Kırgızistan’ın başkenti Bişkek yakınlarındaki Çontaş civarında 1991 yılında toplu bir mezar bulunur. Bu mezarlığa, Rus lideri Stalin baskısı zamanında tutuklanarak topluca kurşuna dizilenlerin defnedildiği anlaşılır. Mezarlığın olduğu yerde, “Selvi Boylum Al Yazmalım” ve “Beyaz Gemi” gibi eserlerin sahibi dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un babası Törökul Aytmatov dâhil öldürülen dört kişiye atfedilen suçlar içeren iddianame bulunur.Yıllar sonra bulunan bu iddianameyi içeren belge, yarım asır toprak altında kalmasına rağmen çürümeden 1930’lu yıllarda yapılan zulmün yüzünü günümüzde göstermeye yardım eder. Aynı zamanda 1938 yılının Kasım ayında gerçekleştirilen olayı da tastikler. 1938 yılı Kasım ayının başında Moskova’dan, Sovyet yüksek mahkemesinin askeri hâkimleri Alekseev, Zaytsev ve başkan olarak Batner, rejim muhaliflerini yargılamak üzere Bişkek’e gelirler. 5- 8 Kasım 1938 tarihlerinde mahkemenin üyeleri, 40 mahkûma ölüm cezası kararı verirler ve bu kararın geciktirilmeden uygulanması gerektiğini ifade ederler. Zaten tam o günlerde tutuklama ve idamlarla ilgili olarak Dvoyka ve Troyka hapishanelerinde de çok yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmaları yapan hâkimler, 1930’lu yılların ikinci yarısında Üst Düzey Sovyet Partisi’nin onayıyla İçişleri Halk Komitesine bağlı çalışıyorlardı. Hapishanelerde ne ile suçlandıkları bile belli olmayan 97 mahkûm bulunuyordu. Bu 97 mahkûmla beraber tutuklanan 40 kişinin, yani toplam 137 mahkûmun, ortadan kaldırılmasına karar verilir. İçişleri Halk Komitesinin verdiği karar listesinde 5 Kasım’dan 8 Kasım’a kadar kurşuna dizilen 137 kişinin kaydı bulunmaktadır. Kazı sırasında ise 138 kafatası bulunur. Ancak bu 138. kafatasının kime ait olduğu ile ilgili bugüne kadar net bir bilgiye ulaşılamamıştır. SSCB Merkez Yürütme Komitesinin 01.12. 34 tarihli N- 58 maddesine göre alınan infaz kararının en kısa zamanda yerine getirilmesi gerekiyordu.
Ölüm cezası verilen tüm tutuklular, hapishanenin bahçesine çıkartılarak ardı ardına infaz edilir. Ölüler yük arabalarına yüklenip, üzerlerine kalın tente kapatılarak, sabaha kadar şu anki Toktogul ve Logvinenko sokaklarından geçirilerek Çontaş’a doğru taşınırlar. Yük arabalarının geçtiği köylere barikatlar kurularak (şu anki Taş- Döbö) orada yaşayanların dışarı çıkmaları da önlenir. Buna rağmen insanlar, bir yolunu bularak üst üste dizilmiş olan tezeklerin arasındaki deliklerden dahi olsa geçen arabaları görürler. Halk arasında “Kırgızlar’ın kaymaklarını yani dahileri toplayarak öldürdüler ve gömmeye gidiyorlar” gibi söylentiler çıkmaya başlar.
