“Mevlana gibisi bir daha gelmemiştir ” diyerek bu konuyu noktalayanlar olabilir ama Allah bize “kendisine nimet verilenler” dediğine göre, bu nimete ulaşan başka Mevlanalarda hep olacaktır.

Sponsor Bağlantılar

Sadece biz farkında değiliz. Öncesinde ve sonrasında Mevlana hazretleri gibi büyüklerin olduğunu biliyoruz. Ancak aldıkları yolun gereği şöhretten kaçtıkları da biliniyor. Hatta “Şöhrette felaket vardır” diyorlar. Kendilerince emir telakki ettikleri olaylar dışında gizlenmeyi tercih ediyorlar. Örneğin;

Şöhrete düşmek zorunda kalanlardan Yunus Emre Hz.leri de şiirlerinde kendinden yüzyıllar sonra gelişen olayları anlatması dışında sanat ve bilgi aktarımı açısından hayranlık ölçüsündedir. Üzerlerinde bulunan harikulade hallere ulaşabilmek için tevazu hatta yokluk kapısını kullandıkları bilinmektedir. Bu durumda tanınmak veya tanınmamak onların iradelerinden çok zuhurata bağlı gibi gözüküyor. Aksi takdirde herhangi bir istek mesela insanlara kemalat sunabilmek, örnek olabilmek, varlık sebebi olup, kemalata engel olurdu.

Müsaadenizle toparlamaya çalışırsak; Allahtan, Allah’a razı olmanın dışında hiçbir arzuları yoktur. Rızası için bile ısrar etmeyerek keşif, keramet ve hatta kemalat, olgunluk bile istemeyerek sadece onun verdiği vasıflara razı olanlar, ondan memnun mutlu olanlar, özel sevgisini kazanıp onlar için varlığı ile yokluğu bir olan harika hallere ulaşmışlardır. O da benim velilerim ekseri gizlidir, çoğunu ancak ben bilirim demiştir. Bu durumda bizlere düşen, ayağımıza demir ayakkabı giyip, elimize demir asa alıp demir eriyene kadar, bizi hakiki ilime götürecek olan Mevlanaları gerekirse Çin’e kadar gidip aramaktır.

Belki de bazı insanlarımız, çevremizdeki zaman zaman cereyan eden seviyesiz tutumlara bakarak, böyle bir devirde Allah’ı hakkel yakin anlayacak kullar yetişemez, diye düşünebilirler. Arkeologların elinde mevcut, en eski Sümer tabletinde “Artık devir çok bozuldu, eski ahlak ve düzen kalmadı. Genç kızlar ne kadar ayıptır ki duvarların ardından, üstünden delikanlılara bakıyorlar” şeklinde yazılar yazmaktadır. Muhtemelen bu belgenin tarihi yedi bin yıla kadar uzanmaktadır.

Herkes güzelin hep eskide kaldığını düşünmüş. Oysa büyükler hep en karanlık günlerde, gelip aydınlatmışlar. Tıpkı hiçbir yeşilliğin başını çıkaramadığı karın altından yükselen kardelen gibi. Bu Allah’ın bize nimetidir, ışığıdır. Ekmeğimizi, suyumuzu, güneşimizi kestiği gün, Fatiha-ı şerifteki “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” duasını ve arama çabasını yapmaktan da vazgeçeriz.

Namazlarını kılanlar günde en az kırk defa sadece kırk rekât günlük namazın içinde Fatiha-ı şerifi okurlar. Teheccüd, evvabin, diğer nafile namazları, namazların ardından ve sair zamanlarda okunanlar da bu rakama dâhil değildir.

Kuran-ı Kerim muhkemdir, Allah’ın koruması altındadır. Bu haliyle kıyamete kadar kalıcıdır. Bu koruma kısır manada sadece tek bir harfinin bile değiştirilemeyeceği değil, vaat ettiklerinin de kalıcılığıdır.

Kuran-ı Kerim son peygamber geldi, bir daha gelmeyecek diyorsa, o söz artık değişmez ve bir daha peygamber asla gelmez. Eğer bizi, bize günde en az kırk defa okumamızı emrettiği Fatiha-ı şerifte kendine nimetler verdiği Salihlerin yoluna davet ediyorsa, o kapıdan dönmek imkânsızdır. O yola gitmek isteyenler oldukça, o yol sayesinde nimet verilenler de hep var olacaktır.

