İslâm’da Kurban’ın tarihçesi, Hz. İbrahim Peygamber ile başlar. İbrahim Peygamber, oğlu İsmail’i Allah-u Teâlâ’ya Kurban etmeye nezreder. Zamanı gelince, kendisine bu ahdi hatırlatılır. O da gerekli hazırlığı yaparak, oğlunu Kurban etmek üzere, müsait bir yere götürür. Çocuğu yatırır ve bıçağı boğaz nahiyesine vurur. Fakat bıçak çocuğu kesmez. Bu esnada, Allah-u Teâlâ tarafından kendisine bir koç gönderilir. Bu koçu keserse, oğlunun yerine kabul edileceği bildirilir. Bunun üzerine Hz. İbrahim, kendisine gönderilen koçu keser ve ileride Peygamber olacak olan oğlu İsmail kesilmekten kurtulur.

Bu kısa nakil; Kurban’ın tarihçesinin birtakım önermelerden teşekkül ettiği hususunu ihtar eder. Bundan sonra artık bizim yapacağımız tek iş, buradaki “Esas Önermeler”i tesbit etmek ve bunların yanısıra “Yardımcı Önermeler”den destek alarak “Yeni Önermeler” bütünüyle yorumlarımızı derinleştirmek olacaktır.

Sponsor Bağlantılar

-Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i Allah-u Teâlâ’ya kurban etmeye nezreder.
-Bir koç gönderilir.
-Bu koçu, Allah gönderir.
-Bu koçun kurban edilmesi, İsmail’i kurban edilmekten kurtarır.
 
İlk önermede, “Hz. İbrahim oğlunu Allah-u Teâlâ’ya kurban etmeye nezreder.” Hz. İbrahim, peygamberdir. Peygamber olması hasebiyle, Allah’ın yardımına mazhar olmuş ve kan dökmek gibi beşerî vasıflardan kurtulmuş bulu&’ması icab eder. Fakat gerçek böyle olmamıştır. Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek istemiştir. Bu husus, bizleri şu noktada ikaz eder: Bir kimse, peygamber de olsa, beşerî vasıflar onda mevcut kalacaktır. Ancak bu iç-güdü, Hz. İbrahim’de, ulvî bir gayeye yönelmiş olarak tecellî etmiştir. Fakat sonuç yine aynıdır: “Kan ve Ölüm”.
 
Bu gerçek, bizleri şu noktaya götürür: İnsanlarda değişik miktarlarda bulunan kan akıtma istek ve gayreti, kişilerde onların değerlerine göre şekil bulup istikamet kazanacaktır. Bu itibarla, bu iç-güdü, iki ayrı kişide, iki ayrı biçimde görünecektir. Nitekim, Hz. İbrahim Peygamber’de bu iç-güdü, onun değerlerine uygun bir gayeye yönelmiş olarak tecellî ederken, yine bu iç-güdü bu değerlerden mahrum kimselerde hem kendisi ve hem de başkaları için zararlı ve tahrip edici boyutlarda tehlikeli hedeflere yönelmiş olarak tezahür edecektir. Bu husus, Kurban’ın İslâm’da niçin ve neden emroluriduğu noktasında ilk ve en önemli açıklamayı taşıyor gibidir.
 
Tabiî mesele bu kadar değildir. Zira, müteakip önermeler, konunun daha fazla aydınlanmasına yardımcı olacaktır. Bu itibarla, konuyu bu sıra içinde ele almak icab edecektir. İbrahim Peygamber, oğlu İsmail’i kurban edecektir. Fakat bu esnada, Allah tarafından kendisine bir koç gönderilir. Bu koçu Kurban ettiği takdirde, oğlunun yerine kabul edileceği bildirilir. Koçun kurban edilmesi, Hz. İsmail’i kurban edilmekten kurtarır.
 
Burada fazla dikkat serfetmeden hemen fark edilir ki, Hz. İbrahim, “Koç” kurban etmeyi düşünmemiştir. Bilakis, oğlunu kurban etmeyi istemektedir. İlâhî takdir, Hz. İbrahim’e, düşünmediği bir davranış şemasını teklif ederken, aslî hedefi saf dışı bırakmış, buna ilaveten ihtimal harici başka bir davranış şemasını ön plana alıp, aslî hedef yerine ikame etmiş bulunuyordu. Bu karşılıklı tercihler, beşerî tavır ile ilâhî tavrın zıtlaşması mânâsına geliyordu. Fakat bu zıtlaşmada ilâhî takdir, tesbit ettiği hedefi takdîm ederken, beşerî hedefi bütün bütüne ihmal ediyor değildi. Belki onu tashih ediyordu. Burada, “tashih” deyimi önemlidir.
 