Bekçi Abıkan’ın kızına vasiyeti
Sovyetler Birliği döneminde, ünlü dinlenme yeri Çontaş Kayak Tesisleri’nin binalarında 1930’lu yıllarda GPU (Ana Siyasi Yönetim Başkanlığı) ve İçişleri Bakanlığı’nın yazlığı bulunuyordu. Oradaki yazlıkta 1932’den 1940’a kadar bekçi olarak çalışan Abıkan Kadıraliyev çağrıldığı zaman 2 veya 3 günde bir yazlığa giderek oradaki işleri hallediyordu. Abıkan, eve döndüğü zaman kimseyle konuşmayarak yaşadıklarını içine atıyordu. Abıkan, 15- 20 gün geçtikten sonra ailesini geri Çontaş’a götürmeye karar verir. Gitmeden önce ise eşi ve çocuklarına tembihte bulunur: “Gittiğimizde orada bazı değişiklikler olmuş olabilir. Fakat siz hiçbir şey olmamış gibi davranın. Kimseye bir şey sormayın…”
Çontaş’a yaklaşırlarken, Abıkan’ın kızı Bübüra, kerpiç fabrikasının yerinde yüksek bir tepeciğin meydana geldiğini farkeder. Çocukluğuna aldanarak, onca hatırlatmalara rağmen “Baba, hani fabrika nerede?” diye sorar babasına. Babası ise kızına “Kızım artık fabrika filan yok. Ben sana hiç bir şey bilmiyormuş gibi davran ve hiç kimseden hiç bir şey sorma demedim mi? Biliyorum sen her şeyi bilmek isteyen, meraklı kızsın. Ama oradakilere en ufak bir şey çaktırırsanız, başta ben olmak üzere hepimiz öldürülürüz. Bunu mu istiyorsunuz?” diye çıkışır.
Bir gün gece, Abıkan’ın, o tepeye giderek kerpiç fabrikasının ocağının yanında gizli gizli Kuran okuduğunu, ağladığını ve huyunun değişerek sinirli bir hal aldığını fark eder ailesi. Bu arada baharın gelmesi ve havaların ısınmasıyla birlikte tepecikten tahammül edilemeyecek kadar ağır kokular gelmeye başlar. Burada bir şeylerin yaşandığını, bir muammanın olduğunu hisseden Bübüra, babasına hep sorular sormaya devam edip durur. Babası ise kızını azarlayarak açıklamada bulunmaz.
Aradan 35 sene geçer… 1973 yılında Abıkan Kıdıraliyev ölüm döşeğinde yatarken yanında bekleyen kızı Bübüra’ya Stalin baskısında öldürülenleri kimseye söylemeden ve yerini kimselere gösteremeden ölüp gideceğinden korktuğunu söyleyerek “Kızım, orayı bir tek sen biliyorsun. Elbet ileride bir gün bu sistem değişecektir. İşte o zaman masum olarak öldürülen o şehitlerin ailelerine ve topluma bu gerçekleri anlat. Bu benim boynumda bir borç olarak kalmasını istemem. Sana vasiyet ediyorum” der.
Bu vasiyetin ardından Abıkan vefat eder. Beklenen gün 18 yıl sonra 31 Ağustos 1991’de gerçekleşir. Bugünlerde 20. yılını halkıyla beraber coşkuyla, 7’den 77’ye herkesin katılımıyla kutlayan Kırgızistan’ın bağımsızlığının kazanıldığı ve Bübüra’nın babasının hayal ettiği gün nihayet gelmiştir. İşte tam sırası diye, Bübüra Rus İstihbarat Servisi KGB’ye giderek, Stalin döneminde öldürülen insanların yattığı yeri göstermeye hazır olduğunu söyler. Fakat oradaki idareciler, bu habere pek itibar etmezler. Çünkü bunu ispatlamak için ellerinde yeterli bir delil yoktur. KGB’nin Olağanüstü Hal Bakanlığı Komisyonunu desteklediği her halinden bellidir. Bübüra, diğer devlet idarecilerine ve şehitlerin ailelerine mektup yazarak yıllardır sakladığı bu sırrı paylaşır. Stalin döneminde öldürülenlerin şehre yakın bir yere gömüldüğü hakkında söylentiler vardır. Tam olarak yerini kimse bilmese de Bübüra’ya da inanmazlar.
