Acaba Salih baba, bize nefsi tanımamız adına başka ipuçları da vermiş olabilir mi?

Yakın olma hased kibre gurura

Düşün ne götüreceksin kubura ( kabire )

Sponsor Bağlantılar

Ne yüz ile varacaksın huzura

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Beka gülşanına göçmek dilersen

                             Salih baba

Yine yukarıda, nefsin sıfatlarından en tehlikeli olan kin, nefret, haset, kibir ve riya’ya işaret edilmiştir. Berzah âlemi diye nitelendirilen, dünya hayatını geçmekten bahsedilmektedir. Herhalde ölen herkes dünya âleminden geçecektir. Fakat herkes beka gül şanına göçemeyebilir. Yani daima ayakta kalacak olan cennete, gül bahçelerine kavuşamayabilir. Bunun yolu, kin, nefret, haset, kibir ve riya’dan sıyrılmaktır. Reçetelerini araştırarak. Ama en önemlisi, bunların bizde olabileceğini ret etmemeliyiz, kabul etmeliyiz. Hem böylece yani bu köklü düşmanlardan kurtularak ya da zihnimize, kalbimize kustuğu zehir ve kötülükleri önemsemeyerek içini huzurlu tutan insan, dünya hayatını da kendisine cehennem yapmaktan vazgeçerek, gül bahçesine geçiş yapacaktır. Kin, nefret, haset, kibir ve riya’yı daha somut hale getirmek için gelin şöyle bir rivayeti beraberce inceleyelim:

Firavunların vay firavun vay diye anılmasını sağlayan, firavun denilince de akla gelen ilk firavun hamamda banyo yapmaktadır. Her Musa’nın bir firavunu vardır derler ya bu da Hz. Musa’nın firavununudur. Hizmetliler, uşaklar, külhanbeyleri, keseciler ve kim bilir nice kaç kişilik bir ordudan oluşan muhtemel saz heyeti çalışmaktadırlar. Firavunsa bu kalabalığın arasında sessizlik ve yalnızlığı sonuna kadar ele geçirmiş ve kendine ait bir huzur içinde göz kapaklarının altında dinlenmektedir. Tabii kolay değil koca bir kâinatı düzene sokacaksınız ya da en azından bu işi yapıyor gibi görüneceksiniz, Allah bilir ya ne kadar büyük bir enerji istiyordur.

Asla hiç kimsenin, sessizliği bozmayı aklından bile geçiremeyeceği bir anda “tak, tak, tak” kapı sesi duyulur. Herkes donup kalmıştır, kim böyle bir şeye cesaret edebilirdi? Etrafta ki mevcut orduyu hangi kuvvet geçebilirdi? Hem de kulakları sağır eden sessizliğin içinde. Firavun da adeta şok olmuştur. Beyninin o güne kadar hiç bir şekilde programlanmadığı bir olay zuhur etmiştir. Meçhul bir el kapıya nazikçe kendini hissettirmektedir.

Firavun şaşkın bir şekilde “kim o” diye seslendiğinde ise aldığı cevap her ne kadar ürkütücü olsa da, bu güne kadar yüzünü görmediği kadim dostunun gelişi, onu daha sonra rahatlatmıştır. İlk “Kim o” değil ama ikinci “Kim o”dan sonra:

“Ulan dört yüz yıldır Tanrılık taslıyorsun, daha gelenin kim olduğunu bilmiyorsun, şeytanı bile tanıyamıyorsun” diyerek, kapıyı açan olmasa da içeri girmiştir.

Biz onların içerde neler yaptıklarını, neler konuştuklarını hiç bilemiyoruz ama rivayetler banyonun içine sızarak bize bazı bilgiler aktarmaktadır. Bunlardan bazıları, Firavunun yeryüzünde bizden daha aşağılığı var mıdır acaba? Sorusuna Şeytanın;

Sen ben neyiz ki diyerek, kin, nefret, haset, kibir ve riya taşıyanların hallerini açıklayan hikâye ve örnekleridir. Şeytanın Firavuna verdiği örneklerden bir tanesi şöyledir;

Çok yaşlı kendisine bakamayan bir kadın vardır. Genç, güzel ve bir tane de ineği olan komşusu ona yardımcı olmaktadır. Her sabah, ona yeni sağdığı ineğinin taptaze sütünden bir tas götürüp, merhametli elleri ile içirmektedir. Daha sonra evini biraz toparlayıp, üstüne başına çeki düzen verip, insan olanın içinde güller açtıracak bir tebessümle onu öpüp kendi işine dönmektedir. Gün içinde de sık sık yoklayarak, onu ihmal etmemektedir.