Zira Allah-u Teala, İbrahim Peygamber’e teşebbüsünden razı ve memnun olduğunu ve bu itibarla oğlunu ona bağışladığını bildirip, meseleyi kapatabilirdi. Çünkü Hz. İbrahim, va’dine sadakatini isbat etmiş ve böylece gaye hasıl olmuş bulunuyordu. İlle de bir koçun gönderilmesi ve kesilmesi şart değildi. Halbuki konu böyle gelişmemiştir. İlâhî takdir, bütün bu yapılanlardan memnun kaldığım bildirip, meseleyi kapatmak yerine, hedef tashihi yapmış ve İbrahim Peygamber’i, başladığı “fiiPinde desteklemiştir. Gerçekten, bu husus mühimdir. Aksi takdirde, bu içgüdüye karşı çıkıp onu yarıda kesmiş ve akim bırakmış olurdu ki, bu, yeni bir gerilimin oluşması demekti. Bütün bu gerekçelerle o, bu iç-güdüyü cevapsız bırakmamıştır. Ona karşılık vermiştir. Bundan ötürü, bir koç gönderip onun kesilmesini istemiştir. Bu tavrıyla o, bu iç-güdünün kendisi için tesbit ettiği hedefe yönelmesini ve bu hedef istikametinde gelişmesini istemiş oluyordu. Bu sebeple, onu bu hedef istikametinde destekliyordu. Netice itibariyle kurban vecibesi, bütün sırlarını bu tercihte gizli tutuyordu.
 
Bu olgular dizisi içinde İbrahim Peygamber’in, oğlu İsmail’i kurban etme teşebbüsü, bıçağın kesmemesi, koçun gönderilmesi ve İsmail Peygamber’in hayata dönmesi tesadüfen olmuş vak’alardan veya bir heves ürünü olarak ortaya çıkmış fantazilerden ibaret değildir/ İçinde önemli mesajlar taşır. Bunlardan en önemlisi, çok başka bir hedefin ilk hedef yerine ikame edilmesiyle, bu iki hedef arasında ortaya çıkmış bulunan sağlam ve şaşmaz bir beraberliğin mevcudiyetidir. Hedefler, kendileri değil, temsil ettikleri konuları itibariyle önemlidir ve bu husus koç ile İsmail Peygamber arasında ciddî bir eşitliğin var olduğu konusunu gündeme getirir.
 
Konumuz itibariyle, alâkamız içinde bulunan Kurban’ın Tarihçesi’nde Eşitlik en önemli kavramdır. Hz. İsmail, çocuk da olsa, bir insandır. Buna mukabil koç, bir hayvandır. Koçun kesilmesi, Hz. İsmail’in kesilmesine engel olduğuna göre, koçun İsmail Peygamber’e benzeyen, ona bedel olan tarafları var demektir. Aksi takdirde, böyle bir yer değiştirme bahis konusu olmazdı. Bu durumda, insan ile hayvan arasında kurulmuş bulunan bu eşitlik nedir, nasıldır ve nereden gelmektedir soruları önem kazanır.
 
Bir defa şu husus açıktır ki, bu eşitlik, “Et”ten gelmemektedir. Zira İbrahim Peygamber, oğlunu kurban etmeyi isterken, maksat ve gayesi onun etini yemek değildi. Hem zaten gayet açıktır ki, koyunun eti yenilip insanınki yenilmediğine göre, mevcut eşilik etten gelmemektedir. Bu eşitlik birinin insan, ötekinin hayvan olması itibariyle, maddî değer açısından da değildir.
 
Bu durumda, geriye bir tek beraberlik kalıyor demektir: Kesilme Fiili. Öyleyse, birinin kesilmesi, bir diğerinin kesilmesine engel olması itibariyle, buradaki eşitlik, “Kesilme Fiili”nden gelmektedir. Fakat burada kesilme fiili, yine fazlasıyla açık değildir. Zira bu fiil, niçin “koç”un kesildiği sorusuna açıklık getirmez. Daha küçük veya daha büyük bir hayvan da olabilirdi ve bu kesilebilirdi.
 
Kesilme fiili, “Kan Akıtmak” tavrına delalet eder. Bu durumda, kesilme fiilinde “Akacak Kan” önem kazanır. Öyleyse, bu kesilme fiili, “koç”tan akacak kanla beraber mütalaa edildiği takdirde ancak mesele aydınlanmış olacaktır. Netice itibariyle, buradaki eşitlik, akacak kandan gelmiş olmalıdır. Birinden akan kan, bir diğerinden akacak kana bedel olmaktadır. Bu durumda kesilme fiili, akacak kan ile beraber mütalaa edildiği takdirde ancak kurban için koçun gönderilmesi hususu açıklık kazanır.
 