Bütün bu ilgisizliğe rağmen Bübüra mücadelesine devam eder. Bir yandan babasının vasiyetini yerine getirmek, diğer yandan da kendi insanlık borcunu ödemek için bu işi sonuna kadar götürür. Bübüra, KGB’de çalışan Bolot Abdurahmanov adındaki bir delikanlıyla görüşür. Mezarlığı araştırmak Bolot’un görevi değildir hatta ilgi alanına da girmez. Ama o, Bübüra’nın söylediklerine inanmış ve Çontaş’ın sırrını açmaya karar vermiştir. Bübüra ve Bolot, KGB’nin görevlileriyle buluşarak, Çontaş’a giderler ve kazı işlemini başlatırlar. Yıllar sonra Bolot, kazı işleminin başladığı o günle ilgili hatıralarında ayrıntılı açıklamalarda bulunur: “Çontaş’daki kazı yapılan yerde Çeklilerin kurduğu kerpiç fabrikası vardı. Bu fabrikada kerpici pişirmek için 3,5×3,5×3,5 metre büyüklüğünde kurduğu ocakların diplerine 10 –
15’er kişilik vali sekreterleri, halk komiserleri, işçiler ve sıradan çiftçiler şeklinde cesetler atılmış ve üzerleri toprakla örtülmüş sonra tekrar cesetler atılmış. Bu kazıda arkeolojik açıdan farklı bir şey çıkmıştı ortaya. 53 sene toprağın altında kalmasına rağmen, ceza raporunun özeti çürümeden bu günlere ulaşmış. Abdıray Abdrahmanov, Cusup Abdrahmanov, Törökul Aytmatov ve Yusup Bulatov’ların ceza raporu bulunmuştu. Bunun dışında Sultanbekov kendi ismini ipek iple gömleğinin yakasına ve pantolonun kemerine dikmiş ve bu dikili yazı da olduğu gibi duruyordu. Bu çok şaşırtıcı bir durumdu! Açıkçası böyle bir durumla karşılaşacağımızı beklemiyorduk…” (B.Abdurahmanov, «Temmuzdaki iki hafta» kitabından, «Törökul Aytmat oğlu», Bişkek – 1993)
Ölüm cezasına çarptırılanların listesi
Törökul Aytmatov’un birkaç sayfalık ceza raporunun özeti olduğu gibi durur. Belgeler, iki metre toprak altında bulunduğu için iyice yıpranmış durumdadır. Bu ceza raporunun sağlam kalmış olması, KGB arşivinden diğer şehitlerin de isimlerinin bulunmasına kolaylık sağlar. Çontaş’ta bulunan listede 5 – 8 Kasım 1938 yılında ölüm cezasına çarptırılan mahkûmların ad ve soyadları ortaya çıkar. O listede isimleri geçenler şunlardır:
Abdıkadır Abdrahmanov, Cusup Abdırahmanov, İmanalı Aydarbekov, Törökul Aytmatov, Osmonkul Aliyev, Abdıray Abdırahmanov, Abdıraman Bulatov, Yusup Bulatov, Asanbay Camansariyev, Hasan Ciyenbayev, Omor Cumayev, Dali Zulfibayev, Bayalı İsakeev, İyosif Kuzmin, Pavel Lvov, Murat Salihov, Eşbay Sultanbekov, Kasım Tınıstanov, Sıdık Çonbaşev, Kocokan Şorukov, Erkinbek Esenamanov.
Listede adı geçen isimler, 1938’li yıllardaki Kırgızistan’ın aydınları ve Sovyetlere de gönülden inanmış Çarlık döneminden sonra Kırgızistan’ın bir devlet olarak kalkınması için fedakârlık yapan insanlardır.
Tarihin Ak Sayfaları
Yukarıdaki bilgilerin ayrıntıları ve 1930’lu yıllardaki Stalin sürgününde kurşuna dizilerek öldürülen Kırgız halkının siyaset ve iş dünyasındaki önemli ismi, devlet adamı Törökul Aytmatov’un hayatı, Törökul’un kızı Roza Aytmatova’nın kaleme aldığı, ülkemizde de Salkımsöğüt Yayınları tarafından bu yıl yayınlanan 176 sayfalık “Tarihin Ak Sayfaları” adlı kitapta yer alıyor. Bu acılı hayata ortak olan ve aynı acıları paylaşan ailesi ve akrabalarının başından geçen zor günler, kurşuna dizilen Törökul Aytmatov’un hayat serüveni, hanımının yaşadığı acılar ve onun cesareti ile çocuklarının, akrabalarının çektiği sıkıntılar bu eserde bulunuyor.
