İçimizde bizi mahlûkatın en şereflisi olmaya aday eden bir ruh var. O ruh bize Allah’ın kendisinden bahşedilmiştir. Birde bizi kötülüklere sevk etmeye hazır bir canlı bomba tuzaklanmış ama haberdar edilerek. Bu canlı bomba, biz ölmeden önce “Ölmeden önce ölünüz” hadisi şerifiyle, ölmesi, aslında kötülüklerinden temizlenerek nefis hale getirilmesi tavsiye edilmiş nefsdir.
Karşımıza bu isimlerle çıkarılmıştır. İsteyen başka isimlerde kullanabilir. Belki aşırı benlik veya uygun göreceğiniz başka bir isimde bulabilirsiniz. Fakat burada ekseriyetle genel olarak kullanılan nefs, nefsi emmare gibi sabitlenmiş isimleri kullanıyoruz, kullanacağız.
Peygamber efendimiz ruhlar’dan bahsetmemiş. Rabbimin emrindedir demiş. Bu durumda bizim de ruh’u ve inceliklerini kavramamız imkânsızdır. Ancak genel olarak da bir şeyler söylenmiş.[i]
“Kendi ruhumdan ruh üfledim” kutsal kelamı, bize içimizde, her insanda Yaratandan bir parça mevcut bulunduğunu göstermektedir. Nasıl bir mevcudiyetleyse? Sanırım insanın ahseni takvimdir, nüshayı kübradır diye anılarak, meleklerin secdesine layık görülmesi de buradan doğmaktadır.
Bahsi geçen bu secde “Biz Âdeme esmayı öğrettik, onun için secde edin” denerek, pekiştirilmiş bir secdedir. Buradaki öğrenmeyi de iyi anlamalıyız. Bu öğrenmenin hakkıyla tüm detaylarıyla ve incelikleriyle oluşması için, Âdem tarafından Allah’ın bütün esmalarının yaşamında tecelli ediyor, açığa çıkıyor olması gerektiği zannındayım. Yoksa Allah’ın isimlerini ezberlemek bir rivayette yüz binlerce sene meleklere hocalık yaptığı söylenen şeytan için çok kolay olurdu. Üstelik hatadan münezzeh kılınmış, kurtarılmış meleklere hocalık yapabilmek için kusursuz bir ilime sahip olması gerekmektedir. Bu sebeple şeytanın da esma-ı şerifleri bildiği açıktır. Ama demek ki bu bilmeyi ezberlemek ya da ilmel yakin olarak tanımlayabiliriz. Yani görerek, tadarak, hissederek, yaşayarak, anlayarak bilmek ya da hakkel yakin bilmek değildir.
Konumuzla ilgili ayeti kerimeleri Bakara suresi 30, Araf suresi 11, İsra suresi 61, Taha suresi 115inci ayeti kerimelerden itibaren bulabiliyoruz.
Bu ayeti kerimelerin meali olarak referans aldığımız, diyanet meallari ile ilgili, bizde oluşan merak ve görüşlerimizi, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” isimli kitapta daha ayrıntılı olarak inceledik. Merak edenler oradan da inceleyebilirler.
Fakat konuyla ilgili mübarek emri şerifleri inceleyip, üzerinde derinlemesine düşündüğümüzde, bizim aklımıza, gönlümüze gelen soru ve yaklaşımlarda aşağıda sunulmuştur.
“Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim” dememiş miydim?” ifadesiyle, Allah’ın, meleklerin anlayamadığı bir şeylerin iç yüzünü ortaya çıkardığını da anlayarak, özde “Biz Âdeme esmayı öğrettik. Ya Âdem, meleklere esmayı bildir” şeklinde anlam çıkarmamız mümkün olan mübarek emri şerifler zincirini okuyunca, insanın aklına bazı sorular geliyor.
Acaba mübarek melekler neler algıladı da secde ettiler? Âdem babamızın kendine has bildirgesi nasıl olmuştur? Melekler perdesiz gözleriyle sırlar müşahede ederken, Âdem babamızın işaret parmağı ile olacak bir göstergesini çoktan algılamış olurlardı. Meleklerin ancak ve en az Âdem baba gibi birinin yardımıyla anladıklarını eşya işte deyip geçemeyiz. Bu anlayış, izan Kuran-ı Kerimde zikredilmeye layık görülmüş ötelerin ötesinde bir görüştür.
Belki de arşa, kürse sığmayan Allah’ın ve tabii doğal olarak esmalarının, Âdemin kalbine yerleştikten sonra oluşan bir görüştür ki o kalp aynasından tecelli eden esma-ı hüsnanın bir aksamasıydı. Tabii ki o zaman melekleri secdeden kim alı koyar.
