Dudaktan Kalbe Romanı

Sponsor Bağlantılar

Reşat Nuri Güntekin’in romanlarını tatmadan tüketilen bir ömrün, bana göre bir yanı eksik kalmıştır.  1956 yılında aramızdan ayrılan Reşat Nuri roman, hikâye, tiyatro ve gezi türlerinde çok sayıda esere imzasını atmış, aradan geçen onca yıla rağmen bugün de keyifle okunan önemli bir yazarımızdır.

“Reşat Nuri dendiğinde aklınıza gelen ilk şey nedir?” diye bir soru sorulsa, eminim ki hepimiz “Çalıkuşu!..” diye heyecanla yanıtlarız. Peki Reşat Nuri demek, sadece Çalıkuşu demek midir? Elbette hayır!… Bir eser ne kadar güzel olursa olsun, tek başına yaşamın tüm güzelliklerini taşımaya gücü yetmez. Her eserin kendince bir güzelliği, değeri vardır. Tek bir esere yaşamı sığdırmak mümkün değildir.

Sanatçıların dış dünyayı algılayışı, sıradan insanlardan farklıdır. Sıradan bir gözün göremeyeceği pek çok incelikleri, güzellikleri onlar görürler. Yazdıkları her bir kitapta yaşamın ayrı bir gizemini çözmeye çalışırlar. Biz okuyucular, yaşama sanatının inceliklerini onlar sayesinde öğreniriz.

Her yazar, içinde türlü meyve ağaçları olan bir bahçeye benzer. Bu bahçeye girip tek bir ağaca tırmanmakla, tek bir ağacın meyvesini yemekle o bahçedeki tüm lezzetleri tatmış olmayız. Daha tatmadığımız birbirinden güzel meyveler vardır. Aynı şekilde bir yazarı da tek bir eserini okuyarak tanımamız, çözmemiz, onun tadına varmamız mümkün değildir. Reşat Nuri Güntekin’in bahçesinde ne tür meyvelerin olduğunu hatırlatarak iştahınızı biraz kabartalım: Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Acımak, Damga, Değirmen, Miskinler Tekkesi, Kavak Yelleri, Anadolu Notları…

Reşat Nuri’nin kitaplarını okurken kendinizi fırtınası, uğultusu olmayan ılıman bir iklimde hissedersiniz. Onun denizinde yüzerken azgın dalgalarla boğuşmaz, boğulma korkusu yaşamazsınız. Yüreğinizi hoplatacak, gerilimi yüksek, şiddetli olaylar yoktur onun eserlerinde. Bazı kitaplar tam anlamıyla bir çıkmaz sokak, bir kara kutu, bir bilinmezlik yumağıdır. Sayfalarca okumanıza rağmen nasıl bir ülkede, kimlerle, ne için yolculuk ettiğinizi bilmezsiniz. Her sayfa ayrı bir labirenttir. Kitabın dünyası ile sizin yaşamınız arasında bir uçurum vardır. Kendinizi bir türlü kitabın kurgusal dünyasına dahil edemezsiniz. İşte Reşat Nuri’nin kitaplarını okurken bunları yaşamazsınız. Daha ilk sayfalardan itibaren eserin kurgusal dünyasının size gülümsediğini hissedersiniz. Bir süre sonra eserin kahramanlarından biri de siz olursunuz. Reşat Nuri’nin eserlerini okurken okuyucuya pek iş düşmez, kitabın keyfini çıkarmaktan başka. Öyle ki her şey yerli yerinde, düzenli ve açıktır, yazarın anlatımında kopukluk, dağınıklık, karmaşıklık göremezsiniz. Üstüne üstlük derin bir iyimserlik, sevecenlik ve hoşgörünün içinizi kaplayıverdiğini hissedersiniz.

Değerli yazarımızın Çalıkuşu dışında da keyifle okunacak, çok sayıda romanı vardır. İşte bu yazımızın konusu, Reşat Nuri’nin her biri mücevher değerinde olan romanlarından “Dudaktan Kalbe”dir. Romanın ilk baskısı 1925 yılında yapılmıştır.

Gelin isterseniz Dudaktan Kalbe adlı romana biraz yakından bakalım.

I.  Dudaktan Kalbe Romanının Yapısı

Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe adlı romanı, dış yapı bakımından üç bölümden oluşur. Mutsuz bir aşkın anlatıldığı bu romanın en önemli kişileri Kenan ile Lâmia’dır. Romanın bölümlendirilmesi bu kişilere göre yapılmıştır. Romanın birinci bölümünde Kenan ile Lâmia anlatılırken, ikinci bölüm Lâmia’ya, üçüncü bölüm ise Kenan’a ayrılmıştır.

Birinci Kısım”da Kenan’ın ailesi, yetiştiği ortam, çocukluk ve öğrencilik yılları, Avrupa’ya gidip ünlü bir sanatkâr olarak geri dönmesi, Nimet Hanım’la yaşadığı gönül macerası, Cavidan’la nişanlanması, Lâmia (Kınalı Yapıncak) ile tanışıp yakınlaşması, birlikte olması, Lâmia’dan ayrılması anlatılır.

İkinci Kısım”da, Kenan’dan hamile kalan Lâmia’nın dul bir kadın olarak çektiği sıkıntılar anlatılır. Bu bölüm bütünüyle Lâmia’ya ayrılmıştır. Lâmia, Kenan’dan hamile kaldığını kimseye söylemez. Bu rezilliğin duyulmaması için Kütahya’ya, amcası Rıza Bey’in yanına gönderilmesi, kızı Mebrure’nin dünyaya gelmesi, kendisine tecavüze yeltenen eniştesini öldürmesi, Hakkı Efendi’nin evine gönderilmesi, Binbaşı Kemal Bey’le evlenmesi, Kemal Bey’in doktor yeğeni Vedat’la yanlış anlaşılma sonucunda adının çıkması, bu yüzden Kemal Bey’in kendisini terk etmesi, Vedat’ın Lâmia’ya evlenme teklifinde bulunması bu bölümde yaşanan olaylardır.

Üçüncü Kısım” ise, Kenan’ın yazdığı günlüklerden oluşur. Bu bölüm diğer iki bölümden farklıdır. Olaylar, Kenan’ın bakış açısıyla okuyucuya aktarılır. Kenan, Cavidan’la evlendikten iki buçuk yıl sonra şöhret ve sanat sevdasının insanı mutlu etmediğini anlar, eski günlere özlem duyar. Eşinden ayrı olduğu, kendisini yalnız ve mutsuz hissettiği bir gece, günlük tutmaya başlar. Belirli aralıklarla yazdığı günlüklerini genellikle yalnızken ya da eşi uyuduktan sonra gizlice yazar. Bu bölümde kendisini deliler gibi seven Lâmia’yı elde ettikten sonra düşünmeden terk edip giden, sonrasında ise pişmanlık duyan Kenan’ın çektiği sıkıntılar anlatılır. Kenan’ın kendisini yalnız hissetmesi, eşi Cavidan’dan soğuması, yeni eserler üretemediği için kendisiyle dalga geçilmesi, asıl sevdiği, âşık olduğu kişinin Lâmia olduğunu anlaması, onu yeniden görme arzusuyla yanıp tutuşması, eşi Cavidan’dan ayrılması, Lâmia ve kızı Mebrure ile karşılaşması, Lâmia’nın Kenan’ı affetmemesi, Lâmia ile Vedat’ın evlenmesi, Kenan’ın intihar etmesi bu bölümde geçen olaylardır.

Dudaktan Kalbe, toplam 391 sayfalık metne sahip bir romandır (İnkılâp Kitabevi, 2008). Romanın bölümlere göre sayfa dağılımı şu şekildedir: Birinci Kısım, s. 7-163 (157 sayfa); İkinci Kısım, s. 165-283 (119 sayfa); Üçüncü Kısım, s. 285-399 (115 sayfa).

II.  Dudaktan Kalbe Romanının Konusu

Dudaktan KalbeDudaktan Kalbe adlı romanda şöhretin şımarttığı genç bir kemancının, kendisini tutkuyla seven küçük bir kızı elde etmesi, daha sonra aşkın geçici bir gönül eğlencesi olduğunu söyleyerek hem kendi hem de küçük kızın hayatını mahvetmesi anlatılır.

