EleştiriBir sanat eserini, bir sanatçıyı çeşitli yönleriyle inceleyip tanıtmak, anlaşılmasını sağlamak, beğenilen ve kusurlu yanlarını ortaya çıkarmak amacıyla yazılan yazılara “eleştiri” denir.

Sponsor Bağlantılar

 
Eleştiri türünde yazılar yazan, bu işi meslek edinmiş kişilere “eleştirmen” ya da “eleştirici” denir.

 
Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi.

 

Tenkid” sözcüğü, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.

 
Dilimizde eleştiri sözcüğünün yanı sıra, tam olarak eleştiri anlamında kullanılmasa da buna yakın bir anlamda şu sözcükler de kullanılmaktadır: “kritik, analiz, tahlil, şerh, tefsir, yorum, inceleme, çözümleme.”

 
Eleştirmen, sıradan bir gözün ilk bakışta göremeyeceği, en kuytu köşelere saklanmış güzellikleri arayıp bulur. Eserin karanlık yerlerine ışık tutar. Bunu yapabilmek için de incelediği kişi, eser ya da konuyla ilgili çok kapsamlı bir araştırma yapar, bilgiler toplar.

 
Eleştirmenlik fedakârlık isteyen, sabır isteyen, yorucu bir meslektir. Öyle ki, okuduğumuz birkaç sayfalık, küçücük bir eleştiri yazısı, günlerce, hatta yıllarca süren yoğun bir okuma ve çalışma sonrasında yazılmıştır. Eleştirmen ele aldığı bir eseri ya da sanatçıyı tam olarak tanıyıp anlayabilmek için günlerce, yıllarca okur, okur, kafa yorar. Ancak sonunda eserdeki görülemeyen gizli manaları keşfeder.

 
“Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur.

 
Eleştiri yazılarının önemli bir işlevi de tanıtımdır. Okuyucu o güne kadar hiç bilmediği, adını dahi duymadığı sanatçı ve eserleri, birkaç sayfalık eleştiri yazısı sayesinde tanıma fırsatı bulur.  İzlemek istediğimiz bir sinema, bir tiyatro yahut alıp okumayı düşündüğümüz bir kitap hakkında okuduğumuz kısa bir eleştiri yazısı, kafamızdaki pek çok soruyu yanıtlar, bize fikir verir.

 
Eleştirmen, incelediği kişi hakkında değerlendirmeler yaparken olabildiğince objektif (nesnel) davranmalı, öznel (kişisel) yargılardan kaçınmalıdır. Bir eleştirmenin inanç, siyasî görüş yönlerinden kendisine yakın kişilere hak etmediği övgülerde bulunması ya da kendisinden farklı olan kişileri haksız yere karalaması doğru bir tutum değildir. Eleştirmen eser üzerine yoğunlaşıp onu edebî, estetik, sanatsal yönlerden değerlendirmelidir.

 

Eleştiri türünün önemli temsilcileri: Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin, Mehmet Kaplan, Memet Fuat, Asım Bezirci, Fethi Naci…
 
Eleştiri Türleri

 

1. Esere Yönelik Eleştiri

 
Eleştirmenin, sadece eser üzerine yoğunlaştığı eleştiri anlayışıdır. Ortada tamamlanmış bir eser vardır. Eleştirmen, eseri oluşturan parçaları –konu, olay örgüsü, kişiler, zaman, mekan, anlatım biçimleri, dilin kullanımı…- bu parçaların nasıl bir araya getirildiğini, nelerden faydalanıldığını ayrıntılı olarak inceler. Sanatçının ele aldığı konuyu, malzemeyi nasıl işlediğini, biçimlendirdiğini çözmeye çalışır.

 
style=”font-family: Arial,Helvetica,sans-serif”>Esere yönelik eleştiri anlayışına “biçimci eleştiri”, “yapısalcı eleştiri”, “nesnel eleştiri” de denmektedir.

 

2. Sanatçıya Yönelik Eleştiri

 
Eleştirmenin, eseri açıklamak ya da çözümlemek için sanatçının yaşamı ve kişiliği üzerine yoğunlaştığı eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen eser ile sanatçı arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu düşünür.