Mesele bu kadar değildir. Zira Kurban’ın Tarihçesi bizlere daha başka yorumlar vaad etmektedir. Meselâ, bu cümleden olarak: “Kurban’ın kesilmesi, Hz. İsmail’in kesilmesine engel olmuştur” önermesi, mantıkî değer açısından: “Kurban’ın kesilmesi, Hz. İsmail’in hayata dönmesine sebep olmuştur” önermesiyle karşılanabilir.
 
Bunun gibi, “Hz. İsmail, hayata dönmüştür” önermesi, mantıkî değer açısından üç önermenin toplamına eşittir:
 
-“Hz. İsmail, daha uzun seneler yaşamıştır.”
-“Hz. İsmail’in nesli devam etmiştir.”
-“Hz. İsmail, tekâmül etmiş ve peygamber olmuştur.”
 
Bu üç önermenin ifade ettiği mânâ açıktır. Fakat yine de tekrarlamada fayda vardır: Kurban’ın kesilmesiyle, Hz. İsmail uzun ömürlü olmuştur. Nesli çoğalarak devam etmiştir. Uzun ömürlü olmakla, manen tekâmül etme imkânı bulmuştur.
 
Bunun aksine, şayet İsmail Peygamber Kurban edilmiş olsaydı, kendisi genç yaşta öleceği gibi, ondan gelecek nesiller de onunja beraber kurban edilmiş olacaktı. Mesele bu kadarla kalmayacaktı ve Hz. İbrahim’in bizzat oğlu İsmail’den gelecek nesli de yine onunla beraber yok olup gidecekti. Bütün bunlara ilaveten, Hz. İsmail çocuk yaşta öleceği için, tekâmül etme imkânı bulamamış olacaktı. Tekâmül yarıda kalacaktı, tabiî peygamberlik de bahis konusu olmayacaktı.
 
Hülaseten, koçun kurban edilmesi, İsmail Peygamber’in hayatta kalmasına sebep olduğu gibi, ondan ve dolayısıyla Hz. İbrahim’den gelecek nesillerin hayat bulmasına da medar olmuştur. Peygamberliğini ve onun neslinden gelecek olan Hz. Peygamber’in vücûd bulmasını ve daha sonra onun da peygamberliğini mümkün  kılmıştır.
 
Sonuç olarak, yukarıdaki bu üç önermeden ilk iki önermeyi birbirinin mütemmimi olması itibariyle, birleşik önerme halinde ifade edebiliriz: İnsanlar uzun ömürlü olacaklardır ve nesiller çoğalarak devam edecektir.
 
İnsanların uzun ömürlü olmaları ve nesillerin çoğalarak devam etmesi, onların sayı olarak artmaları mânâsına gelir. Bu durumda, yukarıdaki satırlarda yer alan bu birleşik önerme, mantıkî değer açısından tek önermeye irca edilebilir: “O cemiyette, nüfus çoğalacaktır.”
 
Netice itibariyle, bu önermeler dizisinde, eşitlikler, yerlerine konulması halinde, nihaî önerme kendiliğinden ortaya çıkmış olur: Bir cemiyette kurban kesilmesi, o cemiyette nüfusun artmasına  sebep  olacaktır.
 
Vardığımız bu noktada, tabiîdir ki, nüfusun nasıl çoğalacağı suali cevap arayacaktır. Bunun cevabı, çalışmalarımızda ittifak ettiğimiz noktaları hatırladığımız takdirde, bizlere fazla güçlük göstermeyecektir:
 
-Kişiler, gerilime düşmezler, -İnsanlar, kan dökmekten sakınırlar.
 
Cemiyet içerisinde insanların gerilime düşmesi sonucu ortaya çıkan vak’aları tesbit etmek, doğrudan doğruya katil vak’alarını takip etmek kadar kolay değildir. Bunun için, cemiyet içerisinde daha teferruatlı araştırmalar sürdürmek icab eder. Şayet biz, düşüncelerimizi “Sonuç”tan “Sebeb”e doğru geri gidecek şekilde bir usûlü benimseyecek kadar hazırlayabilirsek, üzerinde çalıştığımız konuyla ilgili ciddî neticelere varmamız imkânsız olmayacaktır.
 
