Padişah Aileleri
İlk Osmanlı hükümdarlarının Onaltıncı Asır başlarına kadar hükümdar ve prens kızlarından olarak nikâhlı aileleriyle müstefreşe ve odalık denilen kadınlar vardı. Osman Gazi Ömer Beyin ve Şeyh Edebali’nin kızlarıyla evlenmişti. Oğlu Orhan Gazi Yarhisar Rum Beyinin ve Bizans İmparatorluğuna geçen Kantakuzen’in kızını ve oğlu I. Murad Bey de Bizans İmparatoru Emanuel’in kızıyla evlenmişti. Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed de bu tür evlenmeler yapıldığı kaynaklarda sıkça geçmektedir. Bir rivayete göre Yavuz Sultan Selim’in hanımı Kırım hanının kızı imiş ve Kanuni sultan Süleyman bu kadından doğmuş. (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı).
Bunlara ek olarak, Osmanlı Padişahlarının cariyelerden doğan çocukları da vardı; kayıtlara göre Onaltıncı Asır başlarına kadar yukarıda isimlerini saydığımız padişahların hem zevceleri hem de müstefreşeleri bulunmaktaydı; fakat bu tarihten sonra ve Kanuni Süleyman’dan itibaren etrafta teehhül edecek Anadolu hükümdar aileleriyle diğer despotluklar kalmadığından ya da lüzum görülmediğinden sarayda yetişmiş olan veyahut padişaha takdim edilen güzel kadınların aile olarak kabulü adet olmuştur. Yalnız ikinci Osman, Kanuni’den beri devam eden bu sürece muhalif olarak Şeyh – ul İslam Ebu Said Efendinin kızıyla nikâhlanmıştı: Sultan İbrahim de cariyelerinden birini nikâhına almıştı. (Naima Tarihi s. 242.)
Padişah Dairesine Mensup Kadınlar
“Bugüne kadar harem hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı, çizildi. Oysa zihnimizde oluşturulan harem imajı gerçeğinden çok farklıydı. Harem diye yıllarca Batılı oryantalistlerin, yazarların, diplomatların fantezilerini okuduk. Hiç giremedikleri padişahın evini kendi hayalleri ile süsleyen bu yazar-çizer takımı bizlerin hareme bakışını yüzyıllardır etkilerken buna bir de ‘“resmi’“ çarpıtma eklendi.
Bugüne kadar harem, Batı’nın bildiği değil; öyle olmasını istediği, büyülü, egzotik bir kurum olarak karşımıza çıktı. Yani hayal mahsulü, belgelere dayanmayan bir yer. Belgelere dayanması çok zor; çünkü padişahın evi olan hareme hiçbir yabancının alınması mümkün değildi. Bu nedenle bugün bile harem diye, Doğu’ya seyahat eden Avrupalı seyyahların, diplomatların fantezileri ile karşı karşıyayız.’“( Çağatay ULUÇAY, Aksiyon Dergisi)
Türkiye’nin yetiştirdiği ve bütün dünyada Osmanlı tarihçilerinin piri olarak kabul edilen Prof. Dr. Halil İnalcık da Batılıların harem hakkındaki tasvirlerini ‘“hayal ve fantezilerle dolu’“ olarak nitelendiriyor. Bu konu hakkındaki tüm soruları delillerle ispat edeceğiz. Öncelikle haremin tanımına bakacağız, sonra da kapsamlı bir şekilde konunun muhtevasına değineceğiz.
Harem, girilmesi memnu olan yer manasına geldiği gibi buna kıyasen kadınların ikamet ettikleri daireye ve bizzat kadınlara da âlem olmuştur. (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı) Harem; Arapçada yasak ve gizli anlamındadır. İnsan hayatının gizli ve kapalı bölümünü, evinin en dokunulmaz bölümünü ifade eder. (Ali yorgun, ‘“Osmanlı Tarihinde Harem Üzerine’“, E – Tarih org.) vb. birçok tanım yazılabilir. Şimdi sizlere haremin muhtevasına dönük bilgileri tarihi kaynaklar ışığında aktaracağız.