 
Sanatçıya yönelik eleştirinin iki çeşidi vardır:

 
* Biyografik Eleştiri: Eser ile sanatçı arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsayan bir eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen, ele aldığı eserin sanatçısı hakkında ciddi bir araştırma yapar. Sanatçının yaşamının eserine yansıdığını düşünür.

 
* Ruhbilimsel Eleştiri: Eser ile sanatçının ruh dünyası, kişilik özellikleri arasında güçlü bir ilişki olduğunu varsayan bir eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen sanatçının iç dünyasından, kişiliğinden hareketle eseri çözümlemeye çalışır.

 

3. Topluma Yönelik Eleştiri

 
Eser ile eserin yaratıldığı dönemin tarihî ve toplumsal özellikleri arasında sıkı bir ilişki olduğunu savunan eleştiri anlayışıdır. Eleştirmen, eserin yaratıldığı dönem hakkında araştırmalar yapar. Elde ettiği bilgilerin ışığında dönemin tarihî ve sosyal koşullarını da göz önünde bulundurarak eseri çözümlemeye çalışır.

 
Topluma yönelik eleştirinin iki çeşidi vardır:

 
* Tarihî Eleştiri: Her sanat eseri, belli bir tarihte, belli bir zaman diliminde oluşturulmuştur. Her eser, yaratıldığı zamanın koşullarına göre şekillenir; tadını, rengini, kokusunu yaratıldığı dönemin koşullarından alır. Eleştirmen, incelediği eserin yaratıldığı dönem hakkında iyice bilgi sahibi olduktan sonra, eser hakkında değerlendirmeler yapar. Esere, yaratıldığı dönemin gözüyle, zevk anlayışıyla bakar.

 
* Sosyolojik Eleştiri: Eleştirmen, esere estetik açıdan değil, toplumsal bir belge olarak yaklaşır. Eserin, yaratıldığı dönemin toplumsal özelliklerini yansıttığını düşünür, buradan hareketle eseri değerlendirmeye çalışır.

 

4. Okura Yönelik Eleştiri (Öznel/İzlenimci Eleştiri)

 
Bu tür eleştiri anlayışında eleştirmen, kendisini okuyucunun yerine koyar. Eseri incelerken kendisini tamamıyla özgür hisseder. Eleştirmen okuduğu, izlediği, incelediği bir eseri beğenmiş, ondan zevk almış ise, yahut beğenmediği, hoşlanmadığı yanları varsa, eleştirisinde bu duygularını dile getirir. Eserin kendi ruhunda bıraktığı izlenimleri anlatır.

 
Okura yönelik eleştiride öznellik ağır bastığı ve eleştirmeni sınırlayan kurallar olmadığı için bu tür eleştiri yazıları “deneme” havası taşır. Eleştirmen ele aldığı eseri değerlendirmekten çok, eseri bahane ederek asıl kendisini anlatır.

 

5. Dilbilimsel Eleştiri

 
Bu tür eleştiri anlayışında eleştirmen, esere her şeyden önce bir “dil ürünü” olarak bakar. Eser, dilbilim ilkeleri doğrultusunda dikkatle incelenir. Eserde kullanılan sözcük, deyim ve terimler tespit edilerek bunların hangi sıklıkta kullanıldığına ilişki sayısal döküm çıkarılır. Eleştirmen buradan hareketle yazarın ve eserin dil özelliklerini belirler.

 

6. Çözümleyici Eleştiri (Çok Yönlü Eleştiri)

 
Kimi eleştirmenler ele aldıkları eserleri değerlendirirken, tek bir eleştiri anlayışına bağlı kalmak istemez. İhtiyaç duyduğu eleştiri anlayışlarından faydalanabilir.

 
Çözümleyici eleştiri anlayışında eleştirmen, eleştiri çeşitlerinden -esere, sanatçıya, topluma yönelik ve dilbilimsel eleştiri- hangisine ihtiyaç duyuyorsa, eseri o eleştiri anlayışıyla çözümlemeye, değerlendirmeye çalışır. Çözümleyici eleştiri, birden çok eleştiri anlayışının iç içe geçtiği, karma bir eleştiri anlayışıdır.
 