Yazar, “Yirminci asrın 30’lu ve 50’li yılları arasında kurşuna dizilen suçsuzlara armağan ediyorum” dediği kitabın önsözündeki şu cümlelerle tarihin karanlık sayfalarından tozlu bir yaprak önümüze sermekte:
Ben o mezarlığın bulunduğu günü hatırlıyorum, heyecandan yerimde duramıyordum. Aynı zamanda babamı acımasızca suçsuz yere öldürdüklerini haykıra haykıra söyleyerek içimdeki saklı kini çıkarmak istedim. Ama kime ne diyeceksin, kiminle neyi paylaşacaksın…? Haykırmak değil öylesine oturup anlatmaya bile kalp dayanamaz… İşte bütün ruh gücümü toplayarak kalemime sarıldım. Bari dille anlatmaya kalp dayanamazsa kalem anlatsın da gelecek nesiller bu gerçeği bilsin ve bu olaydan ibret alsın. Okuyucu bu kitabı eline aldığı zaman haklı olarak: ‘Bir ailenin yaşamış olduğu olaydan kime ne? Hatta o ünlü, tanınmış biri olsa bile?’ diye sorabilir. Ben de buna cevap olarak:“Bu acılar sadece tek bir ailenin yaşamış olduğu acı, keder değildir aksine binlerce ailenin yaşamış olduğu hüsrandır.” derim. Repressi yani baskı döneminin eğri aynası binlerce ama binlerce ailenin kaderini ve geleceğini kararttı.
1930‘lu yıllarda Sovyetler Birliği, parti üyelerini ve işçilerini tutuklayarak sürgün etmiştir. Bu baskı 1920’li yıllardan başlayarak 1937- 1938’li yıllarda tam zirveye ulaşmıştır. Bu yıllarda sürgünler toplu halde yapılmıştır. Suçsuz insanlar bulunduğu görevine, ünvanına rağmen, kadın erkek demeksizin, ırkına, dini inancına ve sosyal statüsüne v.s. bakılmaksızın çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Böylece kendi ülkesine samimice, fedakârca, hiç bir art niyet beslemeden çalışan insanlar yine kendi devleti tarafından en olunmayacak derecede haksızlıklara maruz bırakılmışlardır… Sadece Kırgızistan’da tutuklananların sayısı genel olarak 100.000’e yakındır (Ruh Kençi gazetesinin 2008 Kasım ayındaki sayısında ise Stalin baskısı devrinde tutuklananların 100.000’den fazla olduğu belirtilmiştir). Bu rakamlar ispatlanmış resmi araştırmalardır: Yüz bin kişinin kaderi, bu bir istatistikî gerçektir. Acıdır ama gerçektir. Tek kişinin kaderine gelince fert olarak bu, büyük bir trajedik durumdur. Gerçekten de yüz bin kişi sözünü ağza almak kolay ama düşününce insanın beyni zonkluyor. Oradaki her bir kişiyi ele alacak olursak onlar Kırgızistan’ın önemli bireyleri olarak gecesini gündüzünü ülkesi için veren kahramanlardı. Onların ailesi, akrabaları, arkadaşları, yakınları, telafisi mümkün olmayan acılar yaşadı ve bu acılar hala da devam etmekte. Kolay mı babasız yaşamak? Başkaları baba derken hüzünlenmemek… Ya onların hayat hakkı… Olay sadece onları tutuklamakla sona ermedi ve bu sefer de onların aileleri takip altına alındılar. Çocuklarına halk düşmanlarının çocukları denilerek uzun yıllar boyunca her konuda yükselmelerine engel olmaya çalıştılar. Bu engeller çocukların geleceklerini etkiliyordu. Onların önemli karar mercilerine gelmeleri hep engellendi. Önlerine hep zorluklar çıkarıldı. Bu yapılan zulmü devlet yıllar boyu sakladı. Gerçeği insanlara söylemekten hep korktular. Ortaya çıkmaması için ya sustular ya da tarihe gidecek doğru yolu saptırmaya çalıştılar. Hala 1930’lu yıllara ait bilgiler ortaya çıkarılamamış ve eksiktir. Elinizdeki bu kitap hakikati ama sadece ve sadece hakikati kapsamaktadır. Ben bu eserin, tarihin tamamlanamamış eksik kalan bölümünün bir kısmının tamamlanmasına katkı sağlayacağına inanıyorum.
