Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı

1873’te İstanbul’da. Sangüzel’de doğdu. Babası Mehmet Tahir Efendi, Arnavutluk’un İpek kasabasına bağlı Şuşise köyündendir. Küçük yaşta İstanbul’a gelmiş, dönemin ünlü din adamlarından Yozgatlı Mahmut Efendiden “icazet” alarak Fatih Müderrisliği’ne kadar yükselmiştir. Annesi Buharalı bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanımdır.

Mehmet Akif Ersoy, dört yaşlarındayken, Fatih’te “Emir Buliarî” mahalle mektebinde başladığı ilk öğrenimini. Fatih Muvakkithanesi yanındaki İptidai Mektepte (ilkokul) tamamladı: Fatih Merkez Rüştiyesi’ne (ortaokul) girdi. Bu okulda özellikle Türkçe-edebiyat öğretmeni Hoca Kadri Efendinin kişiliği üzerinde etkisi oldu. II. Abdülhamid’in zorbalık rejimine karşı, özgüllük mücadelesi veren aydınlardan biri olan Kadri Elendi, baskının arttığı yıllarda Mısır’a kaçmış, orada Kanun-i Esasi (1897) adlı gazeteyi çıkarmıştı… devamı…

Sponsor Bağlantılar

Mehmet Akif Ersoy ve Edebiyat

Mehmet Akif Ersoy ilk şiir deneylerine lise öğrenimi sırasında başlamış. Veteriner Okulu’ndayken Ziya Paşa’yı, Namık Kemal’i, özellikle Muallim Naci’yi severek okumuştu. Bu dönemin ilk ürünlerini okulu bitirdikten sonra “Mektep Mecmuası”nda (ilk şiiri Kuran’a Hitap, sayı 2. 1895), “Resimli Gazete”de ve “Servet-i Fünun’da yayımlandı.

Mehmet Akif’in çocuk yaşlarından itibaren elinden düşürmediği doğulu şairlerin başında Şeyh Sadi geliyordu. Lise öğrenimini tamamladıktan sonra İranlı şaire beslediği hayranlık daha bilinçle anlama çabasına dönüşlü. Ezberine geçen parçalan yeniden düşünüp yorumlayarak, onun barışçı ve insancı dünya görüşüne dayanan felsefesini anlamaya çalışıyor, Öz ve biçim yönlerinden çağdaşlarıyla karşılaştırarak değerlendiriyordu. 1910’larda yayımladığı bir yazısından, batılı şairlerden Victor Hugo’yu, Lamartine’i de severek okuduğunu, özellikle Lamartine’i Fuzuli kadar kendisine yakın bulduğunu anlıyoruz. devamı…

Mehmet Akif Ersoy’un Sanatı

Mehmet Akif Ersoy, henüz kişiliğini arama dönemindeyken, Türk şiiri öz ve biçim yönlerinden önemli değişmeler geçirdi. Şairler doğaya ve topluma bakışlarında eski çerçeveleri aştılar. Yakın çevre gözlerinde gerçeklik kazandı. İzlenimlerini somutlayabilmek için yeni ifade biçimlerine gereksinme duydular. Şiirlerde somut sözcükler çoğalmaya başladı. Özellikle Tevfik Fikret “aruzla Türkçeyi uzlaştırma başarısı kazandıkça” gerçekçi temaları daha rahatlıkla işleme ustalığına ulaştı. Giderek “manzum hikaye” niteliği taşıyan şiirler yazıldı.

On yıllık bir susuştan sonra yeniden ortaya çıkan Akifin de “manzum hikaye” türüne fazla eğilim duyduğu görülür. “Sırat-ı Müstakim”de yayımlanan bu yeni dönem ürünlerini topladığı Safahat I’deki (1911) şiirlerin çoğu (Küfe, Hasır, Meyhane, Seyfi Baba, Kocakarı ile Ömer) bu türdendir. Ne ki, kendisinden önce Tevfik Fikret ve -üstat saydığı- Ali Ekrem (Bolayır) tarafından ortaya konulan örnekleri nitelik yönünden önemli ölçüde geliştirdiği söylenemez. Fikret, hikayenin konusunu işlerken duyarlığını yilirmediği halde, Akifin “hikaye etme” yönü daha ağır basar: bu nedenle de “manzum nesir” niteliğindeki dizelere fazlaca raslanır. devamı…

Mehmet Akif Ersoy’un Eserleri

“Safahat”, Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini topladığı yedi kitaplık şiir külliyatının adıdır. İçinde 11.240 mısra tutan 108 şiir bulunmaktadır. Şair, İstiklal Marşı’nı Safahat’a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: “Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm”

Birinci kitap, yalnız “Safahat” adını taşır. Bundan başlayarak sıra numarası almış bulunan öteki kitapların ayrıca isimleri vardır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda birkaç baskı yapmış olan kitaplar, latin harfli baskılarından önce bir arada, tek cilt içinde yayınlanmamıştır. devamı…

Tahsil Hayatı

Mehmet Âkif, dört yaşında iken Fatih’te Emir Buhârî mahalle mektebine (yuva) gönderildi ve tahsil hayatına başladı. Burada iki sene ve sonra sırasıyla üç sene ibtidâî (ilkokul), üç sene rüşdiye (orta okul) ve üç sene mülkiye idâdîsine (lise), sonra da iki senesi (gündüzcü olarak) Ahırkapı’da ve iki senesi (yatılı olarak) Halkalı’da olmak üzere, dört sene de Baytar Mektebi’ne (Veterinerlik Fakültesi) devam etti. 1893’te mektebin ilk mezunu ve birincisi olarak diploma aldı.

Mehmet Âkif, resmî tahsilin dışında, çok bilgili ve şuurlu bir zat olan babası başta olmak üzere birçok âlimden devamlı olarak ders okumuş ve kendisini yetiştirmiştir. Lisana karşı bilhassa kabiliyeti bulunduğundan, devamlı çalışarak Arapça, Farsça ve Fransızca’yı, edebiyatlarını takip edecek ve tercümeler yapacak kadar iyi öğrenmiştir. Çocukken başladığı hâfızlık çalışmalarını, bir müddet ara verdikten sonra, yirmi yaşında iken kendi kendine tamamlamış ve Kur’an-ı Kerîm’i ezberlemiştir. Mısır’daki son seneleri de Kur’an meali ile meşgul olarak geçmiştir.