Ya da Bismillahirrahmanirrahim, “vel evveli, vel ahiri, vel zahiri, vel batın”, ”evvel odur, ahir odur, zahir odur, batın o”[ii] emri ilahisinde ki gibi her şeyin önünde, arkasında, içinde, dışında odur diyerek eşyanın, onunla kaim, dik ve ayakta, var olduğunu anlar gibi olduğumuz gerçeğini meleklerin müşahede etmesini sağlamıştır.
Ya da her iki türde ve başka görüşlerle beraber ama tek başına “bak işte şu şeydir, ismi de şudur”, türünde değil. Melekler yaratılışları gereği öğretilmiş olanın dışına çıkmazlar ve görmedikçe Allah’tan başkasına secde etmezler.[iii]
Nitekim üstünlük duygusu galebe çalarak perde arkasına düşen şeytan göremediği için secde de etmemiştir. Keşke kelimesinin sıklıkla kullanılması çok hoş değildir ama onunda kullanılması gereken yerler vardır. İşte öyle bir yer, keşke bu mübarek ayeti kerimelerin orijinallerini anlayabilseydik. Allah doğruları bilen tek hâkimdir.
Tekrar geriye dönerek Hz. Âdemdeki bilişe baktığımızda, Âdem artık kendisinde zuhur eden Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının tasarrufu ile hareket etmektedir. Yani “Benim Salih kulumun konuşan dili benim dilimdir, tutan eli benim elimdir, yürüyen ayağı benim ayağımdır”[iv] (hadisi kutsi) teveccühüne mazhar olmuştur. Eğer Hz. Âdem burada bahsi geçen Salih kul olamazsa (hâşâ), sair bireyler nasıl olabilecektir? Yunus Emre’nin “ Sen çık aradan kalsın yaradan, ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm “ cümlelerine paketlediği mesajlar gibi.
Allah’ın tur dağında Hz. Musa’ya dağdan tecelli ettiğini düşünürsek[v]; Salih baba’nın “Cismi tecelli turu onda buldu zuhuru” cümlesinde ki mesajlarda açıldığında, Meleklerin Hz. Âdeme değil Allah’ın tecellisine secde ettiğini anlıyoruz. Yani Allah’ın esmasını hakkıyla öğrenen veya belki de başka bir deyişle kendindeki Allah’a ait Ruh’un emrinde yaşamayı ihtiyari bir zevk haline getiren insandan zuhur eden ahlak Allah’ın ahlakıdır. O insana bakan, Allah’ın ne istediğini, esmalarının nasıl nefs dağlarını hallaç pamuğu gibi attıktan sonra, Ruh’un kalkan nefs perdesinin ardından basiret sahibi gözler önüne,9beden dağından tecelli ettiğini görebilir. Demek ki, Allah’ın kendi Ruh’undan üflemesi insana böyle bir ayrıcalık veriyor.
Yunus babanın kendinden sonra yaşamış, molla Kasımdan bahsettiği söylenir, Acaba Yunus Emre şiirinde, altı yüz sene sonra gelecek molla Kasımdan bu güç vasıtası ile mi bahsedebilmiştir? Ya da evliyaların dillerde gezen zamana, mekâna karşı gösterdikleri kerametlerinin ve peygamberlerin mucizelerinin aslı bu mudur? Tabi ki budur, çünkü her şeyi yapabilen tek Allah’tır. İnsanlar ise müsaade edildiği kadar! Peki, bütün insanlar böyle midirler? Elbette değillerdir. Böyle olsaydı yanmak, pişmek, olmak dünyasın da ne işimiz olurdu?
Cennet cihat ile kazanılır. Bu özelliklerimize ket vuran, vurması için var edilmiş nefsimizi aradan kaldırarak, Yârin güzel yüzünü görmeyi amaç edinmek içindir. Gözlerindeki perdeler kalkarak Yârin yüzünü görenler, “Ya Âdem, meleklere esmayı haber ver” (Bakara 33) emri şerifindeki gibi bir meleki görüşle görenler gayri ihtiyari secde ederler. Bunu amaç edinip de başaramayanlara ise Allah’ın yardımı gelecektir. Savaşta başarılı olamasa da ölenler şehit değil midirler?
[i]
17 İsra Suresi
85 – Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” ( Diyanet meali )
[ii]
57 Hadid Suresi
3 – O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır.[ii] O, her şeyi hakkıyla bilendir. ( Diyanet meali )
[iii]
7 Araf Suresi
206 – Şüphesiz Rabbin katındaki (melek)ler O’na ibadet etmekten büyüklenmezler. O’nu tespih ederler ve yalnız O’na secde ederler. ( Diyanet meali )
[iv]
7 Araf Suresi
196 – Çünkü benim velim, Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder. ( Diyanet meali ) Konuda geçen hadisi kutsiye, destek olarak düşünülmüştür.
[v]
7 Araf Suresi
143 – Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince[v] onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi. ( Diyanet meali )