İlkbaharın keşif kolu olan “mart” ayı kazma kürek yakıcı bir ay olarak bilinir. O kısa ama çetin ceviz olan şubat ayından sonra işi gücü hep bizi ısıtmak olan güneş o sıcak yüzünü bu ayda yavaş yavaş gösterip her zaman yaptığı gibi bizi Allah’ın izniyle ısıtmaya çalışır. Tam havalar ısınıyor deyip giydiğimiz elbise sayısında düşüşe geçecekken birkaç yaramaz bulut gökyüzünde belirmeye başlar.
İkide bir çocukların hep güler yüzlü olarak resmettikleri güneşin önüne geçip dururlar. Aydınlık dünyamıza küçük karanlıklar düşürürler. Derken o yaramaz bulutların oyunlarını seven başka bulutlar da onların bu sevinç çığlıklarına dayanamayıp geliverirler. Işıl ışıl olan dünyamız bir anda gölgelenmeye başlar. Bulutlar bir araya gelişlerini öyle abartırlar ki seslerinden küçük çocuklar, hatta bazen büyükler bile korkar. Oyunları hem gürültülü hem de bol ışıklı ve sesli olur. Bu havada birkaç yağmur damlasından sonra birden bire kar yağmaya başlar. Güneş görünmez olur. Güneş’in yokluğunu fırsat bilen soğuklar her yeri kaplar. Bazen de hava güllük gülistanlık iken bir sabah uyandığınızda her tarafı karla kaplı buluverirsiniz.
Bu tablolar pek hoş olmasalar da hemen her mart ayında yaşanır. Kim bilir belki Dünya’mız öyle kolay kolay bırakılıp gidilecek bir yer olmadığı için kış bir türlü gidemiyor. Mart ayı aracılığı ile içini son bir defa dökmek istiyor. Ben her ne kadar soğuk ve can sıkıcı olsam da “senin süsün olan insanları” evlerine hapsetsem de seni çok seviyorum, seni öyle birden bırakıp gitmek bana acı veriyor, sen çok güzelsin o kadar güzelsin ki ben güzelliklerini kaplasam bile benim beyazlığım bile sana çok yakışıyor, seninle sarmaş dolaş olmak beni bir çocuk gibi sevindiriyor, seninle olan beraberliğimin geçici olduğunu bilsem de seni bırakıp gitmek bana çok ağır geliyor seni birden bire bırakıp gidemiyorum demek istiyor kış belki de. Kim bilir.
Çok güzel bir yazı çok etkilendim elerinize sağlık 🙂