Sporculuğu

Tahsil hayatı boyunca daima derslerinde birinci olan Mehmet Âkif, aynı zamanda çeşitli sporlarla meşgul oluyor, bunları da, derslerine mâni olmadan, en iyi şekilde yapıyordu. On dört yaşında iken – Osmanlı toplumunda asırlardır en sevilen ve yaygın spor olan – yağlı güreşe başlamıştı. 16-18 yaşlarında, köy düğünlerindeki güreşlere katıldığı olmuştur. Uzun mesafeleri yorulmadan yürüyor; hafta sonları okula giderken, Fatih’ten Halkalı’ya ve bazen güreşmek için Halkalı’dan Çatalca’nın köylerine yürüyerek gittiği oluyordu. Ayrıca gülle atar, ata biner ve çok iyi yüzerdi. İstanbul Boğazı’nı da yüzerek geçmiştir.

Ömrü boyunca daima manevî ve fikrî bir mücadele içinde yaşayan Âkif’in, günün birinde ve ihtiyaç hâlinde, bedenen cihâd etmek için de hazır bulunmayı bir ibadet saydığı ve bunun için gayret gösterdiği anlaşılmaktadır.

Bulunduğu Görevler

Tahsilini tamamladıktan sonra, Ziraat Vekâleti Baytarlık şubesinde vazifeye başlamıştı. İlk dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi yıllık bir memuriyetten sonra – bir başkasına yapılan haksızlık üzerine – istifa ettiğinde, aynı şubenin müdür muavinliği vazifesinde bulunuyordu.

Öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmiye” (resmî yazışma usûlü) dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârülhilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” müderrisliğinde bulundu. Mütareke devrinde, “İslâmiyet’i doğru olarak halka öğretmek, yanlış bilgileri gidermek ve İslâm ahlâkını korumak” için fieyhülislamlık’a bağlı olarak kurulmuş bir “İslâm Danışma, Tebliğ ve İrşad İlim Heyeti” olan “Darülhikmet-il İslâmiyye”de üye ve başkâtip (genel sekreter) olarak çalıştı (Ağustos 1918 – Nisan 1920) ve bu kuruluşun yayın organı olan “Cerîde-i İlmiyye”yi idare etti. İstiklâl Savaşı’nı yapan Birinci Millet Meclisi’nde milletvekili olarak vazife gördü. Mısır’da 1929 yılından 1936’ya kadar, Kahire
Üniversitesi’nde Türkçe Hocalığı yaptı. Bütün ömrünü okuyarak ve okutarak geçirdi.

Yirmi beş yaşında iken İsmet Hanım’la (1878-1944) evlenen Mehmet Âkif’in üç kızı ve iki oğlu olmuştur.

Şebîlürreşad Dergisi

Mehmet Akif, şiirlerinin büyük çoğunluğunu “baş muharrir”i bulunduğu dergide, ilk sayısından başlayarak yayınlamıştır. 1908’de “Sırâtımüstakîm” adıyla (Prof.) Ebululâ Mardin (1881-1957) ve Eşref Edib (Fergan) (1883-1971) tarafından çıkarılan, 1912’den sonra ise “Sebîlürreşad” adını alarak yalnız Eşref Edib tarafından devam ettirilen bu dergi, 1925 yılı başına kadar çıkmaya devam etmiş ve 641 sayı yayınlanmıştı. Fikir hayatımızda ve yakın tarihimizde çok önemli bir yeri olan bu derginin, 362 sayı yayınlandığı ikinci bir dönemi (1948-1966) daha vardır.

Mehmet Akif Ersoy’un Seyahatleri

Okulunu bitirdikten sonra baytarlık yaparken Arnavutluk’a (İpek) giderek, amcalarını ziyaret etmiş; Edirne merkez olarak Rumeli’yi, Adana merkez olarak Anadolu’yu, fiam ve civarını dolaşmış; 1914 yılı başında, davetli olarak, iki ay devam eden “Beyrut – Kahire – el’Uksur – Medine – fiam” seyahatine çıkmış; aynı yılın sonunda vatanî bir vazifeyle üç aylığına Berlin’de ve yine aynı şekilde 1915 Mayıs’ından sonra beş aylığına “Necid (Riyad) – Medine – fiam – Beyrut”ta bulunmuş; 1918 yılı Temmuz ayında bir ay davetli olarak Beyrut’a gitmiş; İstiklâl Savaşı sırasında, halkı teşvik için Anadolu’yu ve cepheleri dolaşmış ve hayatının son yıllarını Kahire’de geçirmiştir.

Şiir Hayatı

Lise yıllarında şiirle meşgul olmaya başlamıştı. Baytar Mektebi’nin son senelerinde bu kabiliyetini ilerletti. Türkçeye ve aruz veznine hâkim olmuştu. Arkadaşlarına uzun manzum mektuplar yazıyordu. Önceleri, Ziya Paşa, Muallim Naci ve Namık Kemal gibi eski üstadlar tarzında şiirler nazmederken, daha sonra kendi üslûbunu bularak onların tesirinden uzaklaşmıştır.

Şâirliğinin ilk devresinde yazdığı, yayınlanmamış binlerce mısralık eski şiirlerini yok etmiştir. Bunlardan elde sadece, bazı dostlarının defterlerinde bulunan veya çeşitli dergilerde daha önce çıkmış olan, iki bin mısra kadarı kalmıştır. Bu eski şiirlerini “Safahat” (Safhalar, Hayattan Manzaralar) adını verdiği şiir kitabına da almamıştır.