Eleştiri Türü Örnek Metinleri
 

Orhan Veli

 

Nurullah Ataç Sözden SözeVarlık yayınları arasında küçük bir kitap daha çıktı: Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri. Yaşar Nabi iyi etmiş bunu düşündüğüne, zaten bu işle uğraşmak en çok ona düşerdi: Orhan Veli’yi de, arkadaşlarını da Varlık dergisinde o tanıtmıştı. Ancak tamam değil o kitap. Orhan Veli’nin bende bir defteri vardır, on yıldan çok oluyor, bir gün kendisi vermişti; şimdi nerede olduğunu bilmiyorum, kolayca da bulamam. O defterdeki şiirlerinin birkaçı bu kitapta yok gibi geliyor bana. Arayıp bulurum elbette, kitabın ikinci baskısı çıkarsa eksik olanları oraya alırlar. Doğrusu, eksiklerin büyük bir önemi yok: Onlar Orhan Veli’nin pek beğenmediği, sağlığında çıkardığı kitaplara da almadığı ilk şiirleri, ilk denemeleridir.

 

Ama önemli eksikler de var: Örneğin, Orhan Veli’nin son yazdığı şiirlerden biri olan “Aşk Resmigeçidi”. Bu şiir için kitabın sonunda şöyle deniliyor: “… yarım kalmış ve sonradan düzelttiği metni bulunamadığı için bu kitaba alınmayan ‘Aşk Resmigeçidi’ isimli şiiri…” Demek Yaşar Nabi’nin elinde o şiir var: Daha bitmemiş, düzeltilmemiş ilk şekli. Yarım olmasının, düzeltilmemiş olmasının zararı yok, bize hiç olmazsa onu vermeliydi. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli’nin kâğıtları arasında arasalar son metni de bulabilirlerdi. Ben o şiiri görmedim, ancak Orhan Veli’nin kendisinden dinlemiş olanların birinden duydum, çok güzelmiş. Şair onda gerçek, yahut hayalî birtakım sevgilerini anlatıyor: “Mabadi var” diye bitiriyormuş. Şiirini okuduğu gün, ölümünden bir iki hafta önce: “Mabadi yok ya, neyse!” demiş. Ölümü bu şakaya acılık katıyor. Yaşar Nabi ne yapıp yapıp o şiiri bulmalı; bulamazsa, demin dediğim gibi elinde bulunan yarım, düzeltilmemiş metni dergisine koymalı. Gene kitapta söylenildiğine göre Orhan Veli son günlerinde bir dergiye birkaç şiir vermiş, Yaşar Nabi kitaba koymak, üzere istemiş, alamamış. Onlar için üzülmüyorum: O dergi hangisi ise, o şiirleri elbette basar, biz de görürüz.

 