Ayşe Abla ne olursa olsun bu dünyada yapılan haksızlık hakında ahiret ile ilgili ileri geri konuşamazsınız
bence çok büyük haksızlık yapmışlar ama unutmasınlar ki bugün dünya üzerinde yapılanlar yarın ahirete 1000 katı yapılacak
Bu eserin yazarı Roza Hanımla görüşen Sn. Harun Tokak Beyin güzel bir yazısı;
Sürgün ateşinde ısıtılan selam
Dağların ruhu bizi çağırıyordu.
Günün ilk ışıklarıyla birlikte çıkıyoruz yola.
Kırgız bozkırlarındaki sonbahar şöleninde bir hayli yol aldıktan sonra, gökyüzüne bir merdiven gibi yükselen Tanrı Dağları’nın doruklarına tırmanmaya başlıyoruz.
Talas’taki, ‘Avrasya’nın Barış Mimarları’ toplantısına katılmak için bu dağları aşmaktan başka yol yok.
Babaları, bir gece vakti evlerinden zorla ***ürüldükten tam kırk yıl sonra ilk haberi Talas’taki bir hastane odasında alan Cengiz Aytmatov’un kız kardeşi Rosa Aytmatov’un bizi bekliyor olması, yolculuğumuzu anlamlı olduğu kadar heyecanlı da kılıyor.
Dağın zirvesine vardığımızda bir tırın ka***** yolu kapatığını görüyoruz.
Uçurumun kıyısında tek araba geçebilecek kadar daracık bir buzlu yoldan güçlükle geçerken korkunç uçurumlara bakmaya cesaret bile edemiyoruz.
Bin bir zorlıkla doruğa vardığımızda bir de ne görelim; beyaza bürünmüş dağın böğründe çöreklenmiş korkunç bir ejderhayı andıran karanlık bir tünel bizi bekliyor.
Havası iyice inmiş olan tekerimizi değiştirmeden, kilometrelerce uzunluğundaki bu daracık tünele giremezdik.
Arabadan iner inmez, soğuk bir kırbaç gibi iniyor suratımıza.
Aman Alah’ım! Daha bu mevsimde dağın zirvesi toz duman içinde.
Mazlum miletlerin anıtı gibi duran dağlarda, mazlum miletlerin yürek çığlığı gibi ağıtlaşıyor rüzgar. 2700 metrelik karanlık tüneli geçtiğimizde; sanki gökyüzüne kurulmuş büyük bir masa gibi Susamuru Yaylası çıkıveriyor karşımıza.
Yaylada yayılan sürüler, koşturan yılkılar, yol kıyılarındaki tek tük evler,çadırlar, derme çatma tezgahlarda kımız satan kadınlar, yaylayı ikiye bölerek, erimiş bir ayna gibi güneş ışıkları altında akıp giden Talas Irmağı… Gökyüzünün bu bölgesinde muhteşem bir manzara oluşturuyorlar.
Güneşe en yakın bölgede yaptığımız kısa bir yayla yolculuğundan sonrası, Otmok Geçidi’ini aşınca, soyumuzun sonsuz ışık İslam’la tanıştığı, kutsal Manas Destanı’nın doğduğu Talas toprakları gözlerimizin önüne seriliveriyor.
Dingin bir doğanın doruklarından, yeşilin ve sarının her rengine bürünmüş vadi muhteşem görünüyor.
Tanrı Dağları’nda gün batımı…
Kızıl bir beyazlık sonsuz bir senfoni gibi yayılıyor.
Güneşin son sarı-kızıl ışıklarının, milyonlarca minik kar kristalerindeki ışık oyunları göz kamaştırıcı.
Kızıl atıyla koşarcasına güneş,Tanrı Dağları’nın ardında kayboluyor ve biz daha ovaya inmeden hava birden kararıyor.
Anadolu köylerindeki varlıklı ailelerin evleri gibi geniş ve görkemli bir Kırgız evine varıyoruz.
Güler yüzlü ev sahipleri geniş avluya açılan kapıda karşılıyor bizi.
