Acaba Salih baba, bize nefsi tanımamız adına başka ipuçları da vermiş olabilir mi?
…
Yakın olma hased kibre gurura
Düşün ne götüreceksin kubura ( kabire )
Ne yüz ile varacaksın huzura
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Beka gülşanına göçmek dilersen
…
Salih baba
Yine yukarıda, nefsin sıfatlarından en tehlikeli olan kin, nefret, haset, kibir ve riya’ya işaret edilmiştir. Berzah âlemi diye nitelendirilen, dünya hayatını geçmekten bahsedilmektedir. Herhalde ölen herkes dünya âleminden geçecektir. Fakat herkes beka gül şanına göçemeyebilir. Yani daima ayakta kalacak olan cennete, gül bahçelerine kavuşamayabilir. Bunun yolu, kin, nefret, haset, kibir ve riya’dan sıyrılmaktır. Reçetelerini araştırarak. Ama en önemlisi, bunların bizde olabileceğini ret etmemeliyiz, kabul etmeliyiz. Hem böylece yani bu köklü düşmanlardan kurtularak ya da zihnimize, kalbimize kustuğu zehir ve kötülükleri önemsemeyerek içini huzurlu tutan insan, dünya hayatını da kendisine cehennem yapmaktan vazgeçerek, gül bahçesine geçiş yapacaktır. Kin, nefret, haset, kibir ve riya’yı daha somut hale getirmek için gelin şöyle bir rivayeti beraberce inceleyelim:
Firavunların vay firavun vay diye anılmasını sağlayan, firavun denilince de akla gelen ilk firavun hamamda banyo yapmaktadır. Her Musa’nın bir firavunu vardır derler ya bu da Hz. Musa’nın firavununudur. Hizmetliler, uşaklar, külhanbeyleri, keseciler ve kim bilir nice kaç kişilik bir ordudan oluşan muhtemel saz heyeti çalışmaktadırlar. Firavunsa bu kalabalığın arasında sessizlik ve yalnızlığı sonuna kadar ele geçirmiş ve kendine ait bir huzur içinde göz kapaklarının altında dinlenmektedir. Tabii kolay değil koca bir kâinatı düzene sokacaksınız ya da en azından bu işi yapıyor gibi görüneceksiniz, Allah bilir ya ne kadar büyük bir enerji istiyordur.
Asla hiç kimsenin, sessizliği bozmayı aklından bile geçiremeyeceği bir anda “tak, tak, tak” kapı sesi duyulur. Herkes donup kalmıştır, kim böyle bir şeye cesaret edebilirdi? Etrafta ki mevcut orduyu hangi kuvvet geçebilirdi? Hem de kulakları sağır eden sessizliğin içinde. Firavun da adeta şok olmuştur. Beyninin o güne kadar hiç bir şekilde programlanmadığı bir olay zuhur etmiştir. Meçhul bir el kapıya nazikçe kendini hissettirmektedir.
Firavun şaşkın bir şekilde “kim o” diye seslendiğinde ise aldığı cevap her ne kadar ürkütücü olsa da, bu güne kadar yüzünü görmediği kadim dostunun gelişi, onu daha sonra rahatlatmıştır. İlk “Kim o” değil ama ikinci “Kim o”dan sonra:
“Ulan dört yüz yıldır Tanrılık taslıyorsun, daha gelenin kim olduğunu bilmiyorsun, şeytanı bile tanıyamıyorsun” diyerek, kapıyı açan olmasa da içeri girmiştir.
Biz onların içerde neler yaptıklarını, neler konuştuklarını hiç bilemiyoruz ama rivayetler banyonun içine sızarak bize bazı bilgiler aktarmaktadır. Bunlardan bazıları, Firavunun yeryüzünde bizden daha aşağılığı var mıdır acaba? Sorusuna Şeytanın;
Sen ben neyiz ki diyerek, kin, nefret, haset, kibir ve riya taşıyanların hallerini açıklayan hikâye ve örnekleridir. Şeytanın Firavuna verdiği örneklerden bir tanesi şöyledir;
Çok yaşlı kendisine bakamayan bir kadın vardır. Genç, güzel ve bir tane de ineği olan komşusu ona yardımcı olmaktadır. Her sabah, ona yeni sağdığı ineğinin taptaze sütünden bir tas götürüp, merhametli elleri ile içirmektedir. Daha sonra evini biraz toparlayıp, üstüne başına çeki düzen verip, insan olanın içinde güller açtıracak bir tebessümle onu öpüp kendi işine dönmektedir. Gün içinde de sık sık yoklayarak, onu ihmal etmemektedir.