O küçücük kitabı karıştırırken bir üzünç çöküyor kişinin içine: Bir şair yaşamış, sevmiş sanatını, uğraşmış, anlamayanların gülmelerine, kaba, bayağı sözlerine karşı koymuş, bütün bıraktığı işte bu… Küçümsemiyorum o eseri, bilmiyorum değerini, bizim şiir, sanat anlayışımızı, dünya görüşümüzü tazeleyiverdi. Ama Orhan Veli yaşasaydı daha çok şeyler verebilirdi. Günden güne olgunlaşıyordu; hem olgunlaşıyor, hem de sanattaki devrimciliğinden ayrılmaksızın, özüne hıyanet etmeksizin değişiyordu. Yaşlandıkça uslanan, şu içsiz, sevgisiz, inansız, kendi kendilerine araştırmalara girişmekten korkan, yerleşmiş kanılara bağlanıp sağlıklarında yok oluveren kimselerin uslanmak dedikleri pısırıklığa düşecek insanlardan değildi o. Yaşasaydı düşüncesi günden güne zenginleşecek, genişleyecekti. Kendi sanatını savunmak, kendi değerini belirtmek için başkalarını küçültmeye kalkışanlardan da değildi. Kaynak dergisi birtakım yeni şairlere Yahya Kemal için ne düşündüklerini sormuştu: Çoğu, hemen hepsi, o şairi kötülemeyi, onun yaptıklarını inkâr etmeyi bir hüner sandılar, iri iri kof lâkırdılar söylediler. Orhan Veli ise Yahya Kemal’in şiirini anladığını gösterdi, ona olan saygısını, sevgisini, ona olan borcunu söyledi. Oysaki Orhan Veli sevmediği, beğenmediği, değerine inanmadığı şairleri batırmasını da hepsinden iyi bilirdi. Kendine gerçekten güvendiği için bütün gerçek değerleri, ancak onları savunmanın boynuna borç olduğunu anlamıştı. Gençti, kelimenin bayağı, aşağı manasıyla uslanmamıştı, uslanmayacaktı ama yüksek manasıyla tek doğru manasıyla uslanmıştı, öteden beri uslu idi, yani düşüncede dölekliğe, temkine varmıştı. Yaşasaydı, en iyi eleştirmecilerimizden, sanat anlatıcılarımızdan biri olacaktı. Onda, ancak Yahya Kemal’de gördüğümüz bir kavrayış vardı. Naili’nin, Galip’in, daha birçok eski şairlerimizin eserlerini ne iyi anlardı! Bir zamanlar Nazîm’in: “Gel gör Nazîm başımıza geldi âkıbet – Divânegân-i aşka gülerdik zaman ile” beytini, Naili’nin “Gamzene böyle kılan hâtır-i âşûbu esîr” diye başlayan terkibini birlikte okurduk: Onlardaki güzelliği
ne iyi sezer, ne iyi sezdirirdi!.. Bir Fuzuli’yi sevmemesine, onu anlamamasına üzülürdüm. Nedense Fuzuli’yi hep ağlar, yalvarır bir şair diye görür: “Bana dilenci gibi geliyor bu adam!” derdi. Giderek onun inceliklerini de, bütün o sözde ağlamalar, yalvarmalara altındaki gerçek şiir sevgisini de anlayacağından şüphem yoktu Orhan Veli yaşasaydı… Boş bütün bu sözler, yaşamadı işte… Hem ne biliyoruz? Belki de yaratma, anlama gücü tükenmiş olduğu için ölmüştür.

 

Yeni çıkan kitabı karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden de onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem: “Hatırlamasaydım keşke şunu!” derim. O yazımda, Orhan Veli ile arkadaşlarının, yani Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in şiirlerini okurken bende de şiir yazmak hevesi uyandığını söylüyordum. Geçmiş gün, yanılmıyorsam bir yerinde de şöyle diyordum: “Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinivermeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini, dünyaya bir şair gözüyle bakmayı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum.” Kitabı karıştırırken gene durdum o ilk şiirlerin üzerinde. Bilmem ama bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini: “Robenson”, “İnsanlar”, “Bayram”, “Hicret”… Hepsi de, şiir yazmak hevesi uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rıfat’ın şiirde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlayıveriyor.

 

Küçücük bir kitap, ama bir şairden, gerçek bir şairden kalma bir kitap, neler neler var içinde…

(Nurullah Ataç,  “Sözden Söze”)

 

Halikarnas Balıkçısı

 

Vedat Günyol ÇalakalemHalikarnas Balıkçısı takma adıyla tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı (1886-1973), öykücü ve romancı olarak, Ege ve Akdeniz kıyılarımızın, ekmeğini çekişe dövüşe denizden çıkaran yoksul, ama namuslu insanlarının yaşam serüvenini, bu bölgelerin taşı toprağı, ormanı dağı, mitolojisi efsanesiyle birlikte, şiirsel bir anlatımın bütün sıcaklığında coşa taşa edebiyatımıza mal eden ilk ve tek sanatçıdır.

 

Daha babasının (Şakir Paşa) elçi olarak bulunduğu Atina’da geçen çocukluk günlerinde filizlenip, Oxford’daki tarih öğreniminde daha bir gelişerek bilinçlenen mitoloji merakı, meraktan da öte tutkusu, o taşkın deniz sevgisiyle sarmaş dolaş olarak, hikâye ve romanlarına yansır.