Dudaktan Kalbe hüzünlü bir aşk romanıdır. Yaşarken kıymeti bilinmeyen, yitirildikten sonra anlam kazanan bir aşkın romanıdır. Romanda işlenen en önemli tema “aşk”tır. Bu aşk ünlü bir bestekâr olan Kenan ile on beş yaşlarında küçük bir kız olan Lâmia (Kınalı Yapıncak) arasında geçer. Kenan sefalet içinde geçen bir çocukluk döneminden sonra, bir arkadaşının daveti üzerine Avrupa’ya gitmiş, müziğe olan ilgi ve yeteneği sayesinde tanınmış bir sanatçı olmuştur. Yaz aylarını dayısı Saip Paşa’nın köşkünde, içinde üzüm bağları olan Bozyaka’da geçirir. Buraya hem rahat bir nefes almak hem de yeni eseri üzerinde çalışmak için gelir. Eskiden suskun, çekingen bir çocuk olan Kenan, şöhretin etkisiyle bir parça bencil, şımarık biri olmuştur. Lâmia ise anne ve babasını kaybedince Bozyaka’ya, amcası Şükrü Bey’in yanına gelmiştir.

Lâmia geceleri Kenan’ın kemanıyla çaldığı parçaları bir ninni gibi dinleyerek uyur. Kenan’ı tanımadan, onun kemanına, müziğine sevdalanır. O sıralar Kenan’ın geçici bir gönül macerası yaşadığı evli bir kadın olan Nimet Hanım, küçük kızı yüzündeki pul pul çil lekelerinden dolayı “Kınalı Yapıncak” diye tanıştırır. Kınalı Yapıncak, Kenan’ın mavi gözlerine vurulur. Kenan ile Nimet Hanım geceleri dolaşırken dikkat çekmemek için Lâmia’yı da yanlarına alırlar. Lâmia ay ışığında yapılan bu gezintilerde kendisini Nimet Hanım’ın yerine koyar. Sanki Kenan’la kol kola gezen, öpüşen kendisiymiş gibi heyecan duyar. Lâmia yaşındaki bir kız için keşfedilen ilk ateşli duygulardır bunlar.

Ertesi yıl Nimet Hanım’ın yerini Lâmia alır. Kenan’ın, kendisini çılgınca seven uysal, çekingen bir kız olan Kınalı Yapıncak’ı kollarına alması çok zor olmaz. Lâmia geceleri gizlice Kenan’ı dinlemeye gelir. Ay ışığında kol kola dolaşırlar. Bir gece Kenan Lâmia’yı köşke davet eder. Kurtulmak için kollarında çırpınan, “Bırakınız beni Kenan Bey… Bırakınız… yazık bana Kenan Bey” (s.151) diye yalvaran Lâmia’yı, emeline ulaşmadan bırakmaz. “Genç adam onu daha kuvvetle kollarında sıktı, hemen hemen vahşi bir sesle: ‘Çok geç Kınalı Yapıncak… Çok geç’ dedi.” (s.151)

Kenan için yaşanan bu gecenin hiçbir manevî değeri yoktur. Kalbinde bu geceye dair en ufak bir kıpırdanma olmamıştır. Bu, yaradılıştan gelen doğal bir eğilim, bir erkeğin karşı cinsine duyduğu doğal bir çekimdir. Kenan için genç bir kızı kollarına almanın, elde etmenin değeri bu kadardır. Reşat Nuri, şöhretin insanların duygularını kör ettiğini, tüm değer yargılarını yok ederek düşüncesiz, sorumsuz, bencil, basit bir insan konumuna düşürdüğünü söylemeye çalışır.  Şöhret, Kenan’ın duygularını öylesine kör etmiştir ki, kendisini çılgınca seven Lâmia’nın gözlerindeki saf aşkı görememiştir. Genç kızın Kenan’a verebileceği aşk dolu kalbinden başka bir şeyi yoktur. Kenan, o geceyi hayatına sürülmüş kara bir leke olarak görmektedir. Bu hata sonrasında Lâmia ile evlenmek zorunda olduğunu düşünür. Yarım ağızla, gönülsüz bir şekilde Lâmia’ya kendisiyle mutsuz olacağını, hayatının kararacağını bile bile evleneceğini söyler. Lâmia’nın da her şeyden önce bir insan olduğunu, bir kalp taşıdığını düşünmez. Genç kızın gururunu ayaklar altına alır.

Lâmia, Kenan’ın bu küstah, bencil ve kaba davranışı karşısında, o ana kadarki ürkek, uysal kişilinden sıyrılarak adeta bir tokat niteliğindeki şu sözleri söyler: “Hayır Kenan Bey… Ölsem, hatta siz ölseniz buna imkân kalmadı Kenan Bey.” (s.157) “Ölsem sizinle evlenmeyeceğim.” (s.161) Genç kızlık gururunun; kendini beğenmiş, şımarık bir adamın ayakları altında çiğnenmesine müsaade etmez. Aşkını kalbine gömer. Bu yönüyle Dudaktan Kalbe, sevdiği erkeğe kalbini, aşkını, bedenini veren genç bir kızın, kendisine yapılan haksızlığa boyun eğmeyip isyan edişinin romanıdır.

Kınalı Yapıncak’ın kalbi öylesine kırılmıştır ki, aradan geçen yıllar bile bu kırgınlığın acısını dindirmeye yeterli gelmemiştir. Lâmia, Kenan’ın yaptığı küstahlığı, onun hayatından tümüyle çıkarak cezalandırır. Kendisini Kenan’dan yoksun bırakarak… Kenan her ne kadar, bu ilişkinin sadece dudaklarda yaşandığını, geçici bir yaz macerası, bir gönül eğlencesi olduğunu iddia etse de yıllar Kenan’ı yalancı çıkarır. Lâmia adeta bir zehir olup Kenan’ın dudaklarından kalbine akar. Kenan bir daha da iflah olmaz. Lâmia, Kenan’a verilecek en kötü cezayı vermiş, onu aşkıyla zehirlemiştir.

“Biz birbirimizi seviyoruz sanma Kınalı Yapıncak… Ben senin için güzel bir keman sesinden başka bir şey değilim… Nasıl ki sen de benim için bir tatlı yaz rüyâsından ibaretsin… Bu sevda değil Kınalı Yapıncak… Biraz ince bir gönül eğlencesi, bir heyecan oyuncağı…” (s.140)

“– Sevdayı size kalpte doğup ölen bir şey diye öğretiyorlar Kınalı Yapıncak… Ne fena, ne yanlış bir fikir… Sevdanın kalble hiçbir alâkası yok… Sevda yalnız dudaklarda doğup yaşadıkça bir saadet (mutluluk) olur… Onun dudaktan kalbe zehir gibi işlemesine meydan vermemeli…” (s.142)

Romanın adı olan “Dudaktan Kalbe” sözü, neyin ifadesidir? Şimdi de biraz bunun üzerinde duralım. Dudaktan Kalbe, romanın başından sonuna kadar yaşanan Lâmia-Kenan ilişkisinin iki sözcükle ifadesidir. Reşat Nuri aşkın nasıl bir duygu olduğu üzerinde durur. Romanın baş kahramanı olan Kenan’a göre aşk sadece dudaklarda yaşanmalı, onun bir zehir gibi kalbe inmesine izin verilmemelidir. Peki aşkı sadece dudaklarda yaşamak ne demektir? Aşkın sadece bedensel boyutta yaşanması, bedensel hazla sınırlı kalınmasıdır. Aşkın bedensel ve ruhsal olmak üzere iki boyutu vardır. Kenan’a göre aşk bedensel boyutta yaşanmalı, ruhsal boyuta geçmesine izin verilmemelidir. Bedensel aşkın, diğer bir deyişle dudaklarda yaşanan aşkın özellikleri şunlardır: Gelip geçicidir, gönül eğlendirir, hoşça vakit geçirtir, ayrılınca acı çektirmez, tatlı bir gençlik hatırası olarak tebessümle hatırlanır. Bir insanın hayat boyu tek bir kadına âşık olması, sürekli aynı kişiyi görmesi, her gece aynı rüyayı görmesi doğru değildir. Fakat aşkı sadece dudaklarda yaşamak, zamanla aşkın kalbimize akmasını önlemek insanın elinde midir? İşte bu konu tartışılır. Reşat Nuri, iki sözcükle aşkın tarifini yapar. Yazara göre aşk: Dudaklarda başlayan, kalbe inmesi önlenemeyen zehir gibi güçlü bir duygudur.

Yazarın bu romanda üzerinde durduğu diğer bir tema “evlilik”tir. Kenan’a göre bir erkeğin evlenip mutlu olacağı kadın, Cavidan gibi güzel, çekici, modern, zengin, kibar, sanattan anlayan, kültürlü olmalıdır. Cavidan ile Lâmia kıyaslandığında Cavidan’nın göz kamaştıran gösterişi yanında Lâmia sönük kalır. Lâmia’nın
Kenan’a sunabileceği saf, içten, sevgi dolu bir kalpten başka bir şeyi yoktur. Kenan, Cavidan gibi yüksek tabakadan, gösterişli  bir kadınla evlenince hayatının sonuna kadar mutlu olacağını zannetmiş, fakat yanıldığını anlaması çok uzun sürmemiştir. Cavidan’ın gösterişi Kenan’ın gözlerini kamaştırmış, bunun ötesinde aşk, sevgi, içtenlik, sıcaklık, yakınlık gibi duygulardan mahrum kalmıştır. Bununla beraber çevrelerindeki herkes, Kenan ile Cavidan’ı birbirine yakıştırmış, örnek bir çift olarak göstermiştir. Kenan karısına karşı hiçbir zaman bir yakınlık duymamış, içinden geldiği gibi davranamamıştır. Aralarında her zaman resmî bir nezaket vardır. Evli olmasına rağmen sürekli bir yalnızlık hissi duymuştur.

