Sabah namazına yakın kalkıyorum bazen.  Odaları dolaşıyorum. Balkona çıkıyorum. Herkesin ışığı sönmüş, belli ki benim gibi geceyi dinleyen yok. Gündüzün karmaşası  yormuş herkesi.  Ben yalnızlığı, sessizliği hiç sevmem. Ama  ne kadar sevmesem de bazen kendimi buluyorum o yalnızlıkta. Ve o sessizlikte aslında geceyi değil ruhumu dinliyorum. Geçmişe gidiyorum sonra. Üzüldüklerimi, sevindiklerimi hatırlıyorum, ayrılıklar canlanıyor zihnimde hasret çekiyorum. Çocukluğumda yaptığım yaramazlıklar küçük bir tebessüm kondurup geçiyor çehreme. Ama ruhu dinlemek apayrı bir şey. Hele ki ruhunda kanayan bir yara varsa…

Sponsor Bağlantılar

Babamla geçirdğimiz günler film şeridi gibi akıyor gözümün önünden. Onun gülüşü, tatlı kızım deyişi, uzun uzun nasihat vermesi, namaza uyandırırken kısık sesle  “Büşraaaa, kızım hadi namaz vakti” diyerek seslenmesi, anneme “gülüm”  diyerek hitap etmesi ve daha birçok şey… Öyle bir hasret ki içimdeki. Düşündükçe gücümü kaybediyorum.  Rabbime binlerce şükür olsun ki iman nimetine mazhar etmiş, ancak imanın kuvvetiyle ayakta durabiliyorum ve iman gözlüğüyle ölümün hakikatını görebiliiyorum.

Babamın vefatından yaklaşık bir hafta sonra gittim kabrine. İlk kez görüyordum onun mezarını. O an kainatı inletecek derecede feryat etmek geldi içimden. Öyle bağırmak istedim ki arştan ferşe kadar her yerde duyulsun feryadım. Babam da duysun, kalksın yerinden, her ağladığımda dediği gibi “ağlama bitanem, senin döktüğün her damla benim içimi acıtıyor” desin bana ve göz yaşlarım dinsin. O kara toprak.. Daha üç beş gün önce sıcak yatağında yatarken şimdi o soğuk, kesif, sert toprak mı örtüyor babamın üzerini.  Üşümüyor mu geceleri, yattığı yer dar gelmiyor mu?

Ölümü kabul etmek çok zor. Kendin için olur da sevdiğine konduramıyor insan ölümü. Hele ki babasıysa… Bir şeyler okumak, ruhuna hediye göndermek için gitmiştim ama henüz buna hazır değildim. Karşımdaki o mezar babama mı aitti, önce buna inanmalıydım. Babamın bizi seven kalbi, şefkatle saran kolları, gülünce parlayan gözleri bu toprağın altındamıydı! O an kalbimin ne hale geldiğini, aklımın başıma nasıl bela olduğunu anlatamam. Böyle bir acı yoktur, bundan daha acısı olamaz. Son kez beni işe bırakan babam şimdi bu toprak altında demek, artık eve gelmeyecek, her akşam saat yedi buçukta kapıyı çalmayacak, gelir gelmez “al kızım as şu montu” diyerek montunu elime tutuşturmayacak, masanın her zamanki köşesine oturup daha yemeğe başlamadan  “Hanımcım, eline sağlık çok güzel olmuş” demeyecek, ishak’ı çağırıp “oğlum bugün okulda ne yaptın, var mı ödevin” diye sormayacak, sonra sıcak yaz akşamlarında annemle birlikte balkona oturup tatlı tatlı sohbet ederken bir yandan da çaylarını yudumlamayacaklar. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Artık babamız yok. Artık onun sesi onun bedeni onun hiçbir şeyi bizimle değil ve olmayacak. Ta ki ebedi alemde buluşana kadar…

Şu anda evliyim… Ama bu hiçbir zaman acımı dindirmeye yetmedi, eşim bana hayat arkadaşı oldu, dert ortağım oldu ama bunların hiçbiri babamın acısını hafifletmedi. Hala her sessiz anımda onu düşünür ağlarım. Fotoğraflarına bakar, vasiyetini okurum. Geçmişte yaşadığımız şeyleri gözümün önüne getiririm. Hatta “babacım nerdesin, gel de bir sarılayım sana. Çok özledim” diye de usulca konuşurum. Belki duyar da bir kez olsun gelir  diye ümit ederek söylerim bunu. Ama gelmez…

Sabah namazına kalkamadığımda bir acı saplanıyor içime. Namazı geçirmiş olmanın verdiği bir üzüntü elbette var ama babam olsaydı muhakkak kaldırırdı diyorum içimden. Uyanana kadar seslenirdi o. Ama şimdi o yok, eğer olsaydı ben o namazı kılacaktım.

Allah’ım ben babamı istiyorum, ne olur bizi bir an önce kavuştur…