 

Cevat Şakir, Oxford’dan klasik kültür yüküyle yurda dönünce (1910), resim karikatür, dergi kapağı resimleri, çevirilerle başlar gazetelerde çalışmaya. 1925’te Resimli Ay dergisinde, asker kaçaklarının yargılanmadan kurşuna dizilmelerini konu alan bir öyküsü, Doğu İsyanı günlerine rastlaması kasıtlı bir eleştiri sayılarak sanatçı üç yıl Bodrum’da kalebentlik cezasına çarptırılır. Daha Bodrum’a ayak bastığı ilk gece ile sanatçının yaşamında, ömrünün sonuna kadar sürecek olan, yepyeni bir dönem başlar. Yurt gerçeklerinden uzakta, varlıklı, alafranga bir çevrede, Batı kültürüyle beslenmiş çıtkırıldım genç aydının, görüp yaşadığı, alışıp benimsediği dünyadan apayrı, yoksul ama mert deniz insanları ile karşılaşmasıdır bu. Cevat Şakir, Bodrum’da geçirdiği bir buçuk yıl içinde, daha başlangıçtan beri kafasından yüreğine, yüreğinden kafasına akıp ona gerçek kişiliğini aydınlatan her şeyi bulur: Denizle sarmaş dolaş doğa güzelliği yanında, taşı toprağıyla boğazına kadar mitolojik anılarla dolu bir dünya, o anılardan habersiz, günlük ekmek tasası içinde çırpınan yoksul ama dürüst, temiz deniz insanlarının imrenilesi yaşamı.

 

Kalebentlik cezası biter ama, ondaki deniz sevgisi, deniz insanlarına duyduğu hayranlık, sevgi bitmez. İstanbul’lardan kalkıp, evini barkını, kolay hayatını, rahatını elinin tersiyle bir yana iter ve gelip tam yirmi yıl Bodrum’da yaşar, ekmeğini alnının teriyle kazanan deniz insanlarının arasında.

 

Önce sokaklara palmiyeler dikip, yurtdışından getirttiği bitkilerle şehrin dört bir yanını donatmak, bilgisini, görgüsünü bütün
cömertliğiyle çevresine saçmakla başlar işe. Sonra, karşılıklı sevgi ve duygu alışverişinin potasında oluşturduğu zengin izlenimleri, hayal gücünün bütün yetisiyle dile getirir hikâye ve romanlarında.

 

Vedat Günyol ÇalakalemDaha öykü kitaplarının adlarından başlar deniz sevgisinin, insanı doğayı kucak kucağa birbiriyle kaynaştıran önüne geçilmez bir tutkunun serüveni. Yazarın ilk hikâye kitabı, Halikarnas Balıkçısı adıyla 1939’da çıkar: Ege Kıyılarında. Onun ardından sırasıyla Merhaba Akdeniz (1947, 1962), Ege’nin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957) yayınlanır. Balıkçı, bütün bu öykülerde (romanlarında olduğu gibi), kara insanlarının yanı sıra, ama onlardan çok, umutlarını, fırtınalı denizlerde dalgalarla boğuşa boğuşa çoluk çocuklarının günlük nafakasını çıkarmaya çalışan yiğit babaların, oğulların, vefalı kocaların, kardeşlerin, vazgeçilmez sevgililerin ağları, sandalları, kürekleri yelkenleri, tekneleri ile bir bereket müjdesi gibi geri dönmelerini, rıhtımlarda, kapı aralıklarında, damlarda pencerelerde bekleyen kızlı erkekli, çoluklu çocuklu kıyı insanlarının çileli yaşayışını verir. Kimi zaman denizin üstünde, kimi zaman sünger avcıları, dalgıçlarla denizlerin dibinde, renkli, esrarlı, sürprizli bir dünyanın ta orta yerinde buluruz kendimizi.

 

Bir geçim kaygısı olmakla birlikte, o kaygıyı gerilerde bırakıp, kazası belası, bin bir tehlikesi güçlüğü ile bir serüven tutkusuna dönüşen deniz sevgisi, deniz büyüsü, Balıkçı’nın romanlarını da alır avucunun içine. Balıkçının ilk ve en güzel romanı olan Aganta Burina Burinata’nın (1946), amcası açıklarda boğulduğu için, denizcilikten uzaklaştırılan, evlendirilip karaya bağlanmaya çalışılan kahramanı genç Mahmut’u, sonunda denizin çağrısına dayanamayıp, enginlere teslim eder kaderini.

 

Deniz insanlarına olan hayranlığı, Balıkçı’yı, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırmaya götürür. Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür.