Eskiden harem ve selamlık diye ikiye ayrılan saray ve konakların, girilmesi memnu olan harem kısmı kadınların ikametlerine mahsustu. Saray harem dairesindeki kadınlar, harem ağaları denilen siyah hadım ağalarının nezaretleri altındaydılar. Sarayın kadınlar kısmından başka Enderun kısmına da harem-i hümayun denilirdi. Büyük vükela konaklarında da harem ağaları vardı.
Sarayın harem dairesi cariyeleri, çeşitli ırklardan seçme güzel kadınlardan ya da İstanbul gümrük emini vasıtasıyla satın alınanlardan veyahut sultanlarla davet edilen Kırım hanı ve valilerin takdim ettikleri seçme kadınlardan oluşuyordu. Cariyeler, adab-ı muaşeret çerçevesinde sarayın usul ve kaideleri göz önünde bulundurularak eğitilirlerdi. Saraya alınacak cariyeler nasıl getirildiğine bakılmaksızın mutlaka mütehassıs bir kadın tarafından muayene edilir; cariyelerin vücutları kusursuz ve harem dairesine uygun görülmüş iseler kabul edilirlerdi.
Cariyelerin Eğitimi
Saraya yeni alınan cariyelere Müslüman ayin ve erkânı öğretilir ve okutup yazdırılırdı. Cariyelerin yeteneklerine göre musiki, biçki, dikiş, nakış ve oyunlar gösterilirdi. Cariyelerin bu ilk devirlerine acemilik denilirdi. Bundan sonra acemiler, cariye, şagird, usta ve gedikliler olarak beş dereceye kadar çıkarlardı.(Naima Tarihi)
Saray kadınlarının en yüksek dercesine Kadın, bir aşağısına ise gedikliler denilirdi. Gediklilerin mutlak surette bir görevi olup padişahın şahsi hizmetine bakan cariyelerdi ve her birisinin görevi olurdu; mesela sofraya bakana çaşnigir usta, çamaşır hizmetine bakana çamaşır usta denilirdi. Bunların içlerinden ve en gençlerinden on ikisinin has odalıların vazifelerine müşabih vazifeleri vardı. Bu genç kızlar arasında padişahın gönlünü çekene has odalık veya ikbal derlerdi. İkbal birkaç veya birçok olup Baş ikbal, padişahın kadın unvanı verilen ve Hünkâr hasekisi de denilen hanımlarından birinin vefatı veya istiskal görerek Eski Saraya nakli üzerine kadınlığa geçerlerdi. (Emlak-i milliyeden arşive devredilen defterler arasında 1278 tarihli bir hazine-i hassa defterinden alıntı yapılmış, aktaran İsmal Hakkı Uzunçarşılı)
İkbal padişahla münasebette bulunup gebe kalırsa o zaman kadınlığa geçirilir, münhal beklemesine gerek görülmezdi. Birinci Mahmud’dan itibaren odalıklar azaltılmış ve buralara yapılan fazla masrafların önüne geçilmiştir. Hatundan bozma olarak Kadın unvanı verilenler, padişahın eşleri sayılardı. Bunlar sayıları bezen dört bezen altı ve yediye kadar çıkarlardı. Kadınlar kıdem sırasına göre baş kadın, ikinci kadın diye anılırlardı. En itibarlıları baş kadındı.
Bir Cariyenin Yükselerek Kadın Unvanını Alması
Bir cariye, yükselerek kadın yani zevce derecesine çıktığı zaman kendisine samur kürk giydirilir, padişahın eteğini öper ve şahsına ayrı bir daireye tahsis olunarak hizmetine cariyeler tayin edilirdi.
Padişah Kadınlarının Kıyafetleri
Padişah kadınları, sultanlar gibi giyinirlerdi; elbise kopçaları elmastan olup yenleri dışından kürk kaplı idi. Kürk dirseğe kadar devam eder; alınlarında kıyafetlerinin alâmeti farikası olarak saç kümesi bulunurdu; başlarını ve omuzlarını kişmir şalı ile örtelerdi. İkballer ise, kıymetli kumaşlardan elbise
giyerler, kışın esvabları kürkle kaplıdır. Gedikli ustaların rubaları uzun etekli olup yerde sürünürdü. Kürk taşıyamazlar, bellerine altın işlemeli ve bazen mücevherle döşenmiş tokalı kemerler de takarlardı.
