Yazarlıkla alakalı hiçbir isteğim yoktu. Hani malzeme toplamak, yazacak bir şeyler bularak popülaritemi artırmak amacı gütmeden, sadece içe dönük maneviyatımı geliştirici arayışlar içerisindeydim.  Bir anda karşıma bir poster çıktı. İlgi çekici puntolarla Mevlana’nın 738. Ölüm Yıldönümü Sebebiyle Cuma günü saat 19:00’da ***’nde bir etkinlik düzenleneceği yazıyordu.Biraz daha dikkatli bakınca etkinliğin ana karakterinin Mevlana’nın anlatımını üstlenmiş olan, çok satılan kitapların yazarı … (isim vermek yok) olduğunu görebildim. “Allah’ın sevgili kuluymuşum” dedim kendi kendime. Bu programa katılırsam kesinlikle maneviyatımda bir hareketlenme olabilirdi. Cuma gününü dört gözle beklemeye başladım. Bu arada programın yararlılığını düşünerek arkadaşlarımı, dostlarımı, yani kısacası tanıdığım herkese programdan bahsediyor, onları Cuma günü etkinliğe katılma konusunda ikna ediyordum. Bu kadar güzel bir program olacağına göre tanıdıklarımın katılmasını istememde bir yanlış görmüyordum. Neyse konuyu fazla uzatmayalım. Dört gözle beklediğim o gün geldi. Akşam olmasını sabırsızlıkla bekledim. Küçük bir çocuk gibi, en güzel kıyafetlerimi giyerek saat altı civarı, etkinliğin düzenleneceği ***’nin önüne geldim. Çok uzun bir kuyruk vardı. Halkın bu kadar faydalı bir etkinliğe ilgi göstermesi mutluluğuma yeni eklentiler yaptı. Utanmasam, bir çocuk gibi zıplayacak, hoplayacak ve mutluluğumu dünyaya haykıracaktım. Ben hayal dünyamda çocukluğumu yaşarken, biraz önce katıldığım kuyruk büyük bir hızla ***’ye doğru ilerlemeye başladı. Kaynak yapanların sinirimi bozmasına izin vermeden, usulca koridoru geçtim ve salona ulaştım. Oturacak bir yer aramaya başladım. Ben yer ararken, millet koltukları kapıyor bir koltuk kapan beş kişi için beş koltuk rezerve ediyordu. Yani yanındaki koltukları da arkadaşları için elbise, eşarp vb. ile dolduruyor, kimsenin oturmasına müsaade etmiyordu. Herkes aynısını yapınca, bize ayakta durmak kaldı. Bir anda protokolün boş olduğunu gördüm. Oturmak istedim. “Oturamazsın” dediler. Bana “oturamazsın” dediler, tanıdıklarına hemen koltukları verdiler. Moralim bozuldu. Bunlar organizatör mü, yoksa soytarı mıydı? “Ne de olsa benim adamım gelecek. Onun için bu şarlatanlara da katlanmak zorundaysam, katlanırım” dedim.

Sponsor Bağlantılar

Yavaş yavaş organizasyonun başlama saati geliyordu. Protokol önde yerini alınca (rektör gelmedi) program başlayıverdi. Öncelikle değerli üç öğrenci arkadaşımızı güzel şiirleriyle kulaklarımızdaki pası sildi. Daha sonrası ise tam bir felaketti. Sunucu bayan “Semazen gösterisi yapmak üzere … Ajans’ın Semazen Topluluğunu sahneye davet ediyorum” deyince bir kez daha moralim alt üst oldu. Semazenler bile ajanslara mı bağlanmıştı? Bu ne büyük bir saçmalıktır. Ajanslar için sema yapacaklarsa palyaçolardan ne farkları kalacaktı. Sema gösterisi başladığında olanlar oldu. Secdeye yatıp kalkıyorlar, dönüp duruyorlar fakat bende bir nebze olsun maneviyat uyandıramıyordular. Onları gördükçe ağlamakla gülmek arasında kalıyor, bir an ağlamayı, bir an gülmeyi tercih ederek gösteriyi pür dikkat izliyordum. Hele bir de gösterinin sonunda bin kişinin karşısında “El Fatiha!” demeleri yok mu? O bitirdi beni. Kaçımız abdestliydik ki orada? Gülmekten yerlere yattım. İşte sorun buradaydı? Bunu düşünmek bir ajansın semazenlerine düşmezdi ki. Onların umurunda olan ay sonunda alacakları maaşlarıydı. Mevlana’yla onların arasındaki en büyük ayrım bu olsa gerek.