Kırgız motiflerinin eşsiz güzeliklerinin sergilendiği salona girdiğimizde; Kaşgarlı Mahmut Üniversitesi rektörü değerli kardeşim Asan Ormuşev’i, Kültür Bakanı Sadık Şerniyaz’i ve Rosa Aytmato’u, zengin bir Kırgız sofrasının etrafında bizi bekliyor buluyoruz.
Yemeğin sonuna doğru, masanın baş tarafında hüzünden bir heykel gibi kımıltısız duran Rosa Aytmatov’a, kırk yıl sonra babanızdan ilk haberi bu şehirde ilkin siz almışsınız, diyorum.
Başını hafifce eğerek; ‘evet’ diyor.
“Babamı, 1937’de askerler evimizden alıp ***ürdüklerinde ben altı-yedi aylıkmışım.
Üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen babamdan hiçbir haber alamıyorduk. Çalmadığımız kapı kalmamıştı. Babamla ilgili küçük bir haber kırıntısına çok muhtaçtık. Şimal kutbu geceleri gibi hiç güneş yüzü görmüyordu evimiz. En çok da anemin durumu üzüyordu bizi. Bir ömür boyu babamı bekleyişi, ‘ha bu gün ha yarın gelir’ deyişi… “
Susuyor, gözleri buğulanıyor…
“Başta anem olmak üzere özlem, her an alevi artan bir ateş gibi yakıyordu hepimizi. Sadece babasızlık değil, bilgisizlikte kahrediyordu.
Neredeydi, sağ mıydı, ölü müydü..?
1975 yılıydı…
Buraya akrabalarımın yanına gelmiştim. Kasida adında bir kadının beni aradığını söylediler.
Buluştuğumuzda;”ağabeyim yılardır sizi arıyor, üzerinde babanızdan bir emanet varmış. ” dedi.
Babamın adını duyunca tüm vücudum titremeye başladı, heyecanla;
“Ağabeyiniz şu an nerede?” Dedim.
“Talas Tüberkulöz hastanesinde” dedi.
Kanadı kırık esir kuşlar gibi bir anda tüketik yoları.
İki yataklı bir hastane odası… Sürekli öksüren yaşlı bir adam…
Göz göze geldiğimizde;
“Gözlerin tıpkı babanın gözleri…” dedi.
“Adım Tenirberdi, babanla hücre arkadaşıydık.
“Beni, akla hayale gelmedik şeylerle suçladılar, sustum.
Dipçikle yüzüme öyle vurdular ki oracıkta kendimi kaybetim. Bilmem ki, orda kaç dişim dökülmüştür.
“Soğuk beton üzerinde kendime gelip, gözlerimi açtığımda koğuşta olduğumu fark etim. Etrafa baktığımda dayaktan yüzü-gözü şiş insanları fark etim. Hepsinin yüzünde; ezilmişliği gördüm. Bir birleri ile konuşmaya korkuyorlardı.
Konuşmakta zorlanıyor, öksürükler sık sık kesiyordu konuşmasını.
‘Nur yüzlü, uzun boylu biri yüzümdeki kanları siliyordu. Gözlerimin içine şefkatle baktı. ‘Ben Törekul Aytmatov’ dedi.
Köşede bir tek demir ranza duruyordu. Yumuşak sesiyle bana: ‘Gel kardeşim benim yerime yat’ diyerek kolumdan tutu ve yatağa yatırdı. Nöbetleşe yatılan tek yatakta, o gün sıra babanınmış.
Bilgili, medeniyetli ve temiz birisiydi. Koğuştakiler mecburi olarak ona saygı gösteriyorlardı. Yastık kılıfından kendine küçük bir torbacık dikmiş. Onun dışına Çıngız, İlgiz diye çocuklarının ve altına da Talas ismini özenle nakş etmiş. Tarağını, diş fırçasını, diş macununu temiz bez parçasına sararak o torbada saklardı.
Bir keresinde bana; ‘buradan çıkarsan benim ailemi bul, bir ömür boyu beni aramasınlar, burada bir daha görüşemezsek ötede görüşürüz, hoşça kal kardeşim! ‘ dedi.
Bu onunla son görüşmemizdi.