Ama yaşlı kadın, içinde ezelden beri var olan haset duygusundan kurtulmayı hiç aklına bile getirmediği için, bu duygunun azabı ile sürekli sinir ve kin halindedir. Onun güzelliğini, gençliğini kıskanarak, ardından “en kısa sürede yaşlanmadan güzelliğin kurusun, ölmeden ineğinin yok olduğunu da göresin” diye bet dualar etmektedir. Şeytanın, firavuna “işte bu senden ve benden daha kötüdür” diye verdiği örneklerdendir.

Gerçekten de öylemidir? Şeytan bu sefer doğruyu söylemiş midir? İnsanlar, tarihe nam salmasalar da firavundan kötü olabilmekte midir? Ya da şeytan bazılarımızın yanın da masum mu kalmaktadır? Aslın da tarihin kanlı sayfalarına bakıldığında, bu konuyu irdelemeye gerek kalmasa da, biz gene de gerçekleri biraz daha yakından görebilmek adına, şöyle bir zihin yolculuğuna çıkalım.

Şeytan en azından kovulacağı an zuhur edene kadar, Allah’ın hizmetinde kalmış ve ta ki Âdeme secde emri alana kadar hizmet etmiştir. Daha da ilginç olanı, şeytan huzurdadır. Dilimize de gönül rahatlığı ve sıkıntı hissetmeden, içinde ne olursa olsun hoşnut olarak kalabilme hali, şeklinde yerleşen huzur, huzur mudur? Evet, huzurdur ama görülebileceği gibi hedef değildir. Hedef olan huzur her an onun önünde durmak değil, her an Ondan ve Ondan gelene razı olmaktır, hiç sıkıntı çekmeden. Yani huzurunu bozabilecek bir nesne veya olayın olmamasıdır. Zaten her şey onun önünde değil midir? Farkında olunsa da olunmasa da herkes zaten Yüce birin huzurundadır.

Şeytan Âdeme secde emri alana kadar hizmette kalmıştır kalmasına ama herhalde ikinci secdeyi etmemiş olmasındandır ki, Âdem aleyhisselama secde etmeyerek kendisine zulüm etmiştir. Anlatıla gelen olaylarda, Allah’ın af kapılarının ona da açık olduğu söylenmektedir fakat şeytanın asla secde etmeyerek, bu aftan yaralanmayacağını da hiçbir şeyin kendisine gizli kalamayacağını bildiğimiz Allah bize bildirmektedir.

Şeytan olaylara hâkimdir. Meleklere öğretmenlik yapabilecek kadar bilgelik ile donatılmıştır. Teknik olarak hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini de bilmektedir. Yani bizim imanın altıncı maddesi olarak bildiğimiz şartını gerçekten bilmektedir. Allah’ın varlığını bilir, melekleri bilir, kitapları bilir, peygamberleri bilir ve hepsinin de doğru olduğunu bütün kitapların doğru olduğunu da bilir. Ölümden sonra diriliş olduğunu bilir, hesap ve kitap olacağını bilir. Bilemediği tek bir şey vardır ki oda İmanın ilk şartında gizlidir. Allah’a inanmak. Allah’ın varlığını bilmektedir ama ona inanmayı bilememektedir. İşine gelmeyen yaptırım ya da oluşlarla karşılaştığında içine sindirememektedir. Allah’tan gelen hayır ve şerrin, Allah’a inanmanın kemalatı olan, ondan geliyorsa haktır, güzeldir, diyememektedir. Allah’a sükûnetle inanmamaktadır.

Allah’ın muradına sanki tersmiş gibi görünen bir olay vardır. Yasak ağaçtan meyve yenmiştir. Görüntü şerdir. Ama sonu hayırdır. Allah insanoğluna yazısını yaşaması, olgunluğunu yakalama ve kulluğunu icra etme fırsatı verecektir. Belki içinde naz da olan bir imtihan, yani iyi ve kötüyü başkalarının da seçmesini sağlayacak bir soru vardır. Yaratan, “Ben size bu meyveyi yemeyin demedim mi?” Diye sorarken, bütün günahlardan beri olan ve insanlara görece asla hatası olmayan Hz. Âdem o an ki zuhur eden olayda bir kusur var zannına düşürüldüğünde, “Allah da kusur yoktur öyleyse ben günahkârım” diyerek sevgiliye leke sürmemiştir. Şeytansa “Her şey senin iradende ben hiçbir şey yapamazdım eğer sen istemeseydin” diyerek Allah’ın hâşâ noksanlık yapabileceğine ihtimal açmıştır.