 

Balıkçı’nın, öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu’nun kültür kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır. Balıkçı, bir yandan, mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken, öte yandan, Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan’da değil, Anadolu’da yeşerip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu’nun Sesi (1971) ve Hey, Koca Yurt’ta (1972) İyonya (Anadolu) kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey, aslında Ege bölgelerinde yeşermiş, aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımını ürünüdür. Balıkçı’ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya’da atılmıştır. Sokrataes ve Platon’la, bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak, insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır.

 

Doğru yanlış yönleri bir yana, Batı kültürünü İyonya dışında yalnız Yunanistan’a bağlayan klasik görüşe karşı çıkışı, yurt topraklarında, nüfus kütüğü merakına düşmeden, boy atmış, gelişim göstermiş her çeşit düşünceyi özümseme yolundaki çabası ile Balıkçı, Azra Erhat’ın deyimiyle bir kültür öncüsü olmuştur ve öyle anılacaktır.

(Vedat Günyol,  “Çalakalem”)

 

Tek Başına Mutlu Olmaktan Utanan Şair

 

Doğan Hızlan Edebiyat Daima6 Mayıs 2006’da aramızdan ayrılan iyi öykücü, romancı, yayıncı, 1950 Kuşağı’nın önemli adlarından Erdal Öz’ün anısına düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün ilki bu sene düzenlendi ve ödül Gülten Akın’a verildi.

style=”font-family: Arial,Helvetica,sans-serif”> 

Adına ödül verilenle ödül alan arasında bir edebi akrabalık bulunmalı mı? Yorumlar, kanılar farklı olabilir. Ama Gülten Akın‘la Erdal Öz arasında yazar sorumluluğu, edebiyatı algılayış bakımından yakınlıklar vardır.

 

Gülten Akın şiirinin Türk şiirindeki yeri nedir? Daha önemli bir soru, hayatımızdaki yeri nedir?

 

Ben onun şiirlerini okurken, Türkiye’nin edebi, siyasi, toplumsal güncesini de okumuş olurum.

 

TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildiğinde, İhsan Yılmaz’ın bir sorusuna verdiği yanıt, onun halk şiirini, halk edebiyatını nasıl modernleştirdiğini özetleyen çok önemli bir cümledir: “Anadolu’nun dili bana önemli bir dayanak sağladı. Oradan kesinlikle seçmeler yaptım. Dili adeta stilize ettim.”

 

Dünya Şiir Günü Bildirisi’nde de şiiri ve hayat bağlamında özgürlük kavramını tanımlamıştı: “Birey olmak için toplumsallıktan geçiremediğimiz bu hayattan hâlâ biraz utanç mı duyuyoruz? Utancı yenmek mi istiyoruz; bir gün anne, bir gün sevgili, bir gün şiir diyerek?

 

Yine de savaşlara, gücün güçlünün egemenliğine, kıyımlara, işkencelere karşı durmaya çalıştı şiir.

 

Şiirin düşünceyi, sezgiyi zenginleştirici, derinleştirici, ufuk açıcı olduğunu biliriz. Şiir her zaman, şiir bazen, şiir bir kez de olsa paylaşılan şeydir.”

 

Gülten Akın’ın şiirlerini okudunuzsa, size onun şiir üzerine yazılarını da salık vereceğim.

 

Şiir Üzerine Notlar ve Şiiri Düzde Kuşatmak, kitaplığınızın şiir rafında mutlaka yerini almalı.

 

Gülten Akın’ın bu iki kitabı, hem şiiri, hem başka şairler üzerine düşündüklerini içerir. Şiirinin arkasındaki poetikanın oluşumunu öğrenirsiniz. Bu kadarla bitmez bu yazıların işlevi.

 

Onun Türk şiirini, yeni şairleri, kendinden sonraki kuşağı nasıl izlediğini, onlar üzerine derinlemesine yargılar verdiğini de okuyacaksınız bu kitaplarda.

 

Şiirini yenileyen sözünü kullanmam, yetkin şiiri aynı düzeyi hep sürdürmüştür.

 

Ama gene de, her yeni şiir kitabında yeni bir şairin/şiirin tazeliğini bulursunuz. Her zaman, her yeni kitabı için yazma isteği duymam buradan kaynaklanıyor.