Mehmet Akif Ersoy’un Yazı ve Kitapları

Şiirlerini, 1908’de çıkmaya başlayan ve kendisinin baş yazarlığını yaptığı “Sırâtımüstakim” dergisinde yayınladı. Bunlar, o zamana kadar rastlanmamış derecede akıcı, sâde, halkın hayatını anlatan ve duygularını dile getiren, millî şiirlerdi. Bir zaman sonra “Sebîlürreşad” adını alan dergide yayınlanan bu şiirler, tamamlandıkça, “Safahat” genel başlığı altında, küçük kitaplar hâlinde neşrediliyorlardı. 1911-1924 yılları arasında ilk altı kitap çıkmış, yedincisi ise 1933’te Kahire’de yayınlanmıştır.

Mehmet Âkif Bey, şiirlerinden başka, Sebîlürreşad’ın hemen her sayısına tefsir yazıları, makaleler ve tercümeler de vermekteydi. Bunların da bir kısmı kitap olarak yayınlanmıştır.

Destan Şairi Mehmet Akif Ersoy

Balkan Harbi sırasında, “Müdâfaa-i Milliye Hey’eti Neşriyat Şûbesi”nde Abdülhak Hâmid, Süleyman Nazif, Cenab Şehâbeddin, Hüseyin Kâzım ve daha birkaç yazar ile birlikte âza olarak bulundu. Hey’etin başkanı, zamanın edip ve şâirleri tarafından büyük saygı gören ve “üstâd” sıfatına lâyık bulunan “Ta’lîm-i Edebiyat” müellifi Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey idi.

Bu toplantılar sırasında bir gün Recâîzâde, Akif’e hitap ederek: “Milletin, millî bir destana ihtiyâcı olduğunu ve bunu da ancak kendisinin yapabileceğini söylemiş ve yazmasını istemiş”tir.

Büyük Şair Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif, daha önce Muallim Naci ile başlamış olan, Türkçenin sade ve akıcı bir şekilde aruza tatbikinin ilk büyük temsilcisidir. Mizahî fıkralardan en heyecanlı şiirlere kadar, en güzel Türkçe ile, milletine şaheserler vermiştir. fiiirleri, her bakımdan, edebiyat tarihimizde eşsiz güzellikte muhteşem parçalardır. Basit bir hayat sahnesini anlatan mısralarında bile, hem en keskin bir zekânın şimşekleri, hem de titreyen bir gönlün gözyaşları sezilir…

Çağdaşı olan bütün büyük şair ve edibler, Mehmet Âkif’in yüksekliğini kabul edip, bunu itiraf ve takdir eden beyanlarda bulunmuşlardır. Âkif Bey, şiirlerinde ve makalelerinde, “sadelik, millîlik, din ve ahlâka bağlılık” şeklinde özetlenebilecek olan edebiyat görüşünü açıklamıştır. Kendisi, en fazla önem verdiği iki değerin, “dil ve din” olduğunu söylemektedir.

Şiirlerinden bazıları bestelenmiş ve önemli bir kısmı Arapçaya çevrilmiştir.

Arkadaşının Çocukları

Mehmet Âkif, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı andlaşmışlar ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi.

Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Âkif Bey -daima olduğu gibi- sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı. Bu çocukların büyüğü olan Cevdet’i, Baytar Mektebi’nde okutuyordu.

Mehmet Âkif’in büyük oğlu Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheylâ hakkında şunları söylemektedir:

“Süheylâ Hanım isminde bir evlâd-ı mânevîsi de ablalarım ile birlikte (Ankara’ya) gelmişti. Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım. Hasan Tahsin Bey namında babamın pek samimî arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheylâ Hanım’ın pederi ölmüş, babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alâkadar olmuş, netice Süheylâ ablam Darülmuallimât’ı ikmâl ettikten sonra Darülfünûn’u dahi bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim.”

Milletiyle Birlikte Ağlayan Şair

Balkan Harbi’nin – Rumeli müslümanlarının çoluk çocuk katledildiği, nehirlerin cesetlerle dolduğu – felâketli günlerinde, 1913 yılının fiubat ayı içinde, İstanbul’da Beyazıd Camii’nde bir ikindi sonrası, Fatih ve Süleymaniye camilerinde ise Cuma namazlarından sonra kalabalık cemaatlere va’az kürsülerinden hitap ederek, halkı birliğe, cihada ve orduya yardıma çağırmıştır.

Mehmet Akif, bu konuşmalarını, o sırada orduya destek vermek için kurulmuş olan “Milli Müdafaa Cemiyeti”nin İrşad Heyeti üyesi olarak yapmıştı. Bu konuşmaların ilânları günlük gazetelerde ve metni Sebîlürreşad’da yayınlanmıştır.

Bu savaşta, vahşice öldürülen mazlumların, alnına bıçakla haç çizilen ve sarıklarından asılan din adamlarının, sürüklenip götürülen masum genç kızların acı ve ızdırapları, onun feryad eden şiirleriyle millî vicdana ve tarihe yazılmıştır.

Kendisinin ve derginin bütün neşriyatı,
daima din, vatan ve millet duyguları ile yapılmış ve bu yayınlar, birkaç sene sonra milletçe kalkışılacak olan Millî Mücâdele’nin de tohumlarını atmıştır. Nitekim Mehmet Âkif, 1920 fiubat ayında, ilk kurşunun atıldığı Balıkesir cephesine koşarak, Zağnos Paşa Camii kürsüsünden halkı cihada çağıracaktır.

Berlin Seyahati

Mehmet Âkif, 1914 yılı sonunda, devlet tarafından vazifeli olarak Almanya’ya gönderilen bir hey’ete dâhil olarak Berlin’e gitti. Burada üç ay kadar kaldıktan sonra 1915 Mart ayının ilk yarısı içinde İstanbul’a döndü.

Harpte müttefikimiz olan Almanlar, Fransız, Rus ve İngiliz ordularında bulunup da savaş sırasında kendilerine esir düşmüş olan Müslümanları, ayrı kamplarda toplamışlardı. Bu kamplardaki esirlere iyi muamele ediliyordu. Bunlar için camiler ve okullar inşâ edilmişti.

Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara, Müslüman esirlere karşı güzel davranışlarını göstererek bir cemîle yapmak; esirleri ise Halife’lerinin kendileriyle birlik olduğunu göstererek kazanmak istiyorlardı. Bu maksatla Almanlar tarafından davet edilen hey’etlerin birine Mehmet Âkif de katılmıştır.

Bu gibi faaliyetler, askerî haberalma ve casusluk teşkilâtı olarak çalışan Osmanlı “Teşkîlât-ı Mahsûsa”sı tarafından yürütülmekteydi.

Necid Seyahati

Mehmet Âkif, 1915 yılının Mayıs ayı ortalarında yine resmen vazifeli olarak, “Teşkilât-ı Mahsûsa”nın başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bir heyete katıldı.

Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan ve dört buçuk ay süren bu seyahatin hedefi Riyad idi. Şerif Hüseyin’in İngilizlerle anlaştığının ve isyan hazırlığı içinde olduğunun anlaşılması üzerine devlete sâdık kalmış olan Necid meliki İbnürreşîd ile kendisinin hükûmet merkezi olan Riyad’da görüşülecekti. Bu görüşme yapılarak fieyh İbnürreşîd’e gerekenler söylenmiş ve yakınlarına gönderilen hediyeler verilmiştir.

Seyahat dönüşünde fiam’a ve Beyrut’a da uğrayan Âkif Bey, 1915 Ekim ayı başında İstanbul’da idi.

Âkif’in fiam’da bulunduğu günlerde orada olan eski talebesi Baha Kâhyaoğlu, Suriye gazetelerinde “fiâir-i İslâm”ın geleceğinin haber verildiğini ve Damaskus Oteli’nde toplanan yüz kadar âlim ve şâirin Âkif Bey’e hürmetlerini sunduklarını, mütevâzı şâirin bu hâlden çok sıkıldığını yazmaktadır.

Bu seyahat sırasında Medine’yi ikinci defa ziyaret etme fırsatını elde eden Âkif, kendisinin en yüksek eserlerinden sayılan “Necid Çöllerinden Medîne’ye” şiirini bu ziyaretin ilhâmı ile yazdı.

Vatan Hizmeti

İttihad ve Terakki Hükûmeti’nin düşünce ve idare şekline muhalif olan Mehmet Âkif’in resmî vazife kabul ederek Berlin’e ve Necid’e gitmesi, onun, hükûmet ile devleti birbirinden ayrı görebilen vatanseverliğinin bir gereği idi. Vatanın büyük tehlikeler karşısında bulunduğu bir sırada Âkif’in fikir ayrılıklarını mesele yapması düşünülemezdi. Esasen yerine getirdiği vazifenin İttihad ve Terakki Partisi veya siyaseti ile bir ilgisi olmadığı gibi, Teşkilât-ı Mahsûsa da siyâsî değil, doğrudan orduya bağlı millî bir kuruluştu.

Âkif Bey 1925 sonrasında, on yıllık savaştan çıkmış, maddî manevî zayıf düşmüş ülkesine zarar vermemek için, yanlış bulduğu tutumlar karşısındaki büyük ızdırabına rağmen susmayı tercih etmiştir. Ne kadar doğru da olsa, o yıllarda kabul görmeyecek ve fitneye sebep olarak millete zarar verecek bir hareket tarzı, merhumun yüksek şahsiyetinin ve vatanseverliğinin kabul edebileceği bir tavır değildir.

Darülhikme’de

Savaş sonrasında, halk arasında sarsılmış olan dinî ve ahlakî değerleri canlandırıp korumak için İstanbul’da, fieyhülislâmlık’a bağlı olarak “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” adıyla bir müessese kurulmuştu. 12 Ağustos 1918’de açılan bu teşkilât, zamanın tanınmış İslâm âlimlerini ve fikir adamlarını çatısı altında toplayan, yüksek seviyede, bir “İslâmî, danışma, tebliğ ve irşâd hey’eti” idi.

Mehmet Âkif, Beyrut’ta bulunduğu sırada “Dârü’l-Hikme”ye başkâtip olarak tâyin olunmuş ve dönüşünde vazifesine başlamış, 23 Ocak 1920 tarihinde başkâtiplik üzerinde kalmak üzere âzâlığa da tâyin olunmuştur.

Dârülhikme kurulunca, Meşîhat (fieyhülislâmlık) dâiresinin resmî gazetesi olan, aylık “Cerîde-i İlmiyye” de Dârülhikme’nin başkitâbetine bağlanmıştı. İlk sayısı 1914 Mayıs’ında yayınlanmış olan mecmua, bu bağlanışa kadar kırk dört sayı intişâr etmişti. Elli üçüncü sayısından sonra on beş günlük olan derginin 45 – 58. sayıları Âkif Bey’in idaresinde çıkarılmıştır.

Mehmet Âkif, Anadolu’ya geçerek “Kuvâ-yı Milliye”ye katıldığı anlaşıldıktan sonra “vazifesinden izin almadan ayrıldığı” gerekçesi ile 3 Mayıs 1920’de Dârülhikme’deki vazifesinden azledilmiştir.

Milli Mücadele’ye Destek

1920 yılı başından itibaren, Sebîlürreşâd dergisinin idarehanesi, Millî Mücâdele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınları arasındaki haberleşmenin ve gizli haberleşmelerin merkezi olmuştu. Gazeteler ve mektuplar dergi vâsıtası ile Anadolu’ya gidiyor ve İstanbul’a geliyordu.

Millî Mücâdele’yi destekleyen, yabancı dilden eserler tercüme ettirilerek basılıyor ve Sebîlürreşâd paketlerinin içinde ve başka yollarla Anadolu’ya gönderiliyordu. Müslüman Hindli yazar fieyh Müşir Kıdvay’ın, Ömer Rıza (Doğrul) tarafından İngilizceden tercüme edilen ve Necm-i İstikbâl Matbaasında bastırılarak gönderilen, iki eseri de bunların arasındaydı.

Balıkesir Hitabesi

1919 yılında Anadolu’daki Millî Mücâdele’nin ilk faaliyetleri görülmüş; bilhassa 15 Mayıs’ta, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ilk cepheler açılmaya başlamıştı.