Yüce Allah Kuran-ı Kerimi korur. Kuran-ı Kerim Allah’ın sözüdür. Onun sözü en sadıktır. Sırat-ı müstakimi ve bize işaret ettiği övdüklerini her daim var edip ayakta tutacaktır. Eğer bir gün kendisine nimet verilenlerin yürüdüğü bu yola gitmek isteyen hiç kimse kalmazsa, o zaman ne doğru yola ne de o yoldan daha önce geçerek kendisine nimet verilenlerin yapacağı kılavuzluğa veya herhangi bir şeye ihtiyaç kalmaz. Nuru kalkan dünya da ayakta kalmaz.

Ya Rabbim bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, zalimlerin ve sapkınların yoluna değil. Sahte âlim olan zalimler ve sapkınlar var olduğu müddetçe, kendisine nimet verilmiş gerçek âlim ve sadıklar da var olacaktır.

Allah cümlemizi, âlim gözüken zalim ve Müslüman görünen münafıklardan, sapkınlardan korusun.

Manzum Anlatımlar

Bırak yakamı, dede!

Bugün enteresan bir sabah geçiriyorum, galiba. Dün gece gördüğüm aksakallı dede pek bir yapışkan çıktı. Benim bildiğim; Bir sihirli söz söylersin, bir hediye, hani bir kese altın filan verirsin. Sonra ben ellerimi uzatırım. Sen kaybolursun tabi altınlarımı bana bırakarak.

Açtım gözlerimi artık ayaktayım.

Sofra hazırlanmış kahvaltıdayım.

İstersen buyur gel dede sende katıl,

Ama bu böyle olmaz, çok meraktayım.

Hem neden senin yeşil cübben ve kavuğun yok, ya da sarığın?

Görüyorum pek şıksın, sakalların kırçıllı,

Ceketin hoş durmuş, pilili pantolonun da,

Gömleğini aldığın mağaza sanki Beyoğlunda.

Oğlum, duymadın mı? Devre uyacaksın,

Topalın yanında sekip, köre göz yumacaksın.

Allah’ın kullarını bir bileceksin,

Üst başınla onları eleştirmeyeceksin.

Nasıl? Birde konuşuyor musun? Nüfus kâğıdın nerde?

Getir de beş kişi olalım sal beni derde!

Hepimiz bir kişiyiz, kütükleriniz bende,

Ben hep sizinleydim zaten, senin sandığın bedende.

Baba tamam da bu iş bana çok oldu, sıkılıyorum artık,

Kime, nasıl söylerim? O hep zaten bizimleydi,

Şimdi sadece artık gördüğüm izinleydi.

Aferin, doğru bildin, izinsiz göremezsin,

Bundan sonra ben hep varım ama sadece sana,

Eğer anlatırsan sen beni, geleceksiniz bana.

Sen aslında nerdesin? Galiba derindesin,

Yoksa sen dillerde ki gizli benliğim misin?

Acaba, şaka mı bu? Bu sefer gerçekten papazı bulduk, galiba.

Hayır, hayır papaz, imam değilim. Kamillerden pir dedeyim.

Tamam dede müsaade buyur.

Sıralı konuşmayı öğrenebilecek miyiz? Bilmiyorum ama bu adam çok ciddi. Hayatımdan çıkmayacak gibi duruyor. Nasıl alışacağım, bu duruma? Birde uzaylı yok derler, bizden ileri formlar basbayağı var işte.

Ete, kemiğe bürünmüş, bizim gibi görünmüş, ortalıkta geziyor.

İstediğine gözüküp, istediğini pas geçiyor.

Korkarım, bundan sonraki hikâyelerim de ve gerçeklerim de artık yalnız değilim. Hiç nefes aldırmıyor ki, hemen her işime karışıyor. Aaa! Şimdide kahvaltıya başladı. Fakat ilginçtir yediği artıyor da artıyor.

Oğlum ne sandın? Bende fani bir beşerim, hem gezer, hem yorulurum.

Bazen aşk gelir bana, bazen de coşarım, şimdilik farkım senden, irademle yaşarım.

Ayıp oluyor, dede. Biz iradesiz miyiz?

İnsan iradesi ikidir, bunu öğreneceksin zamanla,

Senin iraden senden, benimki tek bedenden,

Salihlerin elleri bir tanedir ezelden.

Sen katresin, Yaratan derya,

Bahis olur mu damladan? Umman olmuş irade,

Katreler derya olur, cemiyeti Kübra ile.

O dedeler var ya, hani hep aksakallı,

Salihalar da vardır, ulu dergâh da saklı,

Onların hepsi birdir, farklılık sizde,

Gel sende damlanı ver, toplanalım denizde.

Tamam dede pes ettim, bende geleyim.

Rabbin ulu dergâhına yüzlerimi süreyim.

Al götür, yap beni de gönül Kâbe’nde hacı, Kıble gâh da baş tacı,

Nedense? Göründü dünya bana, üstü bal, altı acı.