İmanın ilk maddesi teknik olarak çok basittir. Allah’a inanmak ama o inanma da şu da vardır; Allah noksan değildir. Hata yapmaz. Hata benimdir. Ya da bana hata gibi gelen bu işin için de bir hikmet vardır. Bu düşüncede görüldüğü gibi imanın altıncı maddesi olarak önümüze serilen şartı, ilk şartı ile bağlantılıdır. Yani hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak ama şer sandığım şeyde de mutlaka yaratanın emri ilahisinde ki ekmel durumdan kaynaklanan güzelliğin doğacağına inanmak. Allah’a sükûnetle inanmaktır.

Evet, şeytan yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı gibi hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini bilmektedir. Fakat razı olmadığı gibi hâşâ belki doğru olduğunu bilse bile Allah’ın yanlış yaptığını söyleyerek isyan etmektedir.

İnsanlara gelince, yaratılanların en mükemmeli olmaktan aşağıların aşağılarına inmek gibi çeşitli hallerde bulunmaktadırlar. Malum Tin17 suresinde Allah bu durumu açıkça bildirmektedir. “Biz insanı yaratılanların en mükemmeli olarak halk ettik fakat onu aşağıların aşağısına bıraktık.” Tabi ki aklı ve iradesi ile güzel davranmayı ret eden insanların masum hayvancıklardan daha iyi olacağını düşünmek mümkün değildir.

Hayvanlar azaba düşürülmeyeceklerdir. Ama insanlara azap olacaktır. Bunun yanın da insanlar mükâfatlandırılırken hayvanlar mükâfatta almayacaklardır. Elbette cehenneme gidecek bir kul, gitmeyenin altında olacaktır, yani hayvanların bile. Üstelik bazı insanlar Yaratıcının varlığını bile inkâr ederken türlü zulümleri kendi nefslerine ve masumlara uygulamaktadırlar. Bizim satanist dediğimiz gurupları ele alalım, başka canlılara türlü işkencelerle törenler düzenleyen bu insanların hiçbir menfaati yoktur. Yani bir menfaat uğruna başkalarının haklarına tecavüz edenlerle kıyaslandığında hiçbir anlam taşımamaktadır. Dillere her nereden geldiyse satanist olarak geçmişlerdir.

Yaratılanların en mükemmeli olmaktan aşağıların aşağılarına inmek gibi çeşitli hallerde bulunan insan, eğer hidayet ulaşırsa, önce kul olduğunu anlar. Hata ve kusurlarına geri dönmemek üzere azim ederek mücadeleye başlar. Mücadelesinde acemi olduğu için zaman zaman hataya düşse de çok üzülür, pişman olur. Kendisini kınar ama bu bir özeleştiridir, hata tespiti ve durum muhakemesidir. Faaliyet sonu incelemesi gibidir. Nerde yanlış yaptım? Neden nefsimle karşı karşıya kaldım? Onunla birebir kalmamak için artık daha dikkatli olmalıyım, sonuçlarına varır. Günahın yanına gidip ondan uzak kalmak değil, günahın yanına gitmemenin çözüm olduğunu öğrenir. Nede olsa nefsi emmaredeki her şey serbest, haram ve helali birbirinden ayırmaya gerek yok, tavrından yeni kurtulmuştur. Kurtulduğu nefsi emmarenin haline, kendini kınadığı bu makamda hala komşudur. Ancak mülhimeye geçerek bu halden uzaklaşabilmiş olacaktır. Sonra ona ibadet ederken emirlerini yapabilmek ve yasaklarından kaçabilmek için mücadele de daha kararlı bir hale gelir.

Bu bir terakkidir. Yavaş, yavaş ona yükselirken çeşitli aşamalardan geçer. Öyle bir noktaya gelir ki artık onun emirlerini yapmak daha lezzetli ve yasaklarından kaçmak daha kolay bir hale gelmeye başlamıştır. Şimdi ise sırada hayrın ve şerrin ondan geldiğini hakkıyla anlamış olmak durumu vardır. Yaşadığı terakki ona hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini söz ile değil, öz ile anlamasını sağlamaya başlamak üzeredir. Ama bu anlamanın olgunlaşması ve mührü artık eski zayıflığa geri dönülmez bir şekilde olabilmesi için, tam bir itminan gerektirmektedir. Bu yeni makamın adının mutmaine olmasının bir sebebi de, gönlüne gelenlerin haktan olup olmadığını rahatlıkla seçebilmesindendir. Yani artık, şeytanın hak suretten gelerek kandırmasına imkân yoktur.