 

Onun üzerine inceleme yapacakların iki öğeye dikkat etmelerini, belki de özellikle o eksen çevresinde dönmelerini söylemeliyim.

Halk dili, nasıl o folklorik özelliği kalmadan bugüne getirilir?

 

Toplumculuk, iyi şiirle nasıl buluşur, bunun yanıtı onun şiirlerindedir.

 

Son çıkardığı iki kitap üzerine de kısa notlar aldım.

 

Kuş Uçsa Gölge Kalır’da, bireyin yaşadığı çağdaki yeri, konumu nedir? Dünle bugünün kucaklaşması, hesaplaşması, sorgulanması bir arada yazılır. Zordur şiirin hassas terazisini kullanmayı bilmek. Ama daha da zoru bu şarttır.

 

Bağlar, hayatından/hayatımızdan kesittir, günceldir, şiirinde güzel yinelemeler göze çarpar, bir duyguyu, bir düşünceyi bize anımsatır, sonra geleni daha kuvvetle vurgulamak için:

 

“siz neyi taşıdınız

ben neyi taşıdım?”

 

Son iki dize klâsik şiirin esintisini taşır:

 

“bende bir gülten kaldı

hangi bağa diksem yabancı”

 

Bu yargımı Şehrazad şiiri için de sürdürebilirim:

 

“şimdi hepsi düştü

Gülten gizde kaldın”

 

Celâliler Destanı, bir isyan hareketinin şiirsel tarihidir. Tarihi bir olayı tarih kitaplarından okurum, ama bunun uzantılarını ancak edebiyatta bulduğum kanaatini taşırım.

 

Osmanlı devlet yönetimine karşı bu başkaldırmanın şiirdeki izdüşümü, onun bugün bile süren etkisini taşımaktadır.

 

Gülten Akın, daha önce Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı, Seyran Destanı’nı yazmıştı.

 

Aslında “destan” türünün -öyle diyelim- başarılı örnekleriydi bu çalışmalar.

 

Celâliler Destanı’nın başındaki Sunu’da bakın ne
yazmış?

 

“Celâliler Destanı ise koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bir dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanın destanı olsun diye yazıldı.

 

İmparatorluk onmadı bir daha. Cumhuriyet ve onunla başlayan devrim süreci dışarıdan ve içeriden nedenlerle ‘İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ amacına ulaşamadı. Gerçek bir demokrasinin koşullarıysa bir türlü oluşturulamadı.

 

‘Celâliler’ yeniden türedi. Çoğaldı. Karşı kalkışmalar kanla, acıyla, hışımla sindirilmeye çalışıldı.”

 

Gülten Akın’ın şiirlerini yeniden okuyun, yeni şiirsel tatlar keşfedeceksiniz.

 

(Doğan HIZLAN, Hürriyet,  29 Mart 2008)

 

Postmodern Bir Romancı: Evliya Çelebi


Evliya Çelibi’nin Seyahatnâmesi, bende tekrar tekrar okuma isteği uyandırır. Tutkusu demek daha doğru. Bir şehrin, bir beldenin nasıl gezileceğini ve yazılacağını, her seyahat yazarı ondan öğrenmiştir. Ondan el almayan, ona burun kıvıran bir gezginin hali haraptır.


Evliya Çelebi’yi bugünün Türkçesine aktarmak zor iştir. Üslubun lezzetini bozmaya gelmez. Gene de genç kuşağın okuyacağı bir metin hazırlanması desteklenecek emeklerdendir.


Geçen hafta üç Evliya Çelebi kitabı okumaya başladım, böylece savaşın kasvetini daha az hissettim.


Seyit Ali Kahraman ile Yücel Dağlı’nın hazırladığı Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul, iki kitaplık bir bugünün diline aktarmaydı.


Diğeri de Evliya Çelebi Diyarbekir’de adını taşıyordu.


İ. Gündağ Kayaoğlu’nun ‘… İstanbul’ kitabına yazdığı Sunuş’unda söylediklerine mührümü basarım:


‘Tabii ki o dönem Türkçesini bilerek Evliya’yı orijinalinden okumak çok daha güzel, çok daha zevkli bir iş olurdu. Ama bu zevki yalnızca iki elin parmaklarını zor geçecek sayıda uzmana bırakmaya da gönlümüz razı olmadı. Ama günümüz Türkçesiyle yapılan bu yayından alınacak tadın da olsa olsa diyet baklava tadında olacağını biliyoruz.


Kaygısı bizim, kıvancı sizin olsun.’


Evliya Çelebi
’nin söyledikleri doğru mudur, değil midir, abartma payı nedir? Seyahatnâme için böyle sorular abestir.


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’deki yargısına uymalı:


‘Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve daima bu yüzden kârlı çıkarım.’


Yer yer, gerçeküstü bir metin içine düşersiniz, bazen hayal gücünün büyüsüne kapılırsınız, ama en güzeli onun peşine takılırsınız.


O asırda hakir İstanbul Kalesi’ni fırdolayı adımladığımızı bildirir, der. Adımlarını sayar, beni adım atışı ilgilendirir sayısı değil.


Arkasından, İstanbul’un 27 adet kapılarının araları ne kadar adımdır onu bildirir, deyip gene bir istatistik çalışmaya girer.


Batıl inançların da eğlenceli yanını severim. İstanbul’un içinde ve dışında olan acayip ve garip tılsımları bildirir, bölümünü okurken bir mitoloji kitabından satırlara gönderme yapmaktan kendimi alamam.


Kumburgaz adı nerden gelir? Böyle sorulara meraklı olanlar için yanıtı gene Evliya’dan alalım:


‘İstanbul’un güney tarafında Yedikule’den yarım erhale Kumburgaz adlı kale yakınında bir tür beyaz saat kumu çıkar. Onun için ‘kum burgazı’ derler. Öyle beyaz ve incedir ki göz fark edemez. İstanbul’un ve Frengistan’ın kum saatçileri ve altıncıları ondan kum alıp kullanırlar.’


Bir yeri, mekânı, kişileri öylesine bir bütünlük içinde anlatır ki, gerçekten romandan bir sayfa zannedebilirsiniz.


Ustaca tasvirleri, benim için edebiyat tarihindeki başarılı tasvirlere örnek gösterilmelidir:


‘Bir gün Hünkâr, Evliya Çelebi şimden gerü sırdaşımsın, sırrı açıklama’ buyurdular. Hemen hakir bu beyitleri söyledim. Beyt:


Şöyle sakla sırr-ı aşkı tende cânın duymasın


Yanılıp ağzına alma kim zebânın duymasın.


Hadis kim çenesini turtasa afetlerden emin olur buyurmuşlar ki, Padişahım sırdaş olanın sırlar mahzeni olması gerekir,’ dedim.’

ÇELEBİ’NİN DİYARBEKİR’İ


Evliya Çelebi Diyarbekir’de
kitabının lezzetli, kimisine göre abartmalı bölümlerinden biri Hamrevat suyunu anlattığı satırlardır:


‘Eski hekimler bu Hamrevat suyu içine pamuk bırakıp sonra pamuğu kurutup tartmışlar ve Maarra şehri suyu pamuğundan hafif olmuştur.’


Kervansaraylar, bekâr ve evsizlerin hanlarının övülmesi, o zamanki düzenin işleyişi konusunda bize fikir verirler.


Diyarbekir’de hamamların hepsi şehrin çöpüyle ısındığından, şehir böylece çöpten ve pisliklerden arınmış olmaktadır.


Halkını, erkeklerin meslek ve kazançlarını, kadınlarını, yemeklerini anlattıktan sonra sıra şehrin gezinti yerlerinin övülmesine gelir:


‘Fakat Diyarbekir’in Şattu’l- Arab kıyısında olan Reyhan bağının ve düzenli bostanının Anadolu’da, Arap ve Acem diyarlarında benzeri yoktur.’


Diyarbekir
’i bütün yönleriyle ve ayrıntılarıyla anlatıyor Evliya Çelebi.


Ayrıca bu kitapta yer alan incelemeler, Evliya Çelebi’nin yazdıklarının kaynak olarak da niteliğini ortaya koymaktadır.

 

(Doğan Hızlan, Hürriyet, 22 Mart 2003)