Ama yaşlı kadın, içinde ezelden beri var olan haset duygusundan kurtulmayı hiç aklına bile getirmediği için, bu duygunun azabı ile sürekli sinir ve kin halindedir. Onun güzelliğini, gençliğini kıskanarak, ardından “en kısa sürede yaşlanmadan güzelliğin kurusun, ölmeden ineğinin yok olduğunu da göresin” diye bet dualar etmektedir. Şeytanın, firavuna “işte bu senden ve benden daha kötüdür” diye verdiği örneklerdendir.
Gerçekten de öylemidir? Şeytan bu sefer doğruyu söylemiş midir? İnsanlar, tarihe nam salmasalar da firavundan kötü olabilmekte midir? Ya da şeytan bazılarımızın yanın da masum mu kalmaktadır? Aslın da tarihin kanlı sayfalarına bakıldığında, bu konuyu irdelemeye gerek kalmasa da, biz gene de gerçekleri biraz daha yakından görebilmek adına, şöyle bir zihin yolculuğuna çıkalım.
Şeytan en azından kovulacağı an zuhur edene kadar, Allah’ın hizmetinde kalmış ve ta ki Âdeme secde emri alana kadar hizmet etmiştir. Daha da ilginç olanı, şeytan huzurdadır. Dilimize de gönül rahatlığı ve sıkıntı hissetmeden, içinde ne olursa olsun hoşnut olarak kalabilme hali, şeklinde yerleşen huzur, huzur mudur? Evet, huzurdur ama görülebileceği gibi hedef değildir. Hedef olan huzur her an onun önünde durmak değil, her an Ondan ve Ondan gelene razı olmaktır, hiç sıkıntı çekmeden. Yani huzurunu bozabilecek bir nesne veya olayın olmamasıdır. Zaten her şey onun önünde değil midir? Farkında olunsa da olunmasa da herkes zaten Yüce birin huzurundadır.
Şeytan Âdeme secde emri alana kadar hizmette kalmıştır kalmasına ama herhalde ikinci secdeyi etmemiş olmasındandır ki, Âdem aleyhisselama secde etmeyerek kendisine zulüm etmiştir. Anlatıla gelen olaylarda, Allah’ın af kapılarının ona da açık olduğu söylenmektedir fakat şeytanın asla secde etmeyerek, bu aftan yaralanmayacağını da hiçbir şeyin kendisine gizli kalamayacağını bildiğimiz Allah bize bildirmektedir.
Şeytan olaylara hâkimdir. Meleklere öğretmenlik yapabilecek kadar bilgelik ile donatılmıştır. Teknik olarak hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini de bilmektedir. Yani bizim imanın altıncı maddesi olarak bildiğimiz şartını gerçekten bilmektedir. Allah’ın varlığını bilir, melekleri bilir, kitapları bilir, peygamberleri bilir ve hepsinin de doğru olduğunu bütün kitapların doğru olduğunu da bilir. Ölümden sonra diriliş olduğunu bilir, hesap ve kitap olacağını bilir. Bilemediği tek bir şey vardır ki oda İmanın ilk şartında gizlidir. Allah’a inanmak. Allah’ın varlığını bilmektedir ama ona inanmayı bilememektedir. İşine gelmeyen yaptırım ya da oluşlarla karşılaştığında içine sindirememektedir. Allah’tan gelen hayır ve şerrin, Allah’a inanmanın kemalatı olan, ondan geliyorsa haktır, güzeldir, diyememektedir. Allah’a sükûnetle inanmamaktadır.