Baba, ne yaptın bana? İçim acıyor artık,

Kolumu, kanadımı kırdın, putlarımı kaldırdın,

Ok attığın keman kaşla, aşk şarabı tattırdın.

Şimdi bir aşk var gözlerindeki meçhule,

Mecnun, Ferhat, Yusufum. Hani, Leyla nerede?

Oğlum bu iş tamam, artık sen tezgâhtasın.

Bu ateşle artık kalmayacak hissen zinadan, binadan, beyt-ü şiradan. ( Alış verişten )

Hepsi yanıp yok olacak, eser kalmayacak kalbinde altından, puldan.

Kimileri var gönlü binada

Kimileri var gönlü zinada

Kimileri var beyt-ü şirada  ( Alış veriş )

O yar kimdir? Bilemedim, ne çare?

                                            Salih baba

Dede sen Salih babayı da biliyorsun?

Dedim ya oğlum, erenler biz hep biriz,

Geleceksen bir gün seni de bekleriz.

O zaman, sen bize torpil geçtin, her halde. Hani şu Salih baba divanını bırakmam ya elimden.

Bu iş kısmettir oğlum. Kısmeti var edeceksin,

Yeni cami önünde kuşlara yem vereceksin,

Kiminin önüne düşer, kimi boş kalır ama

İkinci avuç değil midir o boş kalan kuluna?

Allah bütün kullarını görür ve Kasım-ül erzak vasıtasıyla hepsine rızıklarını dağıtır. Ama gören gördüğünü alır, görmeyen dura kalır. Görene oğlum, görene! Köre ne?

Allah, Allah bu dedenin sözleri, aşk kokuyor, Leyla, Şirin, Aslı kokuyor. Bu kadar dünya meşakkati ile Aslı’ma dönebilir miyim? Ondan geleni, ona götürebilir miyim? İstediği tertemiz emaneteni, tertemiz götürebilir miyim? Bana, kendi Ruh’undan üflediği bir ruh eğer damla ise, O da derya değil midir? Damlayı derya ya nasıl götürürüm? Buhar olmadan, topraklar da yutulmadan.

Oğlum bak şöyle…

Dede bir dakika dur. Ben alışığım. Sorular üretirim. Sonrada cevaplar ararım. Bazen doğru soru bulurum. Hatta bazen cevap bile bulurum. Arar dururum kendimce, keyif duyarım. Topal karınca misali, yollarında gezerim.

Bitti mi? Tamam bak şimdi beni iyi dinle. Bizi, bizim bildiklerimiz yarı yolda bırakır. Hem sen emri, Fatiha-ı şerifi duymadın mı? Sırat-ı müstakimde olanlarla beraber ol.

O senin söylediklerin, sırat-ı müstakimi var eden Allah’ın, geçirdiği kulları görmeden önce.

Allah’ın rahmeti topal karıncayadır, onu hac yolunda görünce,

Gönderir bir kartal, süzülür yanına, iner inceden ince.

Akıllı topal karınca, ayağına binince, Kartal indirir onu Kâbe’ye gelince.

Kartalı geri çeviren karıncaya hoş görüsü kalır mı?

Enaniyet gösterdin, ben bilirim dedin,

Hadi geç ahretteki dolambaçlı yollardan,

Kurtarıver kendini ateşteki kullardan.

Yardımı ulaşmazsa hoş görüden sunar,

Yardımı çevirenler, yarı yolda donar.

O zaman, dede, ey! Medet! Hadi, ne olursun? Bana yardım et.

Kattın yüreğime bir ateş yanıyor da, yanıyor

Ne cennetteyim, ne cehennem, Onu sende arıyor.

Şimdi doğru yolu buldun, yüreğinde duruldun,

Cennet, cehennem haktır, fakat

Solmayan gül, Allah’tır.

Şeriat, hatim, sohbet, bağdır kanatlarım,

Edep, ihlâs, muhabbet ve teslimiyet sıfatlarım.

Dede dur, yavaş yazamadım. Aklımda kalmaz, unuturum bunları.

Sen doğru yap, ayrılma haktan,

Bir an bile inme aşk denilen Burak’tan.

Emirlerine uy, nehyinden kaçın,

Sevdiklerini an, nefsinden çekin,

Salihleri bul, süsünü takın.

Yani, tövbe et, Salihlerle ol, sırat-ı müstakimde olanları bul.

Ara sıra bak aynaya, onlarda saklı,

Onların hepsi bir ve de dört kanatlı.

Kır atın ya huyundan, ya suyundan içersin,

En son teslimiyet yollarından geçersin.