Semazenlerin gösterisi  yaklaşık yarım saat sürdü. Daha sonra sunucu kız beklediğim anın geldiğini anons etti. Mevlana’yı bana tanıtan yazar sahneye davet ediliyordu. Evet, o sahneye geliyordu. Gözlerimden biraz önceki umutsuzluğu silerek, yazara odaklandım. Yaklaşık beş dakika sonra durumu anlayıverdim. Mevlana’yı anlatmak değildi bu adamın derdi. İstediği tek şey; popülaritesini artırarak biraz daha fazla kitap satabilmekti. Mevlana’yı, dinimizi, doğruyu, Şems-i kullanarak kendince oyunlar yapıyor, alkış toplamaya çalışıyordu. Peki, başarılı oldu mu? Tabii ki. İstediğini aldı mı? Fazlasıyla. Daha sonra Sözde Mevlana gözüyle günümüzün ailevi sorunlarına baktı. (Sözde Mevlana, Sözde Aydın gibi bir şey olabilir mi?) Şovunun kısacık bir dakikasında dönüp protokole baksa, “Arkadaşlar! Mevlana’nın olduğu yerde protokol olmaz. Mevlana’nın felsefesi kardeşlik, eşitliktir. Birisi ayakta, birisi merdiven üstünde, diğeri yumuşacık koltukta oturarak Mevlana’yı anlayamaz. Eğer Mevlana’yı anlamak isterseniz, makam mevkii bilmeden hep beraber oturacaksınız. Belediye başkanı-yaşlı amca, rektör yardımcısı-öğrenci yan yana oturmadığı sürece Mevlana’nın ruhu bizim aramızda bulunmaz. Bu nedenle arkada ayakta bekleyenleri, merdivenlerde oturanları protokole davet ediyorum. Boş buldukları yerlere oturabilirler. Hiç kimse onlara müdahale etmeyecek” deseydi, hızla sahneye atlar ellerini öperdim. Fakat demedi. Bu cümleleri kullanmak yerine, programın sonlarına doğru, “Artık kitaplarımı yazmak için Trabzon’da inzivaya çekileceğim. (Trabzon’la ilgili birçok övgü dolu cümle söyledikten sonra) “Bize her yer Trabzon, Bize her yer Kerbela” dedi ve programı sonlandırdı.

Aklımda cevabını bildiğim “Kerbela ile Trabzon’un ne alakası vardı?”, “Ajanstan getirilen taşeron semazenlerle Mevlana’nın semasının ne alakası vardı?”, “Bu adam kendini tanımadan Mevlana’yı nasıl anlatabiliyordu bizlere? Amacı; Mevlana’yı anlatmak mıydı, şov yapmak mıydı?” soruları, kalbimde büyük bir boşluk, içimde Mevlana’yı bile para için kullanan kapitalistlere duyduğum öfke, mihanki adımlarla eve doğru karanlık adımlarla yavaş yavaş ilerledim.

Not: Gel Mevlana! Gel de gör şu halimizi Ey Mevlana! Senin İblis dediklerin farklı kılığa bürünmüş, seni senden çalarlar. Toplumu soytarıların eline bırakma. Gel Mevlana. Gellll!!!)