Allah’ın muradına sanki tersmiş gibi görünen bir olay vardır. Yasak ağaçtan meyve yenmiştir. Görüntü şerdir. Ama sonu hayırdır. Allah insanoğluna yazısını yaşaması, olgunluğunu yakalama ve kulluğunu icra etme fırsatı verecektir. Belki içinde naz da olan bir imtihan, yani iyi ve kötüyü başkalarının da seçmesini sağlayacak bir soru vardır. Yaratan, “Ben size bu meyveyi yemeyin demedim mi?” Diye sorarken, bütün günahlardan beri olan ve insanlara görece asla hatası olmayan Hz. Âdem o an ki zuhur eden olayda bir kusur var zannına düşürüldüğünde, “Allah da kusur yoktur öyleyse ben günahkârım” diyerek sevgiliye leke sürmemiştir. Şeytansa “Her şey senin iradende ben hiçbir şey yapamazdım eğer sen istemeseydin” diyerek Allah’ın hâşâ noksanlık yapabileceğine ihtimal açmıştır.
İmanın ilk maddesi teknik olarak çok basittir. Allah’a inanmak ama o inanma da şu da vardır; Allah noksan değildir. Hata yapmaz. Hata benimdir. Ya da bana hata gibi gelen bu işin için de bir hikmet vardır. Bu düşüncede görüldüğü gibi imanın altıncı maddesi olarak önümüze serilen şartı, ilk şartı ile bağlantılıdır. Yani hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak ama şer sandığım şeyde de mutlaka yaratanın emri ilahisinde ki ekmel durumdan kaynaklanan güzelliğin doğacağına inanmak. Allah’a sükûnetle inanmaktır.
Evet, şeytan yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı gibi hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini bilmektedir. Fakat razı olmadığı gibi hâşâ belki doğru olduğunu bilse bile Allah’ın yanlış yaptığını söyleyerek isyan etmektedir.
İnsanlara gelince, yaratılanların en mükemmeli olmaktan aşağıların aşağılarına inmek gibi çeşitli hallerde bulunmaktadırlar. Malum Tin17 suresinde Allah bu durumu açıkça bildirmektedir. “Biz insanı yaratılanların en mükemmeli olarak halk ettik fakat onu aşağıların aşağısına bıraktık.” Tabi ki aklı ve iradesi ile güzel davranmayı ret eden insanların masum hayvancıklardan daha iyi olacağını düşünmek mümkün değildir.
Hayvanlar azaba düşürülmeyeceklerdir. Ama insanlara azap olacaktır. Bunun yanın da insanlar mükâfatlandırılırken hayvanlar mükâfatta almayacaklardır. Elbette cehenneme gidecek bir kul, gitmeyenin altında olacaktır, yani hayvanların bile. Üstelik bazı insanlar Yaratıcının varlığını bile inkâr ederken türlü zulümleri kendi nefslerine ve masumlara uygulamaktadırlar. Bizim satanist dediğimiz gurupları ele alalım, başka canlılara türlü işkencelerle törenler düzenleyen bu insanların hiçbir menfaati yoktur. Yani bir menfaat uğruna başkalarının haklarına tecavüz edenlerle kıyaslandığında hiçbir anlam taşımamaktadır. Dillere her nereden geldiyse satanist olarak geçmişlerdir.
Yaratılanların en mükemmeli olmaktan aşağıların aşağılarına inmek gibi çeşitli hallerde bulunan insan, eğer hidayet ulaşırsa, önce kul olduğunu anlar. Hata ve kusurlarına geri dönmemek üzere azim ederek mücadeleye başlar. Mücadelesinde acemi olduğu için zaman zaman hataya düşse de çok üzülür, pişman olur. Kendisini kınar ama bu bir özeleştiridir, hata tespiti ve durum muhakemesidir. Faaliyet sonu incelemesi gibidir. Nerde yanlış yaptım? Neden nefsimle karşı karşıya kaldım? Onunla birebir kalmamak için artık daha dikkatli olmalıyım, sonuçlarına varır. Günahın yanına gidip ondan uzak kalmak değil, günahın yanına gitmemenin çözüm olduğunu öğrenir. Nede olsa nefsi emmaredeki her şey serbest, haram ve helali birbirinden ayırmaya gerek yok, tavrından yeni kurtulmuştur. Kurtulduğu nefsi emmarenin haline, kendini kınadığı bu makamda hala komşudur. Ancak mülhimeye geçerek bu halden uzaklaşabilmiş olacaktır. Sonra ona ibadet ederken emirlerini yapabilmek ve yasaklarından kaçabilmek için mücadele de daha kararlı bir hale gelir.