Böylece ezber olmaz, huyun olur senin,

Kanatlanıp ona uçar içindeki bedenin.

Dede, söz veriyorum, bunları deniyorum.

Allah’ı anacağım, Habib’ine selam,

Çeşmesinden kanacağım, dualara devam.

Sabrı tavsiye edenlerle olacağım,

Hayrı şerri bir noktada bulacağım.

Ondan razı olup Rızasını umacağım,

Salihlere karışıp, cennetine dalacağım.

                                                                    Ali

Kuzguna leş vermek yok, Devleti baş edeceksin

Dede! Yine mi geldin? Hoş geldin sefalar verdin

Bu gün yine çok şıksın, sen buna alışıksın

Kafes olmuş bedene, zor gelir hep dedene,

Yine şükretmek lazım o bedeni var edene.

Şu ten kuşu gezer, konar hevesle

Gülşen ağlar, bülbül ağlar kafeste,

Nefs gidip de, Ruh gelmezse nefeste,

Düşer yolcu ağır, ağır aheste.

Derdi kazan sen hele, gel burada derman ara,

Aslın sana yoldaş olsun, aslına burhan ara,

Çıkart benliğin aradan, bekliyor bak yaradan,

Nefsine geçit verme katline ferman ara.

Seni elinden tutup daim mutlu edecek,

Zannetme ki sana ev, arabalar verecek,

Gam toprağını dertle yoğurmuş amma,

Bir seherde ansızın gönle Tulu edecek.

Dede, gittiğinden beri, gece, gündüz avare,

Kâh toprak misali miskinim serde,

Kâh sular gibi, coşkun seferde,

Tekbirimi alsan da cenazemi kıldırsan,

Şad olmayı görsünler şu avare bedende.

Vatan olmuştur beden, Ruh ve nefsine,

Kalbinde hüküm sürer, kuzgun senin bahtına,

Yâri görseydi kuzgun, bülbül olurdu amma,

Önce davet edeceksin, padişahı tahtına.

Oğlum bak dedene, yoldaş oldu bu dert bana,

Bu dert ile bulduk onu, oldu devlet bu dert bana,

Benliğindeki putları, yaparsan tacın başa,

Kuzgun gelir oturur, vücut denen taşa.

Taş gibi bir bedeni, ne edip neyleyeceksin,

Karaları sürünüp, derdini eyleyeceksin,

Çek kılıcı hünkârın, vuruş Allah aşkına,

Kuzguna leş vermek yok, devleti baş edeceksin,

Aşkın sana olsun Burak, kısmeti var edeceksin. 

                                                                                 Ali

Pazar da Aşk satarlar

Züleyha, Aslı, Leyla gezerler Şirin dillerde,

Benim Aslım sıladaymış bense garip ellerde,

Yusufun Cemali, Keremin gamı,

Mecnunun hayali, Ferhatın canı,

Padişah Pazar kurmuş dar gönüllerde

Aşkı beytü şirada yar gönüllerde    

Bilmem Mecnun muyum yoksa Dilara?

Mimar oldun gönülde ciğerde yara

Pazardan al beni götür pazara

Aşkı sat beyim, değdir nazara

Dilarasız cennetin etmiyor para

Göründü buluttan güneşim ayım

Ummanda, deryada bende damlayım

Kirpikleri ok olur, Kaşları yayım

Pazarda aşk satarlar boş dönme bayım

Doğru Mecnun olup da bak şu Leyla ya

                                                                    Ali

Son Söz

“Ben bir gizli hazineyim, bulunmayı arzu ettim” diyen Allah, kendi Ruh’undan üfleyerek yarattığı ve mahlûkatın en şereflisi olarak, nitelendirdiği insanı var etmiştir. İnsana verdiği bedenle, parmak izine kadar[i], bütün insanların birbirinden ayrılmasını, seçilmesini, farklılaşmasını murat eden Yüce Yaratıcı onu nefs ve akıl gibi olgularla, manevi ve iç âleminde de anlaşılması çok zor ve yine hepsini birbirinden farklı, çeşitlilik arz eden bir hale büründürmüştür.

Bu haliyle insanların hepsi, birbirinden çok farklı noktalarda bulunmaktadırlar. Ama “Bütün yollar Roma ya çıkar” sözünün verdiği anlam gibi, adeta her farklı noktada bulunan insanın bulunduğu yerden, Allah’ın bulunduğu yere, yani o insanın kendi kalbine başka bir deyişle de aslında bütün insanların buluştukları, toplandıkları, bir oldukları yere varmalarını istemiştir.