Henüz içinde bulunduğu mülhime de, vasıtasız ilham aldığı gibi, melek ve şeytandan da bilgiler almaktadır. Bu durumsa, hakkı ve batılı birbirinden ayıramadığı için çok tehlikelidir. Tasavvuf kitaplarında ayak sürçmesi diye tabir edilen durumlara düşmesi an meselesidir. Çünkü aldıklarının tamamının ilham olduğunu kendince iddia ederek, batılı hak ile karıştırması kaçınılmazdır. Bu nokta çok tehlikelidir. Tam bu noktada, hak ve batılı ayırabilen itminan olmuşların desteğine ihtiyacı vardır. Eğer onlardan yardım alırsa, selametle geçer fakat ben bilirim derse, bildikleri onu yarı yolda bırakır.

Nefsi mülhime aşamasında ki istekli, bildiklerinin hangisinin şeytandan geldiğini seçememektedir. İtminan olabilmek için, gönlüne tüm gelenleri kovarak, kalbini boşaltmalı, bu durumu atlatana kadar, dillerde dolaşan ben bilmem cümlesine sarılmanın yeri işte bilakis tam da burası olmalıdır. Ama sen bilirsin diyerek, önüne çıkan her rüzgârla savrularak değil, sırat-ı müstakimde olup da kendisine nimet verilenlerden gerçeği öğrenerek.

Ayrıca geçebilmeyi umduğu mutmaine makamı, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu hakkıyla anlamanın yeri olduğu için karşılaştığı sıkıntılarda, Allah’ından razı olamasa da yaşadıklarının sıkıntısı ona çok zor gelse bile, içinden bir sesle, her şey ondan, ben anlamasam da bunda güzellik vardır, diyebilmek gerekmektedir. Oysa bu çok zordur, şeytanın Âdeme secde etmesi ne kadar zor ise bu da o kadar zordur.

Nasıl olurda ateşten yaratılmış mükemmel bir canlı çamura secde edilmeye zorlanmıştır. Daha sonra o çamurun nelere kadir edildiği “Biz Âdeme esmayı bildirdik” emri ilahisi ile şeytana ve meleklere gösterilmesine rağmen, şeytan için kabul edilemez bir durumdur. Bu secdeyi Allah’ın istediğini bilir fakat doğru olmadığını iddia ederek ret etmektedir. Üstelik doğru olduğunu da şeytan gibi bilmektedir ama kıramadığı benliği müsaade etmemektedir.

Eğer insan gerçeklerin Allah’tan geldiğini, şeytanın gördüğü gibi görüp de, anlayıp da içine sindiremezse, Allah’a isyan ederse ancak satanist olur. Ve gerçek satanistler, şeytanın yaptığını benimsedikleri için bunlardır. Yani hakiki imanın potasından dönen asiler. Satanist olabilmek için, onu biraz olsun anlamak lazımdır. Bahsi geçen satanist guruplar ise Allah’ın varlığını düşünmekten bile kaçmaktadırlar.

Her şeyin Allah’tan geldiğini anlamış, doğrusu budur demek üzere iken ret ederek, şeytan gibi davrananlar, eğer Allah’ın yardımı ulaşmazsa, aşağıların aşağısına inerek, bizim satanist dediğimiz gurupları aratacak hale gelirler.  Mesela;

Allah’ın ayetlerini düşük bir bedele satarak menfaat elde etmeye kalkışabilirler. Oysa bir zamanlar Allah’a ibadet eden fakat bu ibadetlerinde kendi kibirlerine ve vesveselere düşerek şimdi artık diğer tüm canlılara yukardan bakan münafıklar veya kâfirler olmuşlardır. Elde ettikleri kazançlarının sağladığı geçici dünyalıklarının gücünü arkalarında hissederek hareket etmeye başlarlar. Belki de bir zamanlar kendisinden bir adet simit satın alması için Allah’ın adını kullanarak yalvardıkları adamlara, işlerine gelmeyen durumlarla karşılaştıklarında “nasıl olsa huzurumuza gelecekler” diyerek kibir dolu tehditlerini savurmaktan çekinmezler.