Bu bir terakkidir. Yavaş, yavaş ona yükselirken çeşitli aşamalardan geçer. Öyle bir noktaya gelir ki artık onun emirlerini yapmak daha lezzetli ve yasaklarından kaçmak daha kolay bir hale gelmeye başlamıştır. Şimdi ise sırada hayrın ve şerrin ondan geldiğini hakkıyla anlamış olmak durumu vardır. Yaşadığı terakki ona hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini söz ile değil, öz ile anlamasını sağlamaya başlamak üzeredir. Ama bu anlamanın olgunlaşması ve mührü artık eski zayıflığa geri dönülmez bir şekilde olabilmesi için, tam bir itminan gerektirmektedir. Bu yeni makamın adının mutmaine olmasının bir sebebi de, gönlüne gelenlerin haktan olup olmadığını rahatlıkla seçebilmesindendir. Yani artık, şeytanın hak suretten gelerek kandırmasına imkân yoktur.
Henüz içinde bulunduğu mülhime de, vasıtasız ilham aldığı gibi, melek ve şeytandan da bilgiler almaktadır. Bu durumsa, hakkı ve batılı birbirinden ayıramadığı için çok tehlikelidir. Tasavvuf kitaplarında ayak sürçmesi diye tabir edilen durumlara düşmesi an meselesidir. Çünkü aldıklarının tamamının ilham olduğunu kendince iddia ederek, batılı hak ile karıştırması kaçınılmazdır. Bu nokta çok tehlikelidir. Tam bu noktada, hak ve batılı ayırabilen itminan olmuşların desteğine ihtiyacı vardır. Eğer onlardan yardım alırsa, selametle geçer fakat ben bilirim derse, bildikleri onu yarı yolda bırakır.
Nefsi mülhime aşamasında ki istekli, bildiklerinin hangisinin şeytandan geldiğini seçememektedir. İtminan olabilmek için, gönlüne tüm gelenleri kovarak, kalbini boşaltmalı, bu durumu atlatana kadar, dillerde dolaşan ben bilmem cümlesine sarılmanın yeri işte bilakis tam da burası olmalıdır. Ama sen bilirsin diyerek, önüne çıkan her rüzgârla savrularak değil, sırat-ı müstakimde olup da kendisine nimet verilenlerden gerçeği öğrenerek.
Ayrıca geçebilmeyi umduğu mutmaine makamı, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu hakkıyla anlamanın yeri olduğu için karşılaştığı sıkıntılarda, Allah’ından razı olamasa da yaşadıklarının sıkıntısı ona çok zor gelse bile, içinden bir sesle, her şey ondan, ben anlamasam da bunda güzellik vardır, diyebilmek gerekmektedir. Oysa bu çok zordur, şeytanın Âdeme secde etmesi ne kadar zor ise bu da o kadar zordur.
Nasıl olurda ateşten yaratılmış mükemmel bir canlı çamura secde edilmeye zorlanmıştır. Daha sonra o çamurun nelere kadir edildiği “Biz Âdeme esmayı bildirdik” emri ilahisi ile şeytana ve meleklere gösterilmesine rağmen, şeytan için kabul edilemez bir durumdur. Bu secdeyi Allah’ın istediğini bilir fakat doğru olmadığını iddia ederek ret etmektedir. Üstelik doğru olduğunu da şeytan gibi bilmektedir ama kıramadığı benliği müsaade etmemektedir.