Reşat Nuri, Kenan-Cavidan evliliğinden hareketle okuyucularına çok önemli mesajlar verir. Yazara göre Kenan-Cavidan evliliği, yanlış bir evliliktir. Yazar, sevgi ve aşkın olmadığı, sadece dış görünüşe, gösterişe, çevredekilerin sözüne aldanarak yapılan evliliklerin mutluluk getirmeyeceğini anlatmaya çalışır. 

Yazarın bu romanda önemle üzerinde durduğu diğer bir konu ise, ait olduğu toplumsal tabakadan farklı bir toplumsal tabakaya geçen, sınıf değiştiren kişilerin yeni yaşamlarını yadırgayacakları, mutlu olamayacaklarıdır. Kenan’ın çocukluk dönemi sıkıntı içinde geçmiştir. Yoksul, ürkek, ezik bir çocuk olan Kenan, Avrupa’ya gidip de ünlü bir sanatçı olunca, toplumsal statüsü birdenbire yükselir. Yaşam tarzı, çevresindeki insanlar değişir. Bu durum Kenan’ın hayata bakışında, değer yargılarında ve kişiliğinde de olumsuz yönde bazı değişmelere yol açar. Şöhret, Kenan’ın gözlerini kamaştırır. Kendisini yüksek, ulaşılmaz bir insan olarak görür. Kenan’ın Lâmia’yı evlenilecek bir kadın olarak görmemesinin altında yatan sebep de budur. Lâmia alt tabakadan olduğu için Kenan’ın gözlerini kamaştırmaz, fakat Cavidan zengin, üst tabakadan bir kadın olduğu için doğuştan sevilmeye, evlenilmeye layık bir kadındır. Kenan evlendikten bir süre sonra, kendisini içinde yaşadığı çevreye yabancı hisseder. Şöhretin etkisi yavaş yavaş azalmaya başlayınca, Kenan yaşantısına ayık kafayla, gerçek gözlerle bakar. Bir anlamda aslına döner. Üzerine giydiği şöhret elbisesini, yüzüne taktığı şöhret maskesini çıkarır. Yanlış yaptığını anlar. Mutluluğu yeniden yakalamak umuduyla ait olduğu çevreye, Bozyaka’ya döner. Fakat bozduğu hayatını bir daha düzene koyamaz.

“Başka bir hayatın başka bir muhitin cazibesine kapıldım. Birkaç sene kendimi başka bir adam sandım, sevdiğimi, mesut olduğumu vehmettim, fakat tabiat hükmünü yapıyor. Bu sarhoşluk gecesinin sabahı başladı. O âlemin bütün avizeleri gözümde söndü.” (s.336)

Reşat Nuri bu romanında gençlere, özellikle anne babalara “meslek seçimi” ile ilgili önemli mesajlar verir. Anne babaların, çocuklarını meslek seçimi konusunda serbest bırakmalarını ister. Çocuklar çok iyi gözlemlenmeli, ilgi ve yeteneklerine uygun bir mesleğe yönlendirilmeli, bu konuda destek verilmelidir. Çocuklarımızın ilgi ve yeteneklerini göz ardı edersek, onları sadece bizim beğendiğimiz, istediğimiz mesleklere yönlendirirsek, çok büyük hata ederiz. Bir insan sevdiği bir mesleği seçtiğinde hem daha başarılı olacak hem de işini keyifle yapacak, mutlu olacaktır.

Dudaktan Kalbe romanında Saip Paşa, yeğeni Kenan’ın derslerinden ziyade keman çalmaya önem verdiğini öğrenince küplere biner. “Bu çocuğa adam olmaz derken yalan mı söylemişim? Mektep hocalarından utanır oldum… Her görüşte şikâyet ediyorlar… Heyamola ile (güçlükle) sınıf geçiyormuş… O da benim hatırım için ha… Aklını kemana vereceğine derslerine verse ne olur?… Artık aklım kesti… Yeğenim çalgıcı olacak, düğünlerde çingenelerle beraber keriz havası çalacak.” (s.41) Kenan, dayısının zoruyla mühendis mektebine gönderilir. İsteyerek gitmediği bu okulu da güç bela bitirir. Yazar burada Saip Paşa’nın meslek seçimi konusundaki dayatmacı tavrını yanlış bulur. Saip Paşa, yeğeninin müziğe karşı olan ilgi ve yeteneğini göz ardı etmiştir. Ağabeyinin aksine Melek Hanım, oğlunun sevdiği mesleği yapması için elinden gelen fedakârlığı yapar. Kıt kanaat geçinmelerine rağmen, konu oğlunun geleceği, mutluluğu, sevdiği mesleği yapması olunca, babasından miras kalan kunduracı dükkânını satar. Kenan, annesinden aldığı bu parayla Avrupa’ya gider, orada hem çalışır hem de konservatuara gider, müzik yeteneğini geliştirir. Nitekim Kenan, dört yıl sonra yurduna tanınmış bir sanatçı olarak döner. Yazar, Melek Hanım’ın oğlunu meslek seçimi konusunda serbest bırakmasını, sevdiği mesleği yapması konusunda onu desteklemesini örnek bir davranış olarak gösterir.

Romanda işlenen diğer bir tema ise “dedikodu”dur. Yazar o dönemde bile halkın dedikoduya olan düşkünlüğünü gösterir. Dedikodu denen illetin insanları suçsuz yere ne kadar güç durumda bıraktığına dikkat çeker. İnsanlara dedikodu yapmanın ne kadar zararlı bir alışkanlık olduğunu hatırlatır. Lâmia, karnında bebekle dul kalınca, insanların ön yargıları yüzünden çok sıkıntı çeker. Haksız yere azarlar işitir. Konu komşu tanımadan, bilmeden duyduklarını süsleyerek Lâmia’nın dedikodusunu yapar. “Kütahya Rıza Bey’e İzmir’den misafir gelen taze dulun hikâyesini çoktan öğrenmişti.  Gizli bir dedikodu halinde aylardan beri dillerde dolaşan bu vak’a nihayet bu adi ayak takımı türküsüyle açığa vurmuş oluyordu.

Bu vak’asız hayatsız küçük şehrin masal ihtiyacı vak’ayı günden güne telleyip pulluyor onu pür heyecan (heyecanlı) bir sergüzeşt (macera) romanı şekline sokuyordu.

Genç kızın dışarı çıkmaması şehre büsbütün merak olmuştu. En umulmayacak kimseler sokaktan geçerken pencerelere bakıyorlar, seyir yerlerinde onu araştırıyorlardı.” (s.197-198)

Lâmia’nın Binbaşı Kemal Bey’den ayrılmasına da yine konu komşunun dedikodusu sebep olur. Kemal Bey dedikodulara kanarak karısı Lâmia’nın, kendisini yeğeni Vedat’la aldattığını düşünür. Ama bunun aslı yoktur. Gerçekte Lâmia kocasını aldatmamıştır. Bir gün Lâmia, Vedat’ın av sırasında yaralandığını duyar. Merakla Vedat’ın kaldığı eve gider. Vedat’a bir şey olmadığını görünce rahatlar. Vedat av sırasında derisini tetiğe kıstırmıştır. Lâmia hemen eve dönecekken, ev sahibi kadın, çay içirmeden kendisini bırakmayacağını söyler, kalması için ısrar eder. Vedat ile Lâmia’yı kendi misafir odasında ağırlar. Isınmaları için odaya bir de mangal getirir. Bir süre sonra mangaldan yayılan dumanla zehirlenirler. Fakat dedikodu yapmaktan büyük bir keyif alan komşular, bu olayı kendilerince yorumlarlar, gönüllerince süsleyip püslerler, bir yuvanın yıkılmasına neden olurlar.“Sürgün doktorla binbaşının karısı bir odaya kapanarak kendilerini zehirlemişler, kucak kucağa ölmek istemişler” (s.276)

III.  Dudaktan Kalbe Romanının Özeti  (Olay Örgüsü)

Birinci Kısım

Meslek yaşamına noktayı koyduktan sonra kendisini tam anlamıyla üzüm yetiştiriciliğine veren Münir Bey, çoğu kendi icadı olan üzüm cinslerini tanıtmak amacıyla bir sergi açmıştır. Münir Bey, beş altı günlüğüne kızı Cavidan’la birlikte kendisine misafir olan Vefik Paşa’ya kendi yetiştirdiği üzümlerden ikram eder, üzümler hakkında bilgiler verir.