Gerçekten de Allah’tan gelen zorlu sınavlara değil razı olmak, hakkıyla içine sindirebilmek bile kelimenin tam anlamıyla çok çok zordur. Ama bu durumu içine sindirebilenlere, sırası ile kısmetleri doğrultusunda, Allah’tan razı olmaları ve Allah’ın da onlardan razı olması nasip edilecektir. Fecr suresinde bu durumları aşarak, Salih olabilenlerin cennete karışacakları emredilmektedir. Hâlbuki Yüce Merhamet sahibi Allah’ımız bizler mutmain olamasak bile cennetine alacağını da bildirmektedir. Belki bazıları bir parça azap gördükten sonra veya azapsız girecektir, cennetine. Salih olduktan sonra girilecek cennete giriş emri ise başka düşüncelere yelken açtırmaktadır.

Mutmainnenin ucuna gelip de, hayra ve şerre itminan olmanın yanına yaklaşıp da bu zorlu durumdan imanı kaybetmeden geçebilmenin yolu ise Hz. Âdemin meleklere gösterdiği gösteriyi bir hakiki Âdemin de bizlere göstermesinden geçmektedir. Bilindiği gibi melekler bile secdeye tereddüt etmemek için Âdem aleyhisselamın esmayı bildirmesine ihtiyaç duymuşlardır. Kendilerine esma bildirildikten sonra verilen secde emrine ise asla tereddüt göstermemişlerdir[i]. Bu konunun bir benzerini Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname[ii] adlı eserinde, eğer özetlersek, şu şekilde bulabilirsiniz.

“Şeytan, Nefsi mülhimeden nefsi mutmainne durumuna geçmek üzere olan bir insana artık geri dönülmez bir imana geçeceği düşüncesi ile Haktan bile görünerek saldırır. Hak ve batılın seçilmesinin çok zor olduğu bu makamda tek başına, yardımsız kurtulması imkânsızdır.”

Oyunlarını türlü şekillerde artıran şeytan, haktan görünme âdetini başka hallerde de gösterse de, mülhime şerrin ve hayrın ya da hak ve batılın çok karıştırıldığı bir makam olduğundan, bu makamı yalnız başına geçmek tehlikelidir. Bu tehlike, aşağıların aşağısına düşmekle son bulur, meğerki bir kılavuz yoksa.

Bu ve benzeri durumlara maruz kalan insan, Allah için hareket ettiğini iddia ederek, şeytanın da yardımıyla giderek Haktan uzaklaşır. Kendince gayri Müslim veya kötü Müslüman olanların, artık özgürlük, mal ve namusları ona helaldir. Yeter ki Rablik makamına göz diken nefsi daha güçlü olsun. Bunların bazıları dinleri ve devletleri ele geçirdiklerini sanmalarına rağmen, kendi vücut devletlerini kibir kargalarına kaptırmışlardır. Bunlar için artık şeytanın emirlerini, Allah’ın emirleriymiş gibi uygulamak çok kolay hale gelmiştir. Nasıl olsa çevresindeki saf Müslümanlar onu, Müslüman olarak görmektedirler.

Kulunu düşürmek için çalışan Allah’ın düşmanı şeytana karşı ise Allah’ın dostları, evliyaları çok daha mükemmel imkânlarla teçhiz edilmişlerdir. Bu durum da şart olan da şudur ki, benim hiç kimsenin yol göstermesine ihtiyacım yok demek yerine “bizi bizim bildiklerimiz yarı yolda bırakır” diyerek Allah’ın yardımını aramaktır.

Bu anlattıklarımızdan sonra Yüce Allah’ın Fecr suresinin sonunda Mutmain olabilmiş kullarına hitaben buyurduğu ”Ey itminan olmuş nefis, sen Rabbinden razı, Rabbin senden razı, Salih kullarıma karış, cennetime dâhil ol” emri ilahisinin bir müjde olabileceğini görebilmekteyiz. Fakat Allah’a dostluk makamı olan mutmainlik, çok nadir kullara nasip olacağından, bizlerinde Tövbe suresinde geçtiği gibi “Tövbe et”, “Salihlerle beraber ol” ya da Fatiha-ı şerifin içinde geçen “Sırat-ı müstakimde olanlarla beraber olun” emri ilahilerinin peşine düşmemiz zarureti doğmaktadır.

Bilesin ey kişi her şey Allahtan

Mutmainsin hakkıyla bunu anlarsan

Sabret öyle kabullen hakkın işini

Razı ol kaderden bekle gidişini

Göreceksin her şey güzel hatta ölüm bile

Olursa kuldan razı büyük himmet ile

Cennetine girersin olursun Salih kişi

Daha dünyada tamam olur bitirirsin sen işi

Ali


[i]

 2 Bakara Suresi

34 – Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.

[ii]

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname adlı eserinde,  Elif ofset 1980, ikinci cildi, yedinci baskısı, bölüm 23, sayfa 73 ve bölüm 29, sayfa 112, madde 7