit; gülmeden, eğlenmeden başka bir şey düşünmeyen, hafif, yaramaz bir kız çocuğu, ışık gibi, ses gibi elde durmasına imkân olmayan bir Çalıkuşu’ydun. Sana karşı derin bir zaafım vardı. Her sabah uyandığım vakit, aşkımı kalbimde biraz daha büyümüş buluyordum. Bu derin zaaf, beni hem utandırıyor, hem korkutuyordu. Zaman zaman öyle bakışların, öyle sözlerin vardı ki, kalbimi derin ümitlerle çırpındırıyordu. Fakat sen, çabuk değişiyordun. Bu gülen, eğlenen çocuk gözlerinin içinde uyanan nazik hassas genç kız ruhunun görünmesiyle kaybolması bir oluyordu. “Bir çocuk, beni mümkün değil, anlamayacak, hayatımı kıracak…” diyordum. Hayatını, gönlünü bu kadar derin bir vefa ile bana vakfedeceğini ümit edemiyordum. Sen, belki beni görünce; uçan rengini, titremeye başlayan bu güzel dudaklarını saklamak için benden kaçıyordun. Ben, bunu bir Çalıkuşu hafifliği sanarak kendimi yiyip bitiriyordum. Söyle bana Feride, bu kadar derin bir vefayı, bu kadar ince bir ruhu, bu küçük Çalıkuşu göğsünün neresine saklamıştın?..” (s.406-407)

Feride, bütün vücudu titreyerek ayaklarının ucunda yükseldi, genç adamı omuzlarından çekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarında toplanmış boynunu uzattı.

Bir dakika sonra ayrılmışlardı. Feride, uzun bir susuzluktan sonra berrak bir dereden kana kana su içen bir kuş gibi canlanıyor, ayağını yere vurup yüzünü göstermemek için bir yandan bir yana çevirerek:
– Ne ayıp, yarabbi, ne ayıp! Sen sebep oldun vallahi sen sebep oldun, diye hırçınlaşıyordu.

Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşu ötüyordu. (s.408)

–  S   O   N  –