Şurası bir gerçektir ki, şayet cemiyet kişiye devamlı bir gerilim veriyorsa, bu gerilim kişilerarası ilişkilerde kendini gösterecektir. Nitekim, cemiyet içerisinde ortaya çıkan kavgalar, dövüşler, vurmalar, kırmalar, cinayetler, intiharlar, her türlü suç işlemeler, hepsi belirli bir gerilimin bir haddi aşması sonucudur.
 
Bunun aksine, şayet cemiyet kişiye hayatı sürdürebilmek için lüzumlu gerilimin üstünde bir gerilim vermiyorsa, böyle bir cemiyette kişiler arası ilişkilerde yumuşaklık ve esneklik vardır. Öldürme, yaralama ve benzeri vak’alar azdır.
 
Netice itibariyle, şurası bir gerçektir ki, kurban kesen cemiyetlerde öldürme ve yaralama gibi vak’alar sık değildir ve hatta son derece azdır. Kişiler arası ilişkilerde, insanların genç yaşta ölümlerine, sakatlıklarına sebep olacak sertlikler hâkim tavır değildir.
 
Cemiyet içinde mevcut bu uyum, insanların daha huzur içinde yaşamaları, Sıhhatli olmaları ve uzun ömür sürmelerinin şartlarını hazırlayacaktır. İnsanlar arası ilişkilerin esneklik kazanması, genç ölümlere ve sıhhat bozulmalarına müsaade etmeyecektir.
 
Kurban Kesen Medeniyetler’de nihaî hedef olarak nüfusun artması keyfiyetinin bir ünitesini adam öldürmeyiş gibi vak’aların temsil ettiği hususu yukarıda geçmişti. Mesele bu kadar değildir. Zira adam öldürmek, sadece başkalarını öldürmek mânâsını taşımaz. Öldürmek kavramı içine, insanın kendisini öldürmesi de girer ve bu da cemiyetlerde başkalarını öldürmekten daha az rastlanan bir husus değildir.
 
Netice itibariyle, adam öldürmenin bir diğer boyutunu ifade eden intiharlar da, cemiyet içinde bir sosyal problemdir. Kişinin karşısındakine kızıp ona vuramayınca kendine vurması bir davranış kalıbıdır. Bu iç-güdünün insanda ortaya çıkardığı gerilimin muayyen bir seviyeyi aşması sonucu, bu iç-güdü kedisine kendi dışında obje arayacaktır. Kendi dışında kendisi için uygun bir obje bulamaması halinde, bu içgüdü bizzat kendisine, kendi içinde yönelecektir. Böylece intiharlar ortaya çıkacaktır.
 
Japonlar’ın karşısındakilere kızdıkları zaman kendi kendilerini öldürmeleri (harakiri yapmaları) bu ruhî mekanizma iledir. Kendilerini öldürmeleri, bu iç-güdüye kendilerini hedef göstermeleri sonucudur.
 
Kurban Kesmek, insanlarda marazî (patalojik) olmayan, fakat çatışmadan ileri gelen akıl hastalıklarını da önleyecektir. Akıl hastalıkları, insanda mevcut gerilimin muayyen bir seviyeyi aşması sonucu ortaya çıkan psişik bir haldir.
 
Bu hususta müteveffa Sigmund Freud’un çalışmalarından yardım görebiliriz: “Çatışma (conflict), Freud’un önemle üzerinde durduğu olgulardan biridir. Çatışma iki zıt kuvvet karşısında zevk prensibinin hâkim olduğu İd tabakası ile realite prensibinin hâkim olduğu Ego arasında meydana gelir. Freud, daha sonra fikirlerinde değişiklik yaparak, çatışmanın ego ile süper-ego arasında meydana geldiğini ileri sürmüştür. Bu iki zıt kuvvetten birini seçmek zorunluluğu diğerinin şuur dışına itilmesine neden olur. Bütün olaylar birbirine zıt kuvvetlerin çatışmasından doğar. İtilmenin bir kere meydana geldiğini ve durduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü itilme sabit değil, daima hareket halinde bir prosestir. İtilmenin başarılı olmadığı devrelerde şuur dışındaki kuvvetler şuura hücum ederler.”
 
İd’de mevcut gerilimin muayyen bir seviyeyi aşması sonucu ortaya çıkacak olan çatışmada, “Ego”nun dengeyi sağlayamaması durumunda birtakım dengesizlikler ve akıl hastalıkları kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Halbuki İd’de mevcut bu gerilimin boşaltılmasıyla, çatışma sonucu ortaya çıkacak psişik tavırlar asgariye inmiş olacaktır.
 
KAYNAK: A. Murat Daryal