Vefik Paşa, sanata ve eğlenceye düşkün, gezmeyi seven, kibar bir adamdır. Gittiği her yere kızını da beraberinde götürür. Babasının serseri yaşantısı yüzünden Cavidan tam bir eğitim göremez. Fakat sanata, edebiyata dair göstermelik bir bilgiye sahiptir. Çekici, güzel bir kızdır.

Cavidan ay ışığı altında bağların içinde dolaşırken kulağına çok güzel bir keman sesi geldiğini söyler. Meçhul kemancının şu sıralar gayet meşhur olan “Şark Noktürnü”nü ustalıkla çaldığını belirtir. Münir Bey, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, çünkü bu parçayı bizzat bestekârı Kenan Bey’den dinlediğini, onun Bozyaka bağlarından çıkmış, daha sonra Avrupa’da meşhur olmuş bir sanatkâr olduğunu söyler. Kenan’ın, bağ komşusu Saip Paşa’nın yeğeni olduğunu, iki gün önce geldiğini, Suriyeli bir arkadaşına ait bir operayı bestelemek için çalıştığını belirtir. Cavidan ile babası, genç bestekârla tanışmak için can atarlar, hep birlikte Kenan’ın yanına giderler. Kenan, Şem’i Dede’nin yanına gitmiştir. Şem’i Dede, Kenan’ın müzik sevgisini ilk kendisinden aldığını söyler, ney’i ile konuklarına bir şeyler çalar.

(Yazar zamanda geriye giderek Kenan’ın annesi Melek Hanım’ın çocukluğundan itibaren anlatmaya başlar.)

Melek, yemiş tüccarı Selahattin Efendi’nin son çocuğudur. Dört erkek çocuktan sonra geldiği için babasının Melek’e olan düşkünlüğü fazladır. Melek on dört yaşına gelir, güzel, çekici bir kız olur. Çok sayıda isteyeni olmasına rağmen, babası hiçbir damat adayını kızına layık görmez. Melek, gönlünü babasının kâtiplerinden İstanbullu fakir bir gence kaptırır. Babası ve ağabeyleri bu genci, sicilinde hırsızlık lekesi bulunduğu, eğlenceye düşkün olduğu ve ud çaldığı için beğenmezler. Nail adındaki bu genci hemen işten kovarlar, Melek’i de halasının yanına gönderirler. Fakat birbirine gönül bağıyla bağlanmış, sevdalı iki genci ayıramazlar. Nail ile Melek kaçarak nikahlanırlar.

Selahattin Efendi ve oğulları, kendilerine sürdüğü bu leke yüzünden Melek’i ölmüş farz ederek, bir daha onun adını bile anmamaya karar verirler. Selahattin Efendi’nin katı yüreği ölmek üzereyken dahi yumuşamaz. Servetinin büyük bir kısmını dört oğluna bırakır, kızı Melek’e ise, sadece Tilkilik’te küçük bir ev ile küçük bir kunduracı dükkanı bırakır.

Melek Hanım, çektiği onca sefalete rağmen yaptıkları için pişmanlık duymaz. Kenan ve Afife adlarında iki çocuğu olur. Nail, karısını ve çocuklarını mutlu edebilmek için kasaba kasaba dolaşır, bir memuriyetten ötekine atlar, adeta kendisini paralar. Fakat bir türlü dikiş tutamaz. Sıkıntılarını unutmak için kendisini içkiye verir. Hırsızlık yapmadan para kazanmanın mümkün olmadığına kanaat getirir. Bir süre sonra hırsızlık suçundan hapse düşer. Melek Hanım iki çocuğuyla sokakta kalır, açlık ve sefaletle boğuşur.

Büyük ağabeyi Saip Paşa, kocasından boşanması koşuluyla kendisini affetmeye hazır olduklarını söyler. İzmir’e geldikten sonra kocası Nail’in adı bir daha anılmaz. Bir sene sonra jandarmalar, kocasına ait bir bavul getirirler. Kocası ölmüştür. Melek Hanım, oğlu Kenan’a babasından yadigar altın kaplamalı bir saat ile sedef kaplı bir çakı verir.

Saip Paşa, delilik derecesinde makam hırsı olan bir adamdır. Kız kardeşini evine kabul etmiş olmasına rağmen ona olan kin ve öfkesi geçmemiştir. Melek Hanım ve çocukları, ağabeyinin zengin konağında diken üstünde bir yaşam sürerler, mutlu olamazlar.

Bir gün konakta Saip Paşa’nın cebinden oldukça değerli bir altın saat çalınır. Kenan, uyku sersemi, dayısının huzuruna getirilir. Evde bir hırsızın oğlu varken, başka bir şüpheli aramaya gerek yoktur. Birkaç dakika sonra, Saip Paşa’nın karısı kaybolan saati getirir. Saatin, yeleğin sökük cebinden kumaşla astar arasına kaymış olduğunu söyler. Melek Hanım, bu küçük düşürücü olaydan sonra, ağabeyinin konağında daha fazla kalamayacağını anlar. Çocuklarını alarak babasından miras kalan Tilkilik’teki küçük evine gider.

Kendi evlerinde fakir olmalarına rağmen daha mutlu ve huzurlu yaşarlar. Kenan okula gitmektedir, fakat derslere karşı pek ilgisi yoktur. Kenan’ı heyecanlandıran tek şey müziktir. Evlerinin yakınlarında bir tekkede âyinden sonra fasıllar yapılır. Burada ihtiyar bir binbaşı, udunu çalmaya başladığı zaman, Kenan başka dünyalara yolculuğa çıkar. Babasından kalan eski, kırık udu bu heyecanla çalmaya başlar, fakat beceremez.

Ailesinin başına gelen felaketler, fakirlik, acizlik Kenan’ın iç dünyasında derin yaralar açar. Kenan, sanki hayata darılmış, ürkek, kırılgan bir çocuk olmuştur. Hayatta bir şeyleri elde etmek istemez, hiçbir şeye hakkı olmadığını düşünür. Melek Hanım, hem çocuklarını eğlendirmek hem de ağabeyinin gönlünü almak amacıyla her sene bağbozumuna doğru Bozyaka’ya gider. Kenan, üzerindeki uyuşukluğu burada atar, neşeli, hareketli bir çocuk olur. Bağların içinde dolaşmaktan, topraklarda yuvarlanmaktan keyif alır.

Kenan Bozyaka’da kendisine bir de arkadaş bulur. Bu yakın arkadaşı, kendisinden kırk yaş büyük olan Şem’i Dede’dir. Şem’i Dede, yıllar önce Bozyaka’ya gelerek kendisine birkaç dönüm bağ satın almış, iki odalı taş bir kale yaptırmış, çocuğu yerine koyduğu üç beş keçisiyle yaşam süren yaşlı bir adamdır. Şem’i Dede, ruhsal yönden kendisine benzeyen Kenan’ı çok sever. Kenan, bu yaşlı ve sevimli arkadaşından müzik sevgisini, hayal kurmayı öğrenir. Güneşten bunaldıkları saatlerde, kendilerine kalabalıktan uzak, gölgelik, karanlık mekanlar ararlar. Bu ıssız köşelerde Şem’i Dede’nin çaldığı ney’in büyüsüyle, hayaller kurarlar, başka dünyalara giderler.

Kenan’ın müziğe olan ilgisi her sene artarak devam eder. Komşu evlerden birine, çok iyi keman çalan Mesut Bey adında biri taşınır. Kenan’daki müzik yeteneğini fark eden Mesut Bey, haftada birkaç saat Kenan’a keman dersi verir. Saip Paşa, yeğeninin keman çaldığını duyunca küplere biner. Onun derslerine karşı ilgisizliğinden yakınır. “Yeğenim çalgıcı olacak, düğünlerde çingenelerle beraber keriz havası çalacak.” (s.41) Saip Paşa’ya göre hayatta önemli olan şeyler; mevki sahibi olmak, zengin olmak, güçlü olmaktır. Sanata karşı duyarlı biri değildir.

Kenan, Bozyaka’da henüz on yedi yaşındayken Leyla adında bir kıza âşık olur. Onu deliler gibi sevmesine rağmen ona bir türlü açılamaz. Kendisinin, bu zengin kızına layık olmadığını düşünür. Leyla kalbini Kenan’a açar, kendisiyle ilgilenmesi, bu inadından vazgeçmesi için adeta yalvarır. Leyla, tıpkı diğer âşıklar gibi Kenan’la kol kola gezip eğlenmek ister. Hatta Kenan’la nişanlanmayı, evlenmeyi bile düşünür. Kenan, gönlü sevda ateşiyle yanıp kavrulurken, kollarına atılmak için can atan sevgiliyi bırakarak kaçar.