Eğer insan gerçeklerin Allah’tan geldiğini, şeytanın gördüğü gibi görüp de, anlayıp da içine sindiremezse, Allah’a isyan ederse ancak satanist olur. Ve gerçek satanistler, şeytanın yaptığını benimsedikleri için bunlardır. Yani hakiki imanın potasından dönen asiler. Satanist olabilmek için, onu biraz olsun anlamak lazımdır. Bahsi geçen satanist guruplar ise Allah’ın varlığını düşünmekten bile kaçmaktadırlar.
Her şeyin Allah’tan geldiğini anlamış, doğrusu budur demek üzere iken ret ederek, şeytan gibi davrananlar, eğer Allah’ın yardımı ulaşmazsa, aşağıların aşağısına inerek, bizim satanist dediğimiz gurupları aratacak hale gelirler. Mesela;
Allah’ın ayetlerini düşük bir bedele satarak menfaat elde etmeye kalkışabilirler. Oysa bir zamanlar Allah’a ibadet eden fakat bu ibadetlerinde kendi kibirlerine ve vesveselere düşerek şimdi artık diğer tüm canlılara yukardan bakan münafıklar veya kâfirler olmuşlardır. Elde ettikleri kazançlarının sağladığı geçici dünyalıklarının gücünü arkalarında hissederek hareket etmeye başlarlar. Belki de bir zamanlar kendisinden bir adet simit satın alması için Allah’ın adını kullanarak yalvardıkları adamlara, işlerine gelmeyen durumlarla karşılaştıklarında “nasıl olsa huzurumuza gelecekler” diyerek kibir dolu tehditlerini savurmaktan çekinmezler.
Gerçekten de Allah’tan gelen zorlu sınavlara değil razı olmak, hakkıyla içine sindirebilmek bile kelimenin tam anlamıyla çok çok zordur. Ama bu durumu içine sindirebilenlere, sırası ile kısmetleri doğrultusunda, Allah’tan razı olmaları ve Allah’ın da onlardan razı olması nasip edilecektir. Fecr suresinde bu durumları aşarak, Salih olabilenlerin cennete karışacakları emredilmektedir. Hâlbuki Yüce Merhamet sahibi Allah’ımız bizler mutmain olamasak bile cennetine alacağını da bildirmektedir. Belki bazıları bir parça azap gördükten sonra veya azapsız girecektir, cennetine. Salih olduktan sonra girilecek cennete giriş emri ise başka düşüncelere yelken açtırmaktadır.
Mutmainnenin ucuna gelip de, hayra ve şerre itminan olmanın yanına yaklaşıp da bu zorlu durumdan imanı kaybetmeden geçebilmenin yolu ise Hz. Âdemin meleklere gösterdiği gösteriyi bir hakiki Âdemin de bizlere göstermesinden geçmektedir. Bilindiği gibi melekler bile secdeye tereddüt etmemek için Âdem aleyhisselamın esmayı bildirmesine ihtiyaç duymuşlardır. Kendilerine esma bildirildikten sonra verilen secde emrine ise asla tereddüt göstermemişlerdir[i]. Bu konunun bir benzerini Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname[ii] adlı eserinde, eğer özetlersek, şu şekilde bulabilirsiniz.
“Şeytan, Nefsi mülhimeden nefsi mutmainne durumuna geçmek üzere olan bir insana artık geri dönülmez bir imana geçeceği düşüncesi ile Haktan bile görünerek saldırır. Hak ve batılın seçilmesinin çok zor olduğu bu makamda tek başına, yardımsız kurtulması imkânsızdır.”
Oyunlarını türlü şekillerde artıran şeytan, haktan görünme âdetini başka hallerde de gösterse de, mülhime şerrin ve hayrın ya da hak ve batılın çok karıştırıldığı bir makam olduğundan, bu makamı yalnız başına geçmek tehlikelidir. Bu tehlike, aşağıların aşağısına düşmekle son bulur, meğerki bir kılavuz yoksa.