Padişah Kabulü
Padişah, kadınlarını arzu ettiği zaman geceleri nöbetle kabul ederdi; yemekten evvel davet ederse kadın ayrı bir sofrada yemek yerdi. Çünkü padişah, yalnız sultanları sofrasına kabul ederdi. Hünkâr, kadınlarından birinin veya çoğunun hastalığı zamanında bunların ziyaretine giderdi; harem dairesinde gezerken ayaklarında gümüş çivili kunduralar vardı; bu sayede padişahın yürüyüşü kundura çivilerinin sesinden uzaktan duyulur ve kadınlar onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi. Çünkü saray adabınca karşılaşmak hürmetsizlik olarak addolunur ve buna Hünkâra çatmak denirdi.
Padişahın Mahremiyetine Kabulleri Hakkında
Riko, Arap hadım ağalarının muhafaza ve nezaretleri altında bulunup sarayda terbiye edilen cariyelerin padişahın mahremiyetine kabulleri hakkında uzun müddet Osmanlı sarayında bulunmuş olan birinden naklen ve kısmen uydurma olarak aşağıdaki malumatı vermektedir:
“Padişah kızlardan bazılarıyla bahçede eğlenmek istediği zaman halvet diye haremde ilan olunur, herkes çekilir, hadım ağalar yol başlarında durur ve bahçe tarafına kimseyi yaklaştırmazlardı. Padişahın kendisi bizzat bir kız intihap etmek isterse, kızların dairesine gider, orada kâhya kadının muntazam surette sıraya koyduğu kızları görür, içlerinden en çok kimi beğenirse onun üstüne mendilini atar bunun üzerine o kız padişahın huzurunda diz çöker ve mendili birkaç defa öper ve sonra da koynuna sokardı.’“ bu seremoninin hayal ürünü olduğunu külliyen yalanlayan ikinci Mustafa’nın kadınlarından olan Hasfa Sultandan naklen Madem Montegü şöyle yazıyor;
“Öteden beri işae edildiği üzere padişah hangi kızı isterse ona bir mendil attığının kat’iyyen doğru olmadığını söyledi. Padişah kızlardan hangisini isterse onu kızlar ağası vasıtasıyla çağırtırmış, derhal öbür sultanlar ona riayet gösterirler, hamama götürürler, vücuduna kokular sürerler ve yarayacağı işe muvafık surette gayet zarif giydirirlermiş. Padişahın kendisinden evvel kıza bir hediye gönderir, sonra da bulunduğu daireye gidermiş. Padişahın yatağının eteğine kadar kızın sürünerek geldiği de külleyen yalanmış” diyor. (Madem Montegü’nün Mektupları, tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası S. 414).
Buna ek olarak, Harem’le ilgili, bazı kitaplarda ve bazı dergilerde yayınlanan müstehcen resimlerin aslı esası mevcut değildir. Batılı ressamların hayallerinin mahsulüdür. İşin doğrusunu ve Batılı yazarların nasıl meseleyi çarpıttıklarını ise, 1960’lı yıllarda Harem’in restorasyonunda görev alan ve bir Fransız tarihçisi olan Robert Anhegger ile evli olan Mualla Anhegger’den dinlemek icabediyor. Anhegger diyor ki:
Padişahın Evlatlıkları
“Haremin Avrupalıların yüzyıllarca yazıp çizdiği ile hiçbir alakası olmadığını fark ettim. Harem Padişahın dilediği kadınla buluşması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Kapılar, daireler, geçişler buna göre planlanmamış…
Harem, bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenci. Zaten cariyelerin yaşadığı bölümün kapısında “Allahım bize de hayırlı kapılar aç“ yazıyor. Ve bu yazı doğrultusunda, çoğu padişah tarafından çeyizleri verilip evlendirilmiş. Çünkü cariye köle değil, cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur. Ve gerçekten de evlatlık gibi hoş tutulup, iyi eğitildikleri anlaşılıyor. Haremin mimarisi düzenlenirken, burada yaşayan herkesin bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmiş olmalı.