Saip Paşa, kendi gözünde tembel biri olan yeğeni Kenan’ı meslek
edinmesi için disiplinli bir okula yazdırmak ister. Bu konuda kendisine yardımcı olması için bağ komşusu Münir Bey’e ricada bulunur. Münir Bey’in aracılığıyla Kenan, İstanbul’a mühendislik mektebine gönderilir. Oldum olası derslerle arası iyi olmayan Kenan, mühendislik mektebini de güçlükle bitirir. Fakat keman çalma yeteneğini iyiden iyiye geliştirir. Kız kardeşi Afife, bir tüccarın oğluyla evlenir.

Kenan, okulu bitirmiştir fakat, bir tanıdığı olmadığı için İstanbul’da iş bulamaz. Arkadaşlarının önerisiyle okullarda keman hocalığı yapmaya başlar. Fakir mahallelerinde özel keman dersleri verir. Sırf şekle önem veren, sanat duyarlılığından yoksun olan okul müdürleriyle tartışır. Öğrencilere bağırtarak marş söyletmediği, törende okulun kurdelesini takmadığı, oğlunun sünnet töreninde keman çalmayı reddettiği için müdürleriyle ters düşmüş, görevinden uzaklaştırılmıştır.

Fakir mahallelerde verdiği özel keman dersleriyle geçinmeye çalışır. Fakat burada da istediği saygınlığı göremez. Şımarık, yeteneksiz öğrencilere, velilerin kendisini basit bir hizmetçi konumuna düşüren küstahça ve aşağılayıcı sözlerine uzun süre katlanamaz. Kenan, Kütahya’da yol mühendisi olarak göreve başlar. İstanbul’dan, keman çalgıcılığı sefaletinden kurtulduğu için sevinmektedir. Arkadaşlarının gönlünü hoş etmek için ara sıra onlara keman çalar. Fakat onlar, Kenan’ı kasaba çalgıcısı konumuna düşürürler.

Bir gün, Kenan okul arkadaşı Cevat’tan bir mektup alır. Cevat, tahsil için gittiği Avrupa’da yerleşmiş, ticaret hayatına atılmış, para kazanma yollarını öğrenmiştir. Kenan’ın keman çalmada ne kadar yetenekli olduğunu bilmektedir. Arkadaşını yanına çağırarak konservatuara gidip bu yeteneğini geliştirebileceğini söyler. Avrupa’ya gitmeyi çok isteyen Kenan, gerekli parayı bulmanın imkansız olduğunu bildiği için derin bir karamsarlığa düşer. Oğlunun bu halini gören Melek Hanım, oğlunun geleceği ve mutluluğu için babasından miras kalan dükkanı satar.

Saip Paşa, yeğenine güvenmemektedir. Kenan’ın Avrupa’da tutunamayacağını, dükkanın parasını kısa sürede yiyip bitireceğini, geri döneceğini söyler. Fakat böyle olmaz. Kenan, Avrupa’da dört sene kalır. Hem çalışır hem de iş dışındaki tüm vaktini müziğe, sanata ayırır. Kendisini günden güne geliştirir. Verdiği ilk konser, herkes tarafından çok beğenilir. Sevilen, tanınan, meşhur bir sanatçı olur. “Şark Leyliyeleri” adlı eseri, hemen her yerde aylarca dinlenir.

Talih, Kenan’ın yüzüne gülmeye başlamıştır artık. İstanbul’a döndükten sonra, eskiden olduğu gibi yine özel ders vererek yaşamını sürdürmek ister. İstanbul’un soylu ve kibar hanımları Kenan’dan ders alabilmek için sıraya girer. Umduğundan fazla para kazanır. Gördüğü bu yoğun ilgiden sonra Kenan’ın üzgün, suskun, çekingen hali geride kalır, neşeli, canlı biri olur. Hatta şöhretin etkisiyle bir parça da şımarır.

Kenan hem yeni eseri üzerine yoğunlaşmak hem de annesi ile kız kardeşini görmek amacıyla Seydiköy’e gitmeyi düşünür. Fakat dayısı Saip Paşa’nın ısrarlı daveti üzerine Bozyaka’ya gider.

(Zamanda geriye dönüş burada sona erer, romanın gerçek zamanına gelinir.)

Kenan, Cavidan’la babası Vefik Paşa üzerinde olumlu bir izlenim bırakmış, Cavidan’ın güzelliği karşısında adeta büyülenmiştir. Vapurda vedalaşırken oldukça zorlanır.

Kenan’ın Avrupa’da küçük çapta gönül maceraları olmuştur, fakat Leyla’yı kollarına almamış olmanın acısını kalbinin derinliklerinde sürekli duymuştur. İzmir’e geldiği gün, evli bir kadın olan Nimet Hanım’ı görmüş, beğenmiştir. Sonra Cavidan’ı görmüş, Cavidan’ın güzelliği karşısında Nimet Hanım’ın hayali sönük kalmıştır.  Kenan, Cavidan’ı uğurladıktan sonra, ela gözlü bir İtalyan artistin kollarına gider.

Kenan’a göre aşk, sadece dudaklarda yaşanmalı, kalbe inmesine asla izin verilmemelidir. “Anlıyorum ki Leyla beni vaktiyle çok yıkmış, kalbimi harabeye çevirmiş… Sevda şimdi kalbimden dudaklarıma çıktı… O artık birini ötekinin unutturduğu buselerle bir nağme, bir tebessüm gibi yalnız dudaklarımda yaşayacak… Mamafih (bununla birlikte) belki mesut olmak için de asıl çare budur: Sevdayı dudaklardan öteye bırakmamak, zehir gibi kalbe inmesine meydan vermemek.” (s.65)

Kenan Avrupa’dan tanınmış bir bestekâr olarak dönünce dayısının kendisine karşı olan tavırları da bütünüyle değişir. Saip Paşa, hatırlı misafirlerini ağırladığı “merasim köşkü”nü yeğeni için hazırlatır. Kenan’ın her türlü ihtiyacıyla yakından ilgilenir, onu yere göğe sığdıramaz. Kenan yaramaz çocuklar gibi dere tepe dolaşır, keçi yavrularını kovalar. Yaşayamadığı, içinde kalan çocukluğunun acısını çıkarır.

Bu arada Nimet Hanım’la olan gönül macerasında da gelişmeler olur. Kenan, kitap isteme bahanesiyle köşkün kapısına gelen Nimet Hanım’ı çapkınca bir sevecenlikle kendisine çekerek, yanaklarından öper. Nimet Hanım kahkahayla gülerek uzaklaşır.

Nimet Hanım bir gün, yanında  on dört – on beş yaşlarında, sarışın, küçük bir kız çocuğuyla Kenan’ın yanına gelir. Asıl adı Lâmia olan bu kızı yüzündeki çillerden dolayı “Kınalı Yapıncak” diye çağırmaktadır. Kınalı Yapıncak ile Kenan’ı tanıştırır. Lâmia, anne ve babasını kaybedince yalnız kalmış, amcası Şükrü Bey’in yanına gelmiştir. Nimet Hanım, Kenan’ın yanına gelirken Lâmia’yı da yanında getirir. Kenan, rahat hareket edemediği, Nimet Hanım’la yalnız kalamadığı için bundan şikayetçidir. Nimet Hanım, çevredekilerin dikkatini çekmemek için küçük kızı yanında getirdiğini söyleyince, ses çıkarmaz.

Kınalı Yapıncak, genç âşıklarla birlikte olmaktan büyük bir heyecan duyar. Kenan ile Nimet Hanım arasındaki aşk, Lâmia’nın hayal dünyasını bütünüyle kaplar. Gece gündüz onları düşünür. Öyle ki, kendisini Nimet Hanım’ın yerine koyar. Sanki Kenan’la kol kola gezen, onun kollarına atılan, öpüşleriyle titreyen kendisidir. Nimet Hanım ile Kenan’ın sonunda ayrılacak olmalarına üzülür, ağlar.

“Her gittikleri yere onu da götürdükleri için pek memnundu. Onları gücendirmek, sevdalarının havasından uzak yaşamak korkusu kalbini titretiyordu.

Bir akşam Kırkçamlar’da fazla gecikmişlerdi. Yola çıktıkları vakit ortalık epeyce kararmış, ay doğmuştu.

Lâmia elinde Nimet Hanım’ın şemsiyesiyle önden yürüyor, onların arkada gittikçe adımlarını yavaşlattıklarını hissediyordu.