Bu ve benzeri durumlara maruz kalan insan, Allah için hareket ettiğini iddia ederek, şeytanın da yardımıyla giderek Haktan uzaklaşır. Kendince gayri Müslim veya kötü Müslüman olanların, artık özgürlük, mal ve namusları ona helaldir. Yeter ki Rablik makamına göz diken nefsi daha güçlü olsun. Bunların bazıları dinleri ve devletleri ele geçirdiklerini sanmalarına rağmen, kendi vücut devletlerini kibir kargalarına kaptırmışlardır. Bunlar için artık şeytanın emirlerini, Allah’ın emirleriymiş gibi uygulamak çok kolay hale gelmiştir. Nasıl olsa çevresindeki saf Müslümanlar onu, Müslüman olarak görmektedirler.
Kulunu düşürmek için çalışan Allah’ın düşmanı şeytana karşı ise Allah’ın dostları, evliyaları çok daha mükemmel imkânlarla teçhiz edilmişlerdir. Bu durum da şart olan da şudur ki, benim hiç kimsenin yol göstermesine ihtiyacım yok demek yerine “bizi bizim bildiklerimiz yarı yolda bırakır” diyerek Allah’ın yardımını aramaktır.
Bu anlattıklarımızdan sonra Yüce Allah’ın Fecr suresinin sonunda Mutmain olabilmiş kullarına hitaben buyurduğu ”Ey itminan olmuş nefis, sen Rabbinden razı, Rabbin senden razı, Salih kullarıma karış, cennetime dâhil ol” emri ilahisinin bir müjde olabileceğini görebilmekteyiz. Fakat Allah’a dostluk makamı olan mutmainlik, çok nadir kullara nasip olacağından, bizlerinde Tövbe suresinde geçtiği gibi “Tövbe et”, “Salihlerle beraber ol” ya da Fatiha-ı şerifin içinde geçen “Sırat-ı müstakimde olanlarla beraber olun” emri ilahilerinin peşine düşmemiz zarureti doğmaktadır.
Bilesin ey kişi her şey Allahtan
Mutmainsin hakkıyla bunu anlarsan
Sabret öyle kabullen hakkın işini
Razı ol kaderden bekle gidişini
Göreceksin her şey güzel hatta ölüm bile
Olursa kuldan razı büyük himmet ile
Cennetine girersin olursun Salih kişi
Daha dünyada tamam olur bitirirsin sen işi
Ali
[i]
2 Bakara Suresi
34 – Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
[ii]
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname adlı eserinde, Elif ofset 1980, ikinci cildi, yedinci baskısı, bölüm 23, sayfa 73 ve bölüm 29, sayfa 112, madde 7
çok güzel alah razı olsun.ama .birazcık uzun
Oysa onlar için deni olabilecek bu hal bizim belki de ömür boyu ulaşamayacağımız bir onur olacaktır. Diğer bir taraftansa, bizler bu halimizle onların nezdinde sevilesi çok güzel kular olarak algılanmaktayız.
Yukarıda tam anlamıyla anlatamasam da sizlerin feraseti[1] ile anlayabileceğinizi bildiğim meseleleri biraz olsun sıraladım. Konu gerçekten hala satırlara veremediğimiz giriftar sorunları içermektedir. Ben bu sebeplerden ötürü orta yolu bir sadeleştirme gayretine girsem de konunun anlamını kaçırmamak için itidali[2], orta yolu davranacağım. Yabancı olarak algılanabileceğini tahmin etiğim kavramları bazen yanına ilave edeceğim daha yakın daha alışık olduğumuz kavramlarla destekleyeceğim, “deni, seviyesiz” gibi. Bazen de dip nota açıklama getirmeyi deneyeceğim. Bu çalışmamla hem konuya henüz yabancı olanların, eğer ileride daha çok ilgi duyarlarsa, farklı yayınlar okuduklarında bir nebze aşina olabilmelerini sağlamak hem de üzerinde durduğumuz konuların daha sade bir dile yazılabilmesi için ihtiyaç duyulan sürece bir nebze de olsa katkı sağlayabilmek umudundayım. Burada daha sade bir dile yazılabilmesinden kastımız, aynı zamanda ağırlığından da bir şey kaybetmeden anlamındadır.