İnsanlar dış görüntü itibarı ile birbirinden ne kadar uzak mesafeler de yaşarlarsa yaşasınlar, farklılaşmalarına sebebiyet veren nefs olgusunu kaldırdıklarında, kendi kalplerinde var olan Allah da bir olduklarını öğrenirler ve teklikte buluşurlar. Aslında insanlar arasında ki gerçek mesafeler, zamandan ve mekândan münezzeh ruh ile değerlendirildiğinde, galaksiler arası mekân ya da çağlar boyu zaman değildir. Gerçek mesafe onun farklılaşmasını sağlayarak, tekrar Allah’ı arama ve bulma gayretini göstermesi için, sıladan ayrılmasına vesile edilen ve Allah ile arasına çekilen nefs perdesindeki farklılıklardır. Aradaki bu perdelerin kaldırılarak, Allah’a ulaşmayı amaç edinen insanlara Allah’ın yardımının ulaşmayacağı düşünülemez.

Ancak âşık olduğu nefsini tercih ederek orada onunla kalmayı düşünenler, hakikatte âşık oldukları sılalarından, Allah’tan ayrı kalmaya kendilerini mahkûm etmiş olurlar. Bu ayrılıksa, gerçeklerin en geç ahrette farkına varıldığında, nedamet ve özlem ateşiyle yakarak, anladığımız cehennemi aratacak hale getirecektir. Üstelik bir fani olan nefsi bile artık göremeden.

Nefsin etkisi ile gerçek vatanından, Allah’tan uzaklaştırılmış olan insan, bu uzaklık ve mesafenin herkeste farklı farklı olmasına rağmen, ortak bir yoldan yürüyerek Allah’a yaklaşırken, farklılığından doğan sebeplerle de, yol içinde kişiye özel usul ve tarzlara ihtiyaç duymaktadır.

Yüce Allah bize, en açık şekilde sırat-ı müstakim, yani dosdoğru Allah’a götüren bir yol, kendilerine nimet verilenlerin yolunu zikretmiştir. Bu zikredişi, hemen Kuran-ı Kerimin en başındaki Fatiha-ı şerifte görebiliyoruz.

Fatiha Suresi

6  – 7 – Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil. ( Diyanet meali )

Ancak, toplumca bugünlere kadar bu işin ilmini okuyanlardan ve okuyup, duyup kendi sezgi ve akılımızla da tarttığımız düşüncelerden hareketle, bu yolun içine adım attıktan sonra kendi bildiklerimizle yürümenin imkânsız olduğunu anlıyoruz. Öyle hiç kimseyle, sanki zaten her an Allah’la berabermişiz gibi, Allah’la aramıza birisi girerde uzaklaşır mıyız acaba diye endişelenerek görüş alış verişinde bulunmadan gidilebilecek bir yol olmadığını da anlayabiliyoruz. En azından, Allah’tan bir yetki alarak bizi yolumuzdan şaşırtmaya çalışacak şeytan, bu yolun çeşitli yerlerine tuzaklarını kurmuştur. Ayrıca ana hatları ile belirlenen bu yoldan yürümeye çalışırken, nefsimizde ki Allah’tan uzaklaşmaya sebep verecek boyutlar ise başlı başına karışık ve tehlikeli hale gelmektedir.

İnsanın bu sonu selamet olan ancak içinde güçlük ve tehlikeler barındıran yollardan, emin olarak yürüyebilmesi oldukça zor olacağı kesindir. Bu yüzden, bu yol üzerinde mevcut bulunan ve kendilerine nimet verilenler diye anılan kulların delil edilmesine, bu harika Mevlanaların kılavuzluğuna ihtiyaç duyulmaktadır. Zaten Yüce Yaratıcımızda “kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” şeklinde zikrederek adeta bu nimet verdikleri kulları ile yolu birbirine endekslemiş, derç etmiştir. Özel nimetle, özel yolda Allah’a karşı yürüyen kullar çok özel imkânlarla donatılmış olmalı. Allah, o yol üzerine oltasını atmış şeytana bile ne yetki ve selahiyetler vermiştir. Öyle ise kendisine nimet verdiklerim diye, bize örnek gösterdiği kulların mahzun bırakılacağı düşünülemez.

Allah’a ulaşmak için, Allah’a giden yolda kendisine nimet verilmiş kulların nezaretinde, onları örnek alarak yürümek gerekmektedir. Allah cümlemize Allah’a ulaşmayı ve ayrılık ateşi ile sonuna kadar yanmaktan halas olmayı nasip eder inşallah. Allah korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail etsin.

 

[i]

75 Kıyame Suresi

3 – İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?

4 – Evet bizim, onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter. ( Diyanet meali )