Harem sanki askeri bir teşkilat gibi geldi bana. Bu askeri teşkilat düşüncesini haremi restore ederken sık sık fark ettim. Ve sonunda kendimi öylesine kaptırdım ki, kabul edilemez nedenlerle, devlet tarafından yevmiyem kesildiği halde, gün boyu çalışmayı sürdürdüm. Kısacası harem restorasyonundan elime maddi olarak hiçbir şey geçmedi, ama karanlıkta kalmış bir kurumu, el yordamıyla da olsa kavramayı başardım.
Son Derece Terbiyeliler
Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zeki ve yetenekli kimseler. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zeki de olanlar devlet kademelerinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak, ya da ayıplanacak bir yön göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yok. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan bu yarışa avantajlı başlıyor…’“ Demek ki, tüm söylenenler hayali birer ürünmüş desek yanlış bir tabir olmasa gerek.
Kadın Efendiler – Hasekiler
Padişahın teveccühüne mazhar olan hasekilerden dört, altı veya yedi tanesi diğerlerinin fevkinde idi. Bunlar hükümdarın en sevgili zevceleri olup kendilerine kadın unvanı verilir. Her ne kadar D’ohsson ve Olivier gibi tarihçiler padişahın zevcelerinden çocuksuzlara kadın denildiğini yazsalar da yanlıştır. Çünkü Müverrih Ali İle Riko çocuklu ve çocuksuz padişah zevcelerine haseki ismi verildiğini beyan ediyorlar. Bazı seyyahlar içlerinden çocuk doğuranlarının itibarlı sayıldıklarını söylemeleri gerçeği yansıtmamaktadır.
Padişah kadınları kadınefendi ve haseki olarak iki kısımdı; erkek veya kız doğuran hasekiye Haseki sultan denilirdi ve başına kıymetli mücevherlerle süslü bir küçük altın taç konurdu. İkinci sultan Ahmed’in baş cariyesi olan Rabia Kadın İbrahim ve Selim isimleri verilen iki erkek evlat doğurmuş olduğundan ertesi gün padişah bu kadını Haseki Sultan ilan ederek başına taç giydirmiş ve kendisine haslar tayin ederek kapıcılar kethüdası Yusuf ağayı da kadına kethüda yapmıştı. (Silahdar Tarihi)
Padişah vefat edecek olursa onun çocuk doğurmamış veya kız çocuk doğurmuş yahut erkek çocuk doğurmuş da vefat etmiş olan kadın ve hasekileri devlet ricalinden biriyle evlendirilirdi. Mesela ikinci Mustafa hal edilmesiyle yirmi bir yaşındaki hasekilerinden olan ve hayatta bir kız evladı kalan (öncesinde beş erkek çocuk doğurmuş; fakat küçük yaşta hayata veda etmişlerdi) Hasfa Sultan üçüncü Ahmed zamanında teehüle icbar edilmiş, o da yaşı çok ilerlemiş olan ve kendisini on yaşındayken padişaha takdim eden Bekir Efendiye intihap etmiş ve pek sevdiği İkinci Mustafa’dan sonra genç bir erkekle evlenmek istememişti. (Madam Montegü’nün mektupları, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası S. 411, aktaran İsmal Hakkı Uzunçarşılı.)
HAMZA KILIÇASLAN tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır…
Anlatım diyorki padişahın mendil atıp kız secmesi yalan sonra diyorki kızlardan sorumluyu cağırır ona söylerdi benim bu padişahlığa hareme kafam karıştı anladığım padişahın canı kimi isterse. İyiki padişahlık yok one ya haremler kızlar oh ne ala
çok teşekür ediyorum çok yararlı oldunuz bir de hasekilerin resimlerini paylaşırsanız sevinirim .