Kınalı Yapıncak başını çevirmiyordu. Fakat onların arkadan vuran ay ışığıyla yola düşmüş gölgelerini görüyordu. Gölgeleri gittikçe birbirine yaklaşıyor, Kenan’ın kolu Nimet Hanım’ı belinden sarıyor, genç kadının başı arkadaşının omuzuna düşüyordu. Bir yol köşesinde büsbütün durdular. Gölgeler soldaki metrûk (terk edilmiş) bir kulenin yıkık duvarı üstüne bir sinema levhası vuzûhuyla (açıklığıyla) aksetmişti.

Lâmia Kenan’ın Nimet Hanım’ı bileklerinden tutarak göğsüne doğru çektiğini genç kadının bitap (yorgun) bir teslimiyetle arkaya düşen başını tekrar tekrar öptüğünü gördü. Küçük kız bir şey belli etmemeye çalışarak yürürken eli ayağı titriyor, bu buseler (öpücükler) kendi yüzüne, kendi dudaklarına dokunmuş gibi heyecanlı
isyanlar, heyecanlı ürpermelerle için için sarsılıyordu.” (s.84)

Kenan, eseri üzerinde yoğun bir şekilde çalışmaya başlar. Lâmia, hemen her gece gizlice bağların içinden geçerek Kenan’ın kemanıyla çaldığı hüzünlü parçaları dinlemeye gelir. Bir gece Kenan’a yakalanır. Kenan, bu yaşta bir kız çocuğunun gecenin bu vaktinde yatağında uyuyor olması gerekirken, tek başına karanlık bahçelerin içinde dolaşmasına bir anlam veremez. Lâmia’yı köşke davet eder. Piyanonun başına geçer ve genç kızın en çok beğendiği parçayı çalar. Kenan Kınalı Yapıncak’ın çilli yanaklarının ıslandığını görür.

Bağlarda sesler kesilip, ışıklar söndükten sonra Kenan’ı dinlemeye gelmek Kınalı Yapıncak için bir alışkanlık haline gelir. Kenan çalışmasına ara verdiğinde Lâmia ile konuşur, dertleşir. Geceleri Lâmia’yı görmeye iyiden iyiye alışan Kenan, genç kızdan ilham alarak eseri üzerinde keyifle çalışır.

Ekim ayının ortalarına doğru bağ sezonu biter, göç hazırlıkları başlar. Lâmia İzmir’e, Kenan İstanbul’a dönecektir. Lâmia’nın kalbini bu ayrılığın hüznü kaplar. Vedalaşırken Kenan’dan üzerinde çalıştığı eserin en güzel parçası olan bir ninniyi Nimet Hanım için çalmasını ister. Kenan, bu parçayı Nimet Hanım için değil, kendisi için çalacağını söyler. Fakat verdiği sözü unutur.

Kenan’ın bestelediği opera sahnelenir. Eser istenilen başarıyı yakalayamaz, fakat Kenan bu eseriyle tanınmış sanatçılar arasında kendisine yer edinir. Operanın ilk sahnelendiği gece, Vefik Paşa bir sürpriz yaparak Kenan ile Cavidan’ın nişan yüzüklerini takar. Nişan öncesinde Kenan ile Cavidan arasında mesafeli bir arkadaşlıktan öte hiçbir şey yaşanmamıştır. Vefik Paşa nişandan sonra Rumeli Hisarı’ndaki küçük yalısını Kenan’a tahsis eder. Kızı Cavidan’la birlikte yarım kalan bir miras davasını sonuçlandırmak üzere Mısır’a giderler. Kenan ise Yalıya kapanarak kendisini “Siyah Yıldızlar” adlı operayı bestelemeye verir.

“Siyah Yıldızlar” adlı operada konu olarak hükümdarın zevcelerinden birini seven bir şehzadenin yakalandıktan sonra sevgilisini ele vermemek için kendi gözlerini feda etmesi işlenir.

(“Siyah Yıldızlar”: Genç bir şehzade, hükümdarın gizli bir kalede sakladığı on iki zevcesinden en küçüğüne gönlünü kaptırır. Şehzade ile genç sultan arasında ateşli bir sevda başlar. Çoğu gece gökteki yıldızlar birbirine âşık bu gençleri seyre dalar. Bir gece hükümdarın askerleri etraflarını sarar. Genç şehzade binbir güçlükle sevgilisini kaçırmayı başarır, ancak kendisi yakalanır. Kendisine yapılan şiddetli işkencelere rağmen sevgilisinin hangi sultan olduğunu inatla saklar. Zindana atılır.

Sonunda şehzadeyi konuşturmak için bir çare bulunur. Hükümdarın on iki zevcesi sırasıyla şehzadenin önünden geçirilecek, sevgilisini gördüğü anda gözlerindeki parıltı şehzadeyi ele verecektir.

On iki sultan sırayla genç şehzadenin önünden geçirilmeye başlanır. Hükümdar kıskanç ve meraklı gözlerini şehzadeye diker. Sultanlar sırayla geçer. Sıra en küçük sultana, şehzadenin sevgilisine gelir. Fakat genç şehzadenin gözlerinde en ufak bir heyecan kıpırtısı görülmez.

Hükümdar, zevcelerinin suçsuz olduğunu, askerlerinin hayal görmüş olduklarını söyleyerek şehzadeyi serbest bırakır.

Genç şehzade bir gece önce, sevgilisinin güzel yüzünü gördüğünde kendisini ele vereceği korkusuyla asasıyla gözlerine mil çekmiştir. Sevgilisinin canını tehlikeye atmamak için gözlerinin ışığını kendi eliyle söndürmüştür.)

Kenan arkadaşlarıyla gezip eğlenirken gayet neşeliyken eseriyle baş başa kaldığında üzerine garip bir ağırlık çöker, isteksizlik duyar. Kitaplarını düzenlerken Gözüne Lâmia’nın bir mektubu ilişir. Mektubu okuduktan sonra kalbini kaplayan heyecanla gözlerini kapatır; Kınalı Yapıncak’ı, Bozyaka bağlarını hayal eder. Hemen İzmir’e gitmeye karar verir.

Lâmia bir gece yatmak üzereyken, açık kalan pencereden içeriye gelen keman sesini duyar. Geçen yıl sabaha kadar ağlayarak beklediği, fakat bir türlü dinleyemediği ninniyi dinlemeye başlar. Kenan merasim köşküne gelince, duvarda Lâmia’nın geçen yıl ayrılacakları vakit bıraktığı çiçek demetini görür, genç kıza verdiği sözü hatırlar. “Yalnız Kınalı Yapıncak’ın ninnisini çalıp kesmek istediği halde kendini tutamıyor; âşık bir dağ çobanı gibi havadan havaya atlıyor; sade, masum, sanatsız, fakat bir gönül gibi hudutsuz rüyalar, doyulmaz iniltilerle dolu şeyler çalıyordu.” (s.121)

Kenan, Kınalı Yapıncak’ı geçen seneye göre büyümüş, güzelleşmiş bulur. Lâmia’nın büyüleyici güzelliğine kapılmaktan kendisini alamaz. Lâmia ile daha çok vakit geçirmeye başlar, ona gönül okşayıcı sözler söyler. Kenan ile Lâmia arasındaki yakınlık her geçen gün biraz daha artar. Kenan, önceleri ay ışığı altında Nimet Hanım’la dolaştığı yerlerde şimdi Lâmia ile dolaşmaya başlar. Kenan kimi zaman Lâmia’ya karşı içinde uyanan heyecanlı düşüncelerden dolayı kendisini suçlar. “Zavallı Kınalı Yapıncak… Fakat ben de ne şerir (fesat, kötü) ne berbat bir adam oldum yarabbi!… Bir genç kızla… Hattâ buna genç kız bile denmez… Bir kız çocuğuyla bu kadar oynamak fena, tehlikeli bir hareket…” (s.133) “… hemen hemen kızım olacak yaşta bir çocuk kalbiyle bu kadar oynamak hem günah, hem tehlikeli…” (s.134)

Lâmia, Kenan’ın hiçbir sözüne karşı gelmez. Saf ve tecrübesizdir. Kenan, genç kızı yakınında, kollarında görünce onun büyüsüne kapılıverir. Lâmia bu durumdan şikayetçi değildir, onun yanında olmaktan önemli bir şey yoktur. Geceleri herkes uyuduktan sonra gizlice buluşup saatlerce kol kola dolaşırlar. Kenan köşke döndüğünde “Siyah Yıldızlar” adlı eseri üzerinde çalışır.

Kenan’a göre aşk, kısa süreli bir gönül eğlencesidir. Sevdanın bir ömür sürmesi mümkün değildir. Sevda sadece dudaklarda yaşanmalı, sevdanın dudaktan kalbe zehir gibi akmasına izin verilmemelidir. Fakat Lâmia aksini düşünmektedir. Kenan’ın mavi gözlerinden aldığı sevda parıltıları çoktan kalbine akmaya başlamıştır.