Kusurlarımın çok olacağını biliyorum. Bu sebeple kitabımı bir başucu eseri, bir kaynak çalışması gibi değil, okuyucuların aklında bir fikir oluşturmayı amaç edinen karalamalar olarak değerlendiriyorum. Sizlerden ricam ise beni yapıcı eleştirilerinizle uyarırken, bu kusurlarımdan dolayı mazur görmeniz ve hatalarımın, yanlışlarımın Sahibimiz, Yüce Var edicimiz Alah tarafından da hoş görülmesi için duacı olmanızdır.
________________________________
[1] İnce görüş, kalp ve akıl gözüyle detayları kavrama, isabetli öngörülerde bulunabilme
[2] Tedbirli, dikatli ve orta yolu aşmadan
Devamı: .yenimakale.com/wordpres/neden-mevlana-son-olsun-kitabin-dili-ilgili-bir-aciklama.html#ixz2D2pHV5MS
Yenimakalede yayınlanmakta olan “Neden Mevlana Son Olsun?” isimli kitap çalışmamın dili ilgili bir açıklamadır. Ancak her yayında karşılaşılabilecek bir sorun olduğunu düşündüğümden sizlerin incelemelerine sunuyorum:
Aslında her alanda geçerli olmakla beraber, değinmek istediğim bir konuda üzerinde duracağımız konuların kendi sahasında, zamana bağımlı olarak geliştirmiş olduğu dilidir.
Doğal olarak her konu da olduğu gibi bu konuda da konuya yabancı olanlara dil de ağır ve yabancı gelebilecektir. Bundan başka tabi olarak din ve tasavuf konuları orijinalini yabancı bir lisandan almış olması, o dilden veya o coğrafyada o dil ile etkileşimde bulunan dilerden etkilenmiş olması nedeni ile bir kısmı günümüz Türkçesinde de kulanılan ama büyük bir kısmı bizim günlük dilimizde bulunmayan kelime ve kavramlarla doludur. Çoğunun yabancısı olduğumuz kavramların bir kısmını Türkçeleştirme gayretlerinde bulunsak da, bu top yekûn bu sahada çalışanların ortak dili olduğu için bazı gayretler kısıtlı ve kısır kalacaktır. İnsan dimağında henüz bir olguyu tamamen tek kelime ile tarif etkisi oluşturmamış olan kavramlar konuyu zayıf bırakabilecektir.
Ayrıca kendi kulvarında bir düşünce sisteminin de zaman içinde gelişerek bu güne ulaşması sonucu değişik bir anlatım tarzı ve söylev biçimi oluşmuştur. Örneğin ilmihal bilgilerini içeren konular vaz tarzını alırken bizim üzerinde durduğumuz düşünce sistemleri ve tasavuf konuları sohbet halini almaktadır. Söylenen cümle veya kavram ise anlaşılabilen kelimelerden olmasına rağmen konuyla daha önceden beri ilgilenenlerle yeni başlayanların aklında daha farklı anlamlar oluşmasına sebebiyet verebilmektedir. Zaman içinde bireyin yeni edineceği bilgilerle harmanlanarak daha yeni anlayışlara yelken açmak için yeni başlayanlara biraz daha açıklama getirerek konunun hazmının zamana bırakılması gerekebilmektedir.
Konunun tamamen günlük dilimize göre sadeleştirilmesi, çeşitli nedenlerle bazı okuyucuların keyif almasını engelerken, sadeleştirilmemesi de bazı okuyucuların anlamından mahrum kalmasına neden olabilmektedir. Bu sebeple okuyucu kitle belirlenerek bir dil seçimi yapılabilir, hata bu şekilde çalışılmış yayınlara rastlamaktayız. Yani tamamen sadeleştirilmiş veya hiç dokunulmadan ağır bir dile yazılmış yayınlar mevcut. Bazı yazarlar da konuyu tamamen kendi keyfiyetlerine bırakıp sadece ilgilendikleri haliyle arz etmekteler, isteyenin talebine bırakmaktadırlar.