Bir kaç dakika sonra polisler gelip babanı, iki gün sonra da eşyalarını ***ürdüler, beli ki babanı öldürmüşlerdi.
Sonraki günlerde beni de Sibirya’ya sürdüler, yirmi beş yıl kaldım, size haber veremedim.”
Gurbete; hasretin ateşiyle ısıtım durdum o emanet selamı.
Baban Törekul’un torbasını, yılarca sakladım.
Bir gün, üzerindeki isimlerden dolayı korktum ve bir ırmağa atım.
Bu yaptığımdan dolayı Alah’ın ve Törekul’un ruhunun beni af etmeyeceğine inanıyorum.
Bunu öylesine söylemiyorum.
Torbayı ırmağa atığım gecenin sabahında at nalarken, birden sertçe bir çifteyle yere serildim.
Nefesim kesildi.
Kaburga kemiklerim kırıldı. Akciğerimin yarısı ezildi. Böylece bir anda sakat bir insan oluverdim. O gün bu gün hastane hastane dolaşıyorum.
Bütün bu başıma gelenlerin Törekul’un torbasını ırmağa atığımdan olduğunu düşünüyorum.
Öksürükler, sık sık konuşmasını kesiyordu.
“Ve bir gün…
Şu yanımdaki yatakta bir genç yatıyordu.
Durmadan kitap okuyordu.
Merak ederek istedim.
“Toprak Ana”
Kapağını açtım: ‘Baba, ben senin nereye defnedildiğini bilmiyorum. Bu eserimi sana atfediyorum… Törökul Aytmatov’a. Aneciğim bizim dördümüzü büyütün. Sana bağışlıyorum; Nagima Aytmatov’a’
Kapaktaki resme baktım. Cengiz’in yüzündeki derinlik, cesaret; tıpkı babası Törökul’du.
Elimde olmaksızın; ‘Bu, Törökul’un oğluymuş ya! Canım kardeşim!’ diye bağırıverdim.
Kitabı kucağıma basarak gözyaşlarımı satlerce üzerine akıtım.
O gün bu gündür bende ne uyku ne de rahat kaldı. Ötede Törekul bana;
‘Tenirberdi! Neden verdiğin sözü yerine getirmedin? Onlar beni hayatı boyunca aramasınlar dememiş miydim?’ derse, ne diyecektim.
Kurban olayım yavrum! Beni bütün Törekul ailesi adına afet”
Ben adama sarılarak sarsıla sarsıla ağlamaya başladım, yatakta yatan adamdan daha kötü hisediyordum kendimi.
Birden fenalaşmışım.
Anem o selamı hiç duymadı, o selamdan dört yıl önce kavuşmuştu babama”
Hiç birimizde konuşacak mecal kalmamıştı. Eler isteksiz isteksiz uzanıyordu sofradaki tabaklara.
Kor kesilmiş sobaya eli değmiş bir çocuk gibi çırpınıyordu yüreğimiz.
Gece bir hayli ilerlemişti. Müsade isteyip ayrıldık.
Dışarıda, aydınlık berak bir gece vardı.
Gecenin bağrında nura gark olmuş, bir ulu bir derviş gibi öylece duruyordu Tanrı Dağları.
Dağların ruhu bizi çağırıyordu.
atayurtan gelen bizler geldiğimiz yerleri unutmamalıyız.
zulüm ile kimse abad olmamıştır. Stalin de olmamış. ideolojisi yerle bir olmuştur.
Dünya asimilasyonun ne olduğunu görmek isterse Kırgızistana baksın. Ruslar Kırgız miletini kendilerine benzetmiş.Ama ilimde teknolojide değil. Ahlaki ve kültürel yönden. Yazınız harika. Teşekirle erden bey. kaleminize sağlık.
Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel kitabında da Rusların Kırgızları asimile etme çabalarından bahsediliyor. Ata Beyit’in önünde nöbet tutan askerle Kazakça konuşunca engellenip ikaz edilen kahramanlardan anlıyoruz bunu.
super bir yazi, kara bahtli kirgiz kardeslerimizin kara yazisini okumak bizi cok mu cok uzdu, ibretlik bir yazi,tskrlr