“– Ne dedin Kınalı Yapıncak… Beni hiç mi unutmayacaksın? Saçlarının sarı telleri birer birer ağarıncaya kadar beni kalbinde mi saklayacaksın? Bunlar cahil dadı, sütnine masallarına mahsus yanlış, gülünç fikirler çocuğum… Sevdayı size ne fena, ne yanlış öğretiyorlar? Biz birbirimizi seviyoruz sanma Kınalı Yapıncak… Ben senin için güzel bir keman sesinden başka bir şey değilim… Nasıl ki sen de benim için bir tatlı yaz rüyâsından ibaretsin… Bu sevda değil Kınalı Yapıncak… Biraz ince bir gönül eğlencesi, bir heyecan oyuncağı… Bunda hiçbirimizin kastı, günahı yok… İlk defa seni nasıl kollarıma aldığımı aklına getir… Bu söğütlerin akarsulara eğilmesi, asmaların çardaklara tırmanması, gece böceklerinin lâmbanın ışığına üşüşmesi gibi düşüncemiz, irademiz dışında oldu… İçimizden böyle geldi,  ne yapalım?… Biz birbirimizi sevmiyoruz Lâmia… Bu üç aylık küçük eğlence bütün bir hayatı baştan başa kaplayan uzun, derin sevdalardan daha tatlıdır…” (s.140)  (…)

“– Sevdayı bin türlü kayda esir ediyorlar, muayyen (belirli) bir ömrü olan bir hissi zorla hapsetmeye çalışıyorlar, hep aynı şeyi sevmek için
müebbet vefa yeminleri veriyorlar… Daima aynı şeyi düşünmek, aynı hâtıraya bağlı kalmak ne fena… Bir keman düşün ki hep aynı sesleri tekrar ediyor… Bir rüya tasavvur et ki (düşün ki) her gözlerimizi kapadığımız vakit aynı renklerle, şekillerle uyanıyor…” (s.141) (…)

“– Sevdayı size kalpte doğup ölen bir şey diye öğretiyorlar Kınalı Yapıncak… Ne fena, ne yanlış bir fikir… Sevdanın kalble hiçbir alâkası yok… Sevda yalnız dudaklarda doğup yaşadıkça bir saadet (mutluluk) olur… Onun dudaktan kalbe zehir gibi işlemesine meydan vermemeli…” (s.142)

Kenan, şiddetli bir boğaz nezlesine tutulan Lâmia’yı üç gündür göremediği için biraz keyifsizdir. Saip Paşa’nın ısrarıyla bir bağ eğlencesine katılır. Bir fırsatını bulup erkenden kaçar. Merasim köşküne geldiğinde Lâmia’nın kendisini beklediğini görür. Odasının penceresini kapatırken kalbini müthiş bir heyecan kaplar. Kendisini bir türlü sakinleştiremez. “Etraftaki ağaçlar, gece, kapalı pencereler bu odaya tehlikeli bir yalnızlık, gizli bir aşk yuvası mahremiyeti veriyordu.” (s.147) Lâmia’nın çekim alanından sıyrılıp zihnini dağıtabilmek için piyanonun üzerinde duran Cavidan’a ait bir mektubu eline alır. Fakat o anda bu mektup gözüne çok hissiz, değersiz görünür. Lâmia’ya nişanlısı Nâzım Bey hakkında sorular sorar. Fakat ne yapsa boşunadır, zihninde Lâmia’dan başka bir şey düşünemez.

Tam bu sırada dışarıdan, dayısının sesi gelir. Kenan haber vermeden kaybolduğu için kendisini merak etmiştir. Lâmia içerideki odaya saklanır. Kenan başının ağrıdığını söyleyerek dayısını köşkten uzaklaştırır. Lâmia gitmek için kapıya yönelir, fakat kendisini bir anda Kenan’ın kollarında bulur. Kenan bir kuş misali kollarında çırpınan Kınalı Yapıncak’ın kaçmasına izin vermez, onu sımsıkı sarar.

“Lâmia… kendini kurtarmaya çalışıyor: ‘Bırakınız beni Kenan Bey… Bırakınız… Gideceğim’ diyordu. Sonra mehtap gecesindeki gibi gözlerinde iki büyük yaş damlasıyla ‘yazık bana Kenan Bey’ diye yalvardı.

Genç adam onu daha kuvvetle kollarında sıktı, hemen hemen vahşi bir sesle: ‘Çok geç Kınalı Yapıncak… Çok geç’ dedi.” (s.151)

Kenan, küçük bir çocuk olarak gördüğü Lâmia için uzunca bir süredir nefsiyle mücadele etmiş, nihayet nefsine yenik düşmüştür.

Kenan o gece sabaha kadar uyuyamaz. Hayatını kendi eliyle mahvettiğini, geleceğini yok ettiğini düşünür. O geceden sonra, Lâmia ile evlenmek zorundadır. Son derece karamsar ve ümitsiz bir ruh haliyle nişanlısı Cavidan’a bir mektup yazar. Nişanlısı olma hakkını kaybettiğini, düşmüş, utanılacak bir adam olduğunu, yaptığı bir hata yüzünden sefil bir yaşam sürmeye mahkûm olduğunu, fakat her şeye rağmen kendisini uzaktan uzağa sevmeye devam edeceğini söyler.

Kenan o gece dengesini kaybeder,  yere düşer, düşerken de başını çarpar. Sabahleyin hizmetçi, Kenan’ı piyanonun önünde baygın bir halde görünce epey bir telaş yaşanır. Koşuşturma esnasında Lâmia, masanın üzerindeki mektubu görür. İçinde başkalarının bilmemesi gereken şeylerin olabileceği düşüncesiyle mektubu alır. Kenan üç gününü yatakta geçirdikten sonra ayağa kalkar.

Kenan, Lâmia ile yaşadığı şeyin bir anlık bir hatadan ibaret olduğunu, zorunlu olduğu için kendisiyle evleneceğini söyler. Lâmia’yı cahil, basit biri konumuna düşürür. Kendisine hem kalbini hem de bedenini vermiş Lâmia’nın genç kızlık gururunu hiçe sayar, onu değersiz bir eşya gibi görür.

Lâmia, Kenan’ın önce kemanına, sonra mavi gözlerine ölesiye vurulmuş, onu tutkulu bir aşkla sevmiştir. Fakat Kenan’ın gözünde fakir, cahil bir kız olduğu için sevilmeye, evlenilmeye layık değildir. Lâmia’nın, ünlü kemancıya verebilecek, saf bir aşkla dolu kalbinden başka bir şeyi yoktur. Kenan’ın gözünde aşkın, sevginin bir kıymeti yoktur. Kenan’ın sevip evlenebileceği kadın, Cavidan gibi zengin, modern, gösterişli bir kadın olmalıdır. Şöhret adeta Kenan’ın gözlerini kör etmiş, yaşadığı bu güzelliği, saf aşkı görmesine engel olmuştur.

Lâmia, Kenan’ın nişanlısı Cavidan’a yazdığı mektubu okur, Kenan’ın kendisi hakkındaki düşüncelerini öğrenir. Onun gözünde ne kadar değersiz olduğunu, üzülerek anlar. Lâmia, Kenan’a kara sevdalı olmasına, onu çılgınca sevmesine rağmen, kendisini hayat boyu taşınacak ağır bir yük, başına gelen bir bela, bir bahtsızlık olarak gören bu adama yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla karşılık verir. Kenan’ın bu aşağılayıcı tavrına isyan eder, kendisiyle asla evlenmeyeceğini söyler.