Ayrıca kökenine yabancı olduğumuz günlük kulandığımız dilde karşılığı net olan bazı kelimeler de sadece bu konuda farlı kavram haline gelebilmektedir. Örneğin “deni” kelimesini seviyesiz olarak kulanabiliriz. Ama “deni duygular” dediğimizde tasavufla ilgilenen bir kişide genelikle dünyevi meseleleri, Alahtan başka konuları, arzu ve istekleri ve nefsin diğer bazı alışkanlıklarını çağrıştırırken, “seviyesiz duygular” dediğimizde deni kelimesinin anlatığından daha seviyesiz olguları çağrıştırmaktadır. Üstelik bu yeni ilgililere de cidi bir sosyal yaşam seviyesizliğini çağrıştıracaktır.
Oysa dinde ve sosyal yaşamda gün yüzüne çıkmadığı müdetçe seviyesizlik olmayan bir düşünce, kişilerin merhalelerine göre kendi nefsinde seviyesizlik olarak değerlendirilebilmektedir. Hem de başkalarını öyle bile olsalar üstün görerek. Nitekim Mevlanalar bir an bile Alah’ı unutmazlar. Nasıl bir şurla anıyorlarsa değil unutmak o şurun altında bir düşünceyle O’nu ansalar bunu çok büyük bir seviyesizlik olarak görürlerdi. Oysa onlar için deni olabilecek bu hal bizim belki de ömür boyu ulaşamayacağımız bir onur olacaktır. Diğer bir taraftansa, bizler bu halimizle onların nezdinde sevilesi çok güzel kular olarak algılanmaktayız.
Yukarıda tam anlamıyla anlatamasam da sizlerin feraseti[1] ile anlayabileceğinizi bildiğim meseleleri biraz olsun sıraladım. Konu gerçekten hala satırlara veremediğimiz giriftar sorunları içermektedir. Ben bu sebeplerden ötürü orta yolu bir sadeleştirme gayretine girsem de konunun anlamını kaçırmamak için itidali[2], orta yolu davranacağım. Yabancı olarak algılanabileceğini tahmin etiğim kavramları bazen yanına ilave edeceğim daha yakın daha alışık olduğumuz kavramlarla destekleyeceğim, “deni, seviyesiz” gibi. Bazen de dip nota açıklama getirmeyi deneyeceğim. Bu çalışmamla hem konuya henüz yabancı olanların, eğer ileride daha çok ilgi duyarlarsa, farklı yayınlar okuduklarında bir nebze aşina olabilmelerini sağlamak hem de üzerinde durduğumuz konuların daha sade bir dile yazılabilmesi için ihtiyaç duyulan sürece bir nebze de olsa katkı sağlayabilmek umudundayım. Burada daha sade bir dile yazılabilmesinden kastımız, aynı zamanda ağırlığından da bir şey kaybetmeden anlamındadır.
Kusurlarımın çok olacağını biliyorum. Bu sebeple kitabımı bir başucu eseri, bir kaynak çalışması gibi değil, okuyucuların aklında bir fikir oluşturmayı amaç edinen karalamalar olarak değerlendiriyorum. Sizlerden ricam ise beni yapıcı eleştirilerinizle uyarırken, bu kusurlarımdan dolayı mazur görmeniz ve hatalarımın, yanlışlarımın Sahibimiz, Yüce Var edicimiz Alah tarafından da hoş görülmesi için duacı olmanızdır.
________________________________
[1] İnce görüş, kalp ve akıl gözüyle detayları kavrama, isabetli öngörülerde bulunabilme
[2] Tedbirli, dikatli ve orta yolu aşmadan
Devamı: .yenimakale.com/wordpres/neden-mevlana-son-olsun-kitabin-dili-ilgili-bir-aciklama.html#ixz2D2niWAzY
Anlayamayacağın şeylere neden yorum yapamıyorsun acaba?
üataüsksvçezüeka etükmevtckvc ntünhanhntü eitkatüyratü rkğtareiüçaktüeypkatcea ücrketacenartüeupteakckvctuğ tüaynertükeaümeukvtühnğtünakuteaütığüntanamzüşnea eatukneükneukeüahukükrkükoırotaktü ümseamlamümküatkamşikeüamaküşiamüxaemtmhtlüamtaüktihptıotüaktşaütipamtleamqe