“Siyah gözlerinde beni de götür, artık bu yerlerde duramıyorum” diye haykırıyordu Bilal-i Habeşi… Ey sevgili ebedi hayatına, ebedi istirahatgahına uğurlamak nasıl da zor gelmişti gökteki yıldızlara eş tuttuğun sahabelere… Oysa seni Medine dağlarının eteklerinde gören habercilerin getirdiği müjdeler ile ne de büyük heyecan, sevinç ve illaki koşulsuz şartsız iman ile karşılamalarının üzerinden ne kadar zaman geçmişti ki?
Vefatından üç gün önce yakalandığın hastalıkla hüzne mi boğdun tüm Resulullah âşıklarını? Ateşini düşürmek için su dolu kaba ellerini daldırıp gül yüzüne boynuna sürüşün geliyor sanki gözlerimin önüne. Kıyamıyorum, içim buruluyor kendi halime eyvah diyeceğim yerde…

Sponsor Bağlantılar

“La ilahe illallah… Ölümün de şiddetlisi var… Allah’ım günahlarımı bağışla, bana merhamet et, beni yüce dosta kavuştur” deyişin kulaklarımda çınlıyor adeta. Sen dahi af dilerken ben başımı hangi taşlara vurayım eyy günahı iman ateşinde yakan sevgili? Kızın Fatıma anamızın gözyaşlarına dayanamayıp; “Üzülme kızım, baban bugünden sonra hiç acı ve üzüntü çekmeyecek” demiştin ya sonra sana ilk kavuşanın o olacağını müjdelemiştin… Bize de yanında yer ayırdın mı sancağının o sonsuz ferahlık gölgesinde Eyy Mekke’nin goncası?

Oysa senin yokluğunu fırsat bilen biz kendini bilmezler; kendimizden başka kimseyi bilmediğimiz küfür ve isyan çukurunun bataklık güleriyiz artık. Ne dermeye mide dayanır, ne koklamaya can. Senin yansımana ihanetle doldurduğumuz hayatımızda, neler ettiğimizi bilsen tutar mıydın ellerimizden ya da hüznün yüreğinden taşar, gözlerine dolar ve gözlerinden süzülüp yine yüreğine mi otururdu taş misali? Bizler bitsinde işimize bakalım diye; yemlenen tavuk misali yöneldiğimiz secde yerinde ve sıkışmadan açmaya tenezzül etmediğimiz ellerimizin içinde adını zikrededuralım; yaratanımızdan sana, senden bize gelen kurtuluş reçetelerini buruşturup çöpe atmayı ve adına çağdaşlık demeyi düstur eyledik kendimize. Ağlamalarımızın yerini bol kahkahalı gülüşlerimiz alırken, sohbetlerimizin konusunu ne yediği belirsiz televizyon şebekleri alırken; o sohbetin onur köşesine oturtmayı unuttuk seni nedense! Kapımızın tokmağına ses veren ve “Allah rızası için” önümüze serilen ellere merhametimizin yerini aldı tiksinti ve öfke.

Eyy güllerin kokusu tenine sinen ve yüzünde her türlü insanlık düsturları nakşeylenmiş sevgililerin piri, öylesine bir başıboşluk ve kendini koy vermişlik içerisindeyiz ki; Senin adına yaratılmış şu âlemi kendi heva ve heveslerimizin işlek durağına döndürdükte son durağın gelip çatacağı güne bir parça azık hazırlamak işimize gelmedi bir türlü. Ellerimiz harama, gözlerimiz zinaya o denli alıştı ki helal kelimesini çaktırmadan siliverdik lügatlerimizden. Sözlerimiz yalan oldu ve tek huzur kaynağımız para. Sevgiyi en lüks mallarla takas ederken sadakatimizi pula kısas yaptık ve ölçülerimizi kendi nefsimizin arzusu dâhilinde biçtik. Kendimizden ödün verdiğimiz tek şey yine kendi menfaatlerimize nefer olma yolunda kariyer kapılarına kedinin tırmalaması gibi tırmıklar atmamız oldu.

Sen ümmetinin affı için gözyaşlarıyla niyazda bulunan güllerin efendisi, Evimize soktuğumuz dergi ve gazeteleri görseydin diyorum, acaba değmezmiş diyip kapılarını bir daha açmamacasına çarparak yüzsüz yüzümüze terk mi ederdin senin sünnetini terk eden sapkınlar topluluğunu? Yoksa affedilmekten fersah fersah uzaklarda olan bu zavallılar için tekrar mı diz çöker yüz sürerdin secdenin o sıcak ve şefkatli istemek kapısına? Bizler ne gariptir ki; Bir tanesi yetmezmiş gibi her odamızın en çarpıcı köşesine oturttuğumuz televizyonlarda izlediğimiz realite şovlara, dizilere ve yarışmalara kaptırdığımız kadar kaptıramadık kendimizi, bedirin, hendekin o can hıraş adanmışlık sevdasına. Ve beşeri aşka bestelenmiş dua ve beddualar dizelerinde kendimizi aradığımız için, Kuranın o eşsiz kıraat lezzetinde bulacağımıza kani olamadık belki de…

Yaşantımızın her bir evresinde verdiğimiz tavizlere, kendimizce icazet vererek ört bas ettiğimiz Müslümanlık gereklerini hatırlatacak her türlü nesne, olgu ve dahi insanı yine kendi üslubumuzun tüm çirkin meziyetlerini sergileyerek bertaraf etmesini öğrendik zamanla… Öğrendik öğrenmesine de o zamanın getirdiği üstünlük yarışına kurban ettik çocukluğumuzda annelerimizin, ninelerimizin bizlere öğrettiği el aman dilekçeleri olan dualarımızı. Bir türlü idrakine varamadık o üstünlük dediğimiz şeyin ne parayla, ne de sırayla olmadığını, ancak ve ancak takvada yattığını…

Çok korkuyorum ey merhamet dininin şefkat mücahidi… Korkuyorum çünkü kalemim el verip de kaymaz olmuş iken, içimde bir yerlerde kıvranan vicdanım inceden kan kusar iken, günahlarımın ateşi daha göz pınarlarımı tamamen kurutmamış iken yazamadıklarımın beni alaşağı edeceğinden buna daim olarak mahrum kalmaktan sevginden… Saydıklarımın bir hiçten ibaret olduğunu dile getirmekten, saymaya ne cesaretimin ne de yüzümün olmadığı daha onlarcasını itiraf etmekten ve yine mahrum kalmak tek çıkış kapımız olan şefaatinden…

Ve ümit ediyorum ey kolaylık dininin müjdeler sancağı… Geçmişimi yakıp da küllerinden ilahi bir sevda inşa etmişken, zararın en uç noktasından da olsa dönmüşken, tövbe kapısına yüz sürmüşken gönlünü almayı… Hazır kıta kıyama durmuş iken, gözümün yaşını, gönlümün yangınını en aracısız buluşma noktasına dökmüş iken ve yeni başlangıcıma merhaba demiş iken şefaatine nail olmayı… Ümit ediyorum ve kendimi nadasa çekiyorum…

Bir bilen, gören var elbette… (amenna ve saddakna)

 
Öznur Yılmaz Kirenci
25.11.2011