“– … Bir felâkete uğradık… Bunun neticesi olarak hayatımızda bazı zarurî tebeddüller (değişiklikler) olacak… Artık tabiî nişanlınızdan ayrılmanız lâzım gelecek… Ben de çok acı olmakla beraber kendi nişanlımdan ayrılıyorum…” (s.155) (…)

“– Kenan Bey beni ne kadar küçük, ne kadar hakir görüyorsunuz… Benim de bir genç kız olduğumu, benim de başkaları gibi bir kalbim bir izzet-i nefsim olduğunu niçin düşünmek istemiyorsunuz?” (s.156)

“– Hayır Kenan Bey… Beni lüzumundan fazla değil hiç görmeyeceksiniz… Çünkü ben sizin zevceniz olmayacağım. Ölsem, hatta siz ölseniz buna imkân kalmadı Kenan Bey.”  (…)

“– Niçin anlamak istemiyorsunuz Kenan Bey? Ben size layık değilim… Biliyorum… Size zevce olmayı vallahi ben bir dakika aklımdan geçirmedim.” (s.157)

“– Benimle mesut olmanıza imkân yok Kenan Bey… Bir kere bu mektup gönlüme öyle bir yara açtı ki dünyada iyi olmaz… Sonra ben sizi nasıl mesut ederim… Ben cahil, fakir, biçare bir kızım… Hangi meziyetim için beni isteyeceksiniz, bütün ömrünüzü bana vereceksiniz? Mektubunuzda çok doğru söylüyorsunuz… Benimle hayatınız sefil olur… Size gönlümden başka verecek bir şeyim yok ki Kenan Bey. O kafi gelseydi sizi herkesten ziyade mesut ederdim ama ne çare. Yazık…” (s.158)

Kenan, Lâmia ile evlenmek zorunda olmadığı fikrine yavaş yavaş kendisini alıştırır. Böylelikle hayatını mahvetmeyecek, çok sevdiği nişanlısı Cavidan’dan ayrılması gerekmeyecektir. Lâmia, mutsuz edeceğini bile bile kendisiyle evlenmesinin doğru olmayacağını, her şeye rağmen kendisini sevmeye devam edeceğini söyler. Kenan, kendisini böylesine güçlü duygularla seven Kınalı Yapıncak’ın ıslak gözlerine ve alnına veda busesi kondurur.

İkinci Kısım

Lâmia’nın nişanlısı Nâzım’dan Şükrü Bey’e bir mektup gelir. Nâzım, yüzbaşılığa terfi ettiğini, bir aya kadar İzmir’e gelip düğün yapmayı düşündüğünü söyler. Lâmia, nişanlısının evlenmek üzere geleceğini duyunca ne yapacağını şaşırır. Amcası Şükrü Bey’in revolveriyle intihara kalkışır. Enise teyzesinin ısrarına dayanamaz, tanımadığı bir tütün kolcusundan hamile kaldığı yalanını uydurur. Şükrü Bey bu rezaletin duyulmasını önlemek için Lâmia’yı Kütahya’daki ağabeyinin yanına göndermeye karar verir. Şükrü Bey olan biteni tüm açıklığıyla anlattığı bir mektubu Nâzım’a gönderir.

Enise teyzesinin evde olmadığı bir gün, Meftune Hanım adındaki yaşlı bir kadın gelir. Lâmia’ya, başına gelenlerden haberdar olduğunu, elli yaşlarında bir kereste tüccarı olan Namık Bey’in evlenme teklifini getirdiğini söyler. Başına gelen
talihsizliğin bu kadar hızlı yayılması karşısında korku ve dehşete düşen Lâmia, yaşlı kadını apar topar evden kovar.

Şükrü Bey, yeğeni Lâmia’yı bir jandarma yüzbaşısının eşliğinde Kütahya’ya gitmek üzere trene bindirir. Lâmia trende on yedi – on sekiz yaşlarında neşeli, kıpır kıpır bir kızla tanışır. Makbule adındaki bu kızın babası bir binbaşıdır. Lâmia’ya eşlik eden yüzbaşı ile binbaşı arasında bir konuşma geçer. Tren, yolcuların geceyi geçirmeleri için Uşak’ta durur. Lâmia ile iyice kaynaşan Makbule, geceleyin arkadaşıyla aynı odada kalmak için babasıyla konuşur. Binbaşı Kemal Bey, Lâmia’nın başına gelenleri öğrendiği için kızının isteğini kabul etmez. Lâmia geceyi tek başına geçirir. Ertesi sabah trende Makbule’yi göremez, binbaşının onları farklı bir vagona yerleştirdiğini anlar.

Lâmia Kütahya’ya gelir. Kapıdan içeriye adımını atar atmaz amcası Rıza Bey ile karısı Huriye Hanım’ın şiddetli nasihat yağmuruna yakalanır. Lâmia ağır, suskun, saygılı haliyle olumlu bir izlenim bırakır. Kısa sürede kendisini sevdirir. Oldukça kalabalık olan bu ailede, çocuklarla yakından ilgilenir, oynar, ev işlerinde Huriye Hanım’a yardımcı olur. Çok gerekmedikçe ortalıkta görünmez, vaktinin çoğunu üst kattaki küçük odasında geçirir.

Lâmia, Kenan’ı unutamaz. Ona kızgın değildir. Kenan’ın hayaliyle avunmaya çalışır. Ondan bir hatıra olan doğacak bebeğini düşünür. Bebeğinin de tıpkı onun gibi mavi gözlü, esmer tenli olacağını hayal eder. O da tıpkı babası gibi bir sanatçı olacaktır. Lâmia kimi zaman Kenan’ı görme ümidinin hiç olmadığını, onun kendisi için bir ölüden farksız olduğu gerçeğini kabullenir. Fakat yine de gönlüne söz dinletemez. Bazı geceler yaralı kalbini avutmak için ona hitaben mektuplar yazar.

Bir gün evlerinin karşısına yeni komşular taşınır. Bunlar, Lâmia’nın Kütahya’ya gelirken trende tanışıp arkadaş olduğu Makbule ile babasıdır. Lâmia, daha önce binbaşının kendisine trende yaptığı kabalığı unutmadığı için yeni komşularına biraz soğuk davranır. Fakat oldukça neşeli bir kız olan Makbule, ne yapar eder arkadaşının gönlünü almayı başarır. Babası ile Lâmia’yı barıştırır.

Lâmia yeni komşularında plak dinlerken, bir an kulağına iki yaz önce Kenan’ın piyanosuna başını dayayarak dinlediği parça gelir. Öldü sanılan, gelmez denilen sevgili, sanki başka bir kılığa bürünüp, yanık bir ezgi olup ortaya çıkmıştır. Lâmia’nın kalbinde söndü sandığı duyguları yeniden alevlenir. Hayal dünyasında sevgilisiyle birlikte tatlı bir yolculuğa çıkar.

“Bu bozuk, silik gramofon plağı, Lâmia için umulmaz bir saadet oldu. Makbule’ye gideceği günleri sabırsızlıkla bekliyor, aynanın karşısında özene bezene süsleniyor, bir sevda mülâkatına (görüşmesine) gider gibi kalbi derin heyecanlarla titriyordu.

O sene Kütahya’da şiddetli bir kış vardı. Hava daima kapalı ve bulanıktı. Dışarıda kâh uzun yağmurlar yağıyor, kâh fırtınalar inildiyor, bazen pencerelerin kafesleri karla vuruluyordu.

Plak dönmeye, kemanın mezarların ötesindeki başka dünyalardan gelir gibi uzak ve rüyalı sesi inlemeye başlayınca yağmur diniyor, rüzgâr susuyor, penceredeki karlar dökülüyor, odada ılık bir yaz havası esmeye başlıyordu.” (s.194-195)

Karnında bebekle genç bir dul olarak amcasının yanına gelen Lâmia’nın hikâyesi herkes tarafından konuşulmaya başlanır. Lâmia, Kütahya’da insanların diline düşer.

“Bu vak’asız hayatsız küçük şehrin masal ihtiyacı vak’ayı günden güne telleyip pulluyor onu pür heyecan (heyecanlı) bir sergüzeşt (macera) romanı şekline sokuyordu.” (s.198)

Rıza Bey’in büyük kızı Mahmure’nin kocası, birtakım adamların evin önünden türkü söyleyerek geçmelerinden dert yanarak sağa sola bağırır. Bu arada Lâmia’ya da imalı imalı bakar. Rıza Bey ile Huriye Hanım’ın Lâmia’ya karşı olan tavırları yine sertleşir. Bu zor günlerinde Lâmia’nın iki arkadaşı vardır: Biri yeni komşusu Makbule, diğeri de sevdiği adama hitaben yazdığı mektuplardır. Bu arada Lâmia’nın bebeği dünyaya gelir. Lâmia, mavi gözlü, esmer tenli bir erkek beklerken, bir kızı olmuştur. Adını Mebrure koyar.

Bir gece Rasih Efendi zil zurna sarhoş bir halde eve gelir, önüne gelene bağırır. Bir süre sonra karısı Mahmure’ye de bağırdıktan sonra sızıp kalır. Lâmia tam yatmak üzereyken, Lâmia gayet korkmuş ve üzgün bir halde içeri girer. Ağlayarak, kesik kesik anlatmaya başlar. Birkaç aydır kocasını bir jandarma çavuşuyla aldattığını, fakat bir gün önce çavuş evden çıkarken sokakta birine yakalandıklarını, kendilerini gören kişinin de Rasih Efendi’ye her şeyi anlattığını söyler. Bir çare bulmasını, yoksa yuvasının dağılacağını belirtir. Mahmure, Lâmia’nın saflığından ve iyi niyetinden ustaca faydalanır. Kendisine acındırarak, ağlayıp inleyerek, eğer bir çare bulmazsa kendisini kuyuya atıp öldüreceğini söyleyerek Lâmia