Düşman işgali altındaki İstanbul’da bunalan Mehmet Âkif, 1920 yılının Ocak ayı sonunda Eşref Edib’le birlikte Balıkesir’e gitti. Burada, Zağnos Paşa Camii’nde Cuma namazından sonra va’az kürsüsüne çıkarak halka hitap etti.

“Ey Müslüman!” hitâbıyla konuşmasına başlayan Âkif, önce “Cihan altüst olurken seyre baktın öyle durdun da; Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!” diye başlayan şiirini okumuştu.

Bundan sonra: Müslümanların neden geri kaldıklarını; insan gibi yaşamak isteyenlerin kuvvetli olmaya mecbur olduklarını; denizaltılar, uçaklar yapan Batılıların bunu tek tek değil, birleşerek yaptıklarını; bugün her şeyin cemaatler ve şirketler tarafından yapıldığını; bizim, bir araya gelip çalışmayı beceremediğimiz için aynı şeyleri yapamadığımızı; geçmişteki kırgınlıkları unutmak ve birleşmek lâzım geldiğini; eğer bunu başaramazsak, bizi idarelerine alacak olanların, bize hayvan muamelesi edeceklerini anlatmıştı. Söylediklerini misallerle izah ve ispat eden ve âyetlerle destekleyen Âkif, sözü Karesi’de (Balıkesir) başlamış
olan Millî Mücâdeleye getirmiş ve konuşmasını şöyle bitirmiştir:

“Osmanlı saltanatını i’lâ için Karesi’nin, bu kahraman İslâm muhitinin vaktiyle ne büyük fedâkârlıklar gösterdiği herkesin malûmudur. Rumeli’yi baştan başa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdir. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu isbât etmelisiniz. Anadolu’yu müdâfa’a hususunda diğer vilâyetlere ön ayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz. Sa’yiniz meşkûrdur. İnşâallah bu şân ü şeref kıyâmete kadar artar gider. İnşâallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saâdeti, refâhı, ümrânı dünyâlar durdukça masûn ve mahfûz kalır.”

Takip ve Baskı Altında

Âkif Bey, Balıkesir’e gidip bu konuşmasını yaptığı sırada Dârülhikme’de çalışmakta, halkı direnmeye çağıran haftalık dergisini çıkarmakta ve bunları, düşman işgali altındaki İstanbul’da yapmakta idi.

Üstelik Balıkesir konuşmasından sonra yine İstanbul’a döndüğü gibi, çok heyecanlı ve düşman aleyhtarı olan bu konuşmasının metnini dergisinde de yayınlamıştı. Bundan sonra Sebîlürreşad, işgal kuvvetleri tarafından devamlı sansür edilmiş ve kendisi de takip altına alınmıştır.

Mehmet Âkif, İstanbul’daki faaliyetleri, temasları ve neşriyatı ile Millî Mücadele’ye büyük destek sağlamakta idi. Fakat buradaki baskı, Âkif Bey’in Balıkesir va’azından sonra daha da artmış ve dergideki bazı yazıların, bazan tamamı “İşgal Kuvvetleri Sansür Heyeti” tarafından çıkarılır olmuştu.

İstanbul caddelerinde devriye gezen düşman askerlerini görmemek için Âkif Bey ara sokaklardan gidiyor, vapurların alt kamaralarında oturuyordu. İstanbul çalışılamaz hâle gelmişti.

Bu sebeple, Millî Mücâdele’ye daha çok faydalı olabilmek için artık Anadolu’ya geçmek, cihâdın ortasında bulunmak istiyordu.

Savaşın İçinde

Nihayet İstanbul’da hizmet imkânı kalmadığını gören Âkif Bey, itibarlı ve yüksek maaşlı işini ve ailesini bırakarak, 10 Nisan 1920 tarihinde Millî Mücadele’ye katılmak üzere, gizlice Ankara’ya doğru yola çıkmış; Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de Ankara’ya varmış, gider gitmez faaliyete geçerek, 28 Nisan tarihli “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesinde de haber verildiği gibi, 30 Nisan Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kürsüye çıkarak halka hitap etmeye başlamış ve İstiklâl Savaşı’na Burdur mebusu olarak katılmıştır.

Mehmet Âkif, o günler için çok büyük bir hizmet olarak, Ankara’da da Sebîlürreşad’ı çıkarmaya devam etmiş; Eskişehir, Konya, Kastamonu, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya ve çevrelerini dolaşarak, büyük gayesi, yani dini, vatanı ve milleti uğrunda canla başla çalışmıştır. Savaş sırasında, defalarca cephelere giderek gazilerle konuşmuş, onları cihada teşvik ederek yüreklendirmiştir.

Ankara Yolculuğu Nasıl Yapıldı?

Mehmet Âkif’in Ankara yolculuğunu, bu yolculukta onunla birlikte bulunan oğlu Emin’in anlattıklarına dayanarak şu şekilde tesbit ve hülâsa edebiliriz:

10 Nisan 1920 günü sabahı, namazdan sonra ailesiyle vedalaşan Âkif, oniki yaşındaki oğlu Emin’i yanına alarak Çengelköyü’nde oturduğu evden hareket etti. Yürüyerek Üsküdar’da Karacaahmed Mezarlığı’na geldiler. Burada Âkif’i, Ali Şükrü Bey (Trabzon’un maktul şehid mebusu, 1884-1923) bir fayton ile beklemekteydi. Faytonla Kısıklı üzerinden Alemdağı’na gittiler. Burada Millî Mücadelecilerin toplandığı bir çiftlikte (Baltacı Çiftliği olmalı) atlara bindiler ve bir süvarinin refakatinde yola devam ettiler. Geceyi bir köyde geçirip, ertesi gün İzmit ile Adapazarı arasında, Kuvâ-yı Milliye’ye cephane götüren bir kafileye rastlayarak ona katıldılar. Geyve yakınlarında Kuşçubaşı Eşref ve Yenibahçeli fiükrü Beylere rastladılar. Daha ileride bu ikisi ile birlikte topluluktan ayrılarak beş kişilik bir kafile hâlinde, demiryolundan dekovil ile Ankara’ya gittiler.

Ankara’ya Varış: 24 Nisan 1920

Mehmet Âkif ile Ali fiükrü Bey Ankara’ya Meclis’in açıldığı günün ertesi Cumartesi günü öğle sıralarında vardılar. Babasıyla birlikte bulunan Emin, Ankara’ya geldikleri günü şöyle anlatıyor:

“Eskişehir’den Ankara’ya tren ile gittik… Atatürk Ankara’da idi. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.

“Tren öğleye doğru Ankara’ya vâsıl oldu. Ali fiükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan Millet Meclisi’nin önünde indik. Babam bana, sen buralarda otur diyerek, Meclis’in bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu Gözübüyükzâde Ziya Hoca ve daha tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvelâ Ali fiükrü Bey’in elini sıkarak hoş geldiniz diyen Atatürk oldu; bilâhare şâire iltifat etti:

“– Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim” dedi.

“Onlar uzaklaşır iken biz de Ankara’da, acıkan karnımızı doyuracak bir lokanta aradık.”

Meclis’in 24 Nisan Cumartesi günü yapılan ikinci toplantısının, öğleden sonra üçte başlayan üçüncü celsesinde, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in, müzakereler sırasında söylediği birkaç cümlenin zapta geçmiş olduğu görülüyor.

Bu bilgilerin ışığında, “Âkif Bey ve arkadaşının 24 Nisan günü öğle vakti Ankara’ya geldiklerini ve Ali Şükrü Bey’in Meclis’in öğleden sonraki toplantısına, katıldığını” söyleyebiliriz. O sırada henüz mebus olmayan Âkif Bey ile oğlu da büyük ihtimalle dinleyiciler arasında bulunuyorlardı…

Âkif, Ankara’ya gelir gelmez Hacı Bayram Camii’nden başlayarak halka hitap etmiş, ikna olunması gereken kimselerle konuşmalar yapmış, Millî Mücâdele’ye yardım edebilecek şehirleri dolaşarak, “Kuvâ-yı Milliye”nin bir “İttihatçı” hareket olmadığını, bu vatanı da kaybedersek gidecek yerimizin kalmadığını, bu savaşın dine ve Halife’ye hıyânet için yapılmadığını, bunun bir “cihâd” ve katılmanın “farz” olduğunu halka anlatmış, şüpheleri giderip, isyanları yatıştırıp, gönülleri tutuşturmuş ve büyük bir “ihtiyaç”a cevap vermiştir.

Burdur ve Biga’dan Mebus Seçilmesi

Mehmet Âkif’in Burdur’dan mebus seçilmesine, o sırada yeni seçilmiş olan bir mebusun istifa etmesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın onun yerine Âkif Bey’in yazılmasını istemesi, sebep olmuştur.

Ankara’ya 24 Nisan’da gelmiş olan Âkif Bey’in seçilmesi, Paşa’nın 29 Nisan 1920 tarihli bir telgrafı ile Burdur’un bağlı bulunduğu Konya vilâyetinin vali vekili ve kolordu kumandanı olan Albay Fahreddin (Altay) Bey’e bildirilmiştir. Burada yapılan seçim sonucunda en fazla oyu Âkif Bey almıştır.

Mehmet Âkif Bey’in, Burdur’dan seçildiğinden haberi olmayan Bigalıların da, onu mebus intihâb etmelerine neyin vesile olduğunu bilemiyoruz. Ancak birkaç ay önce Balıkesir’e giderek Millî Mücâdele’yi teşvik bâbında Zağnos Paşa Cami’inde konuşma yapmış olan Âkif Bey’in, aydınlarca esasen
bilinen şahsiyetine ilâveten halk tarafından da iyi tanındığı ve böyle bir meselede isminin ilk akla gelenler arasında bulunacağı tabiidir. Burdur’da olduğu gibi burada da en fazla oyu almış olması da bunu göstermektedir.

Milli Mücadele Konuşmaları

Mehmet Âkif’in, İstiklâl Savaşı yıllarındaki hizmetleri arasında, Kastamonu’da yaptığı faaliyetlerin ayrı bir yeri vardır. İstanbul’dan ve Batı Anadolu’dan Ankara’ya geçişlerin ve yapılan silah vesair hayatî yardımların yolu üzerindeki en önemli bir liman ve merkez olan Gelibolu ve Kastamonu ile civarında, Ekim-Aralık 1920 aylarında dolaşarak ve Nasrullah Camii’nde toplanan halka defalarca hitap ederek, harbin gerçek sebeplerini ve dünyanın o sırada bulunduğu siyasî durumu açıklamış; bütün müslümanları ve Osmanlı Devleti’ni tehdit eden tehlikelerin asıl kaynaklarını anlatmış; halkı ciddi olarak bilgilendirmiş, böylece onların şuurlanmasını ve mücadeleye katılmalarını sağlamıştır.

Bu sırada Sebîlürreşad’ın üç sayısı da Kastamonu’da yayınlanmış ve kendisinin çok önemli olan konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere dağıtılmış; camilerde, derneklerde ve askerî birliklerde okutulmuştur.

Mehmet Âkif’in bu konuşmaları, hâlen, İstiklal Savaşı’mızın ne için, nasıl ve hangi gayelerle yapıldığını, ilk defa ve içinde yaşayarak anlatan en önemli ve çok kıymetli, tarihî belgelerdir.

Manevi Önder

Halk tarafından çok iyi tanınan ve sevilen Mehmet Âkif’in Ankara’ya giderek “Kuvâ-yı Milliye”ye katılmış olması, bütün millet üzerinde çok müsbet bir tesir uyandırmıştır.

Mehmet Âkif’in, sağlam imanı, itidali ve akl-ı selimi ile, o ağır şartlarda mümkün olan en meşru, mâkul ve doğru olan kararı vereceğine güvenildiği için, onun bu harekete katılarak onaylamış olması, Millî Mücadele’nin, Birinci Dünya Harbi’ne katılışımız gibi, “İttihatçıların, sonu kötü bitecek bir macerası” olacağından korkan veya “devlete karşı bir isyan” olduğunu düşünerek samimiyetinden şüphe eden birçok kimseyi tatmin etmiş ve onların da maddî manevî güçleriyle mücadeleye katılmalarını sağlamıştır.

Onun, sessiz, mütevâzı, hiç kimsenin başına kakmadan, övünmeden, makam ve maaş beklemeden ve insanların kendisinden böyle bir şey beklemediği bir sırada, her şeyini tehlikeye atarak yaptığı bu büyük fedâkârlık, kahramanlık ve kısacası “büyük vatanseverlik”in değerini bilen tarih ve fikir adamları, hiç tereddüt etmeden Mehmet Âkif’e, “İstiklâl Savaşımızın Manevi Önderi” sıfatını vermişlerdir.

Mehmet Âkif, bu şekilde, bütün mevcudiyeti ile katıldığı İstiklal Savaşı’nı, önce, bütün Müslümanların başı olan Türkiye’yi, sonra da İslâm âlemini hatta bütün Doğu halklarını maddi manevi esaretten kurtaracak bir mücadelenin başlangıcı olarak görüyordu.

Samimiyeti

Mehmet Âkif’in Müslüman Anadolu halkı üzerinde büyük te’siri vardı. Onun gerçek bir dindar, katıksız bir vatansever ve hâlis bir mücâhid olduğunu bilen Müslüman aydınlar ve halk, ona tam bir itimad beslemekteydiler. Gerçekten de Âkif bu itimada lâyıktı ve geçmişi olduğu gibi, yaşadığı hâl de bunun şâhidi idi.

Kastamonu hitabesi sırasında Mehmet Âkif Bey, kırk yedi yaşında bulunuyordu. O sabah, yanında taşıdığı kitabın ne olduğunu soran Kastamonulu Hâfız Ömer Efendi’ye şu cevabı vermişti:

“Tefsîr-i Celâleyn’dir. Bunu dâima yanımda taşır, Kelâm-ı Kadîm gibi okurum. Şimdiye kadar on sekiz defa hatmettim. fiimdi on dokuzuncu hatme devam ediyorum.”

İstiklal Marşı

Yazdığı şiir, 12 Mart 1921’de, Meclis kararı ile “İstiklâl Marşı” olarak kabul olunmuştu. İstiklâl Marşı’mızın yazılma hadisesi de hem milletimize hem de Âkif merhuma tam olarak yakışan bir özellik ve güzellik göstermektedir:

Genel Kurmay’ın Millî Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek, “Bu savaşımızın mânâsını anlatacak, halka ve askere heyecan verecek ve diğer milletlerde bulunan millî marşlara denk olacak bir marş” istemesi üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı bütün kuruluşlarına bir genelge ile bildirdiği gibi gazetelere de ilân vererek ve “Birinci seçilenin sözlerine 500 ve bestesine 500 lira olmak üzere mükâfat” koyarak, bir müsabaka açmıştı.

Müsabakaya 700’den fazla şiir geldi. Âkif Bey, işin içinde para olduğu için, herkes kendisinden istemesine rağmen, bir şey yazmadı. Halbuki o sırada bir paltosu yoktu ve çok soğuklarda arkadaşının (Baytar Prof. fiefik Kolaylı) paltosunu ödünç alıyordu… Sonunda Âkif Bey’i, kendisine “para vermeyeceklerini” söyleyerek razı ettiler ve işte bu ihlâs ve samimiyet ile, muhteşem “İstiklâl Marşı”mız kaleme alındı… Âkif Bey, mükâfat olarak ayrılan parayı, Dârülmesâî (İşevi) adlı, Hilâl-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı bir derneğe verdirmiştir.

İstiklal Marşı’nın Manası

Bu marş – insanı heyecanlara gark eden müthiş bir duygu çağlayanı olduğu gibi – aynı zamanda, aziz milletimizin, müslüman olup öz ve has benliğini bulduktan sonra kazandığı bütün değerleri, yücelikleri ve güzellikleri de tesbit edip dile getiren; hepimizin yaşama gayesini tesbit ve ilan eden, muazzam bir bildiri ve bir millî yemindir…

Bunun böyle olduğu, on kıt’alık İstiklâl Marşı şiirinin, Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa okunduğu 1 Mart ve resmen kabul olunup iki defa üst üste okutulduğu 12 Mart 1921 tarihli celselerinde, ayakta ve her kıt’ası uzun uzun alkışlanarak dinlenilmiş olmasından da bellidir.

Hepsi, o günlerin, dinî ve millî kültürü iyi bilen seçkin kimselerinden olan ve o sırada savaşın heyecanı içinde bulunan Birinci Meclis topluluğunun bu takdir ve alkışı çok önemlidir.

Kur’an Meali

Mehmet Âkif Bey’in gurbet hayatı boyunca üzerinde çalışıp bitirdiği “Kur’an-ı Kerim Meali”nin hikâyesi de, şairimizin dertlerle dolu hayatının, acıklı sonla biten bir başka safhası olmuştur: İkinci devre Millet Meclisi’ndeki dindar mebusların, Diyanet İşleri Başkanlığı adına yapılması için karar çıkarttıkları, Kur’an’ın Türkçe meal ve tefsirinin hazırlanması işinde, mealin yapılması vazifesi, herkesin müşterek arzusu ile Âkif Bey’e verilmişti. Tefsiri ise Elmalılı Hamdi Efendi yapacaktı.

Âkif Bey, çok mes’uliyetli bulduğu ve çekindiği bu işi, âlim arkadaşlarının ısrarları ile kabul edip tamamladı. Ancak 1930’lu yıllarda başlatılan “Dinde Reform” cereyanı, dinin esasını bozucu yayınlar, Ezan’ın aslının kanun zoruyla yasaklanması, okuyanların hapsedilmesi ve Kur’an’ın namazlarda da zorla tercümesinin okutulacağı haberleri, Âkif Bey’i çok üzdü; bu kötülüğe âlet edileceğinden korktu ve meali Türkiye’ye göndermedi.

Meal Ne Oldu?

Türkçe konuşan Müslümanlar için hem din, hem de lisan bakımından çok kıymetli olan ve zamanın en iyi Türkçe ve Arapça
bilen, samimi bir Müslüman edibi tarafından yapılmış olan bu eser, ne yazık ki kendisine emanet edilen zatın yakınları tarafından 1961 yılında – Âkif Bey’in vasiyeti yerine getiriliyor zannı ile – yakılıp yok edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, sanki ona, “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.” dedirtecek kadar çok sevdiği vatanından ayrı kalmasının ızdırabını hafifletmek için, bu vazifeyi takdir etmiş, onu yüce kitabı ile meşgul ve teselli kılmış ve sonunda her ikisini de dünyadan çekip almıştır.

Çok Sıkıntı Çekti

Mehmet Âkif’in hayatı, dinî, millî ve vatanî dertlere üzülmesinin yanında, maddî olarak da sıkıntı içinde geçmişti. Daha on beş yaşında iken, çok sevdiği babasının vefatı, arkasından iki kere evlerinin yanması ve az bir gelirle yoksul kalmaları, gençliğinin mahrumiyet içinde geçmesine sebep olmuştur. Sonraki yıllarda ise, hür düşünceli ve doğrucu bir fikir adamı olması ve hiçbir hizip veya partiye yaklaşmaması, onu daima büyük zorluklar içinde bırakmıştır. Dergisi, iktidardaki partiler tarafından defalarca, uzun sürelerle kapatılmıştır. Üniversitedeki hocalığından ayrılması da, dergisinde tenkit ettiği politikacıların baskısı ile olmuştur.

Mehmet Âkif, Kahire’deki on buçuk yıllık ikameti sırasında da, eşinin hiç geçmeyen nefes darlığına ve asabî bir hastalığa tutulmuş olması, çocuklarının başıboş kalması ve maddî imkânsızlıklar yüzünden çok sıkıntı çekmiştir.

Gerek milletvekilliği, gerek memuriyetleri ve gerekse Millî Marş şairi veya “Safahat” gibi bir millî destan ve kültürümüz için bir eser-i muazzamın sahibi oluşu sebebiyle defalarca hak ettiği emekli maaşının – ne yazık ki – kendisinden esirgenmesi de buna sebep olmuştur. (Maaşı ölümünden üç ay önce dostlarının gayretiyle bağlanabilmiş, ancak yine de birikenlerden ve ikramiyesinden, kendisi de, yoksul ve kederli ailesi de mahrum ve mahzun bırakılmıştır.)

Antakya’da

Kahire’de rahatsızlanan Âkif, hava değişimi için 1935 yılı Temmuz ayında Cebel-i Lübnan’a gitti. Âliye’nin yanında Sûku’l-Garb köyünde otele yerleştirildi. Ağustos başında ise, vefakâr eski dostlarının kendisini davet etmesi üzerine, Antakya’ya geldi. Antakya o sırada henüz Fransız idaresinde bulunuyordu. Âsi Nehri kıyısında gençlerle dolaşırken “Antakya’yı nasıl buldunuz?” diye sorulunca, “…Havada bir ağırlık var” diyerek şu kıtayı söylemişti:

Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?…

Mehmet Akif Ersoy’un Hastalığı, Ölümü ve Mezarı

Âkif Bey, son üç yılında Kahire Üniversitesi’nde Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ancak Mısır’da uzun müddet kalan yabancılara bilhassa musallat olan “siroz” hastalığına tutulmuş ve durumu ağırlaşınca, 17 Haziran 1936’da İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’da yine Abbas ve Said Halim Paşa ailelerinin yardımıyla tedavi olunmuşsa da şifa bulamayarak 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etmiştir. Hastalığında da resmî bir alaka görmeyen İstiklâl fiairi’nin cenazesi, birkaç kişi ve çıplak bir tabutla Beyazid Camii’ne getirilmiş; ancak vefatını duyan ve ağlayarak koşup gelen üniversiteli gençler tarafından bayrağa ve Kâbe örtüsüne sarılarak, etrafında nöbete durulmuştur.

Namazdan sonra mezarlığa kadar tabutu omuzlarda götürülen bu büyük insan ve büyük Müslümanın naaşı, kefenin üzerine bayrak sarılarak ve “İstiklâl Marşı” okunarak kabrine konulmuştur.

Kabri – bugün – Edirnekapısı’ndaki “fiehidlik”te “Mehmet Âkif Ersoy Meydanı”ndadır.

Sevilen Millet Büyüğü

Merhumun doğduğu evin yerinde (Sarıgüzel, Bâlî Paşa caddesi, no.63-3) bulunan Barcın Apartmanı’nın ve vefat ettiği yer olan Mısır Apartmanı’nın cephelerine, 1999 yılında, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı “Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi”nin teşebbüsü ve mahallî belediyelerin işbirliği ile, bu bilgileri taşıyan birer levha çakılmıştır.

Safahat, bugün Türkiye’de en çok ve hiç kesilmeden basılan, yayılan ve okunan bir eser olduğu gibi, Âkif merhum da her sene artan bir sevgi ve saygı ile milletçe benimsenmekte ve anılmaktadır. Hakkında birçok yazılar, kitaplar yazılmakta, araştırmalar yapılmakta, onun ve işaret ettiği İlahî “sırâtımüstakim”in hayatımızdaki vazgeçilmez değeri, her gün daha kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.

Ne mutlu o millete ki içinden çıkan ve onun için kendisini feda eden, iman kahramanı büyük evlatlarının kıymetini bilir ve onlardan istifade eder.

Mehmet Akif Ersoy İle İlgili Yazılar:

Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Akif Ersoy’un Şiirleri
Mehmet Akif Ersoy ve Edebiyat
Mehmet Akif Ersoy’un Eserleri
Mehmet Akif Ersoy’un Sanatı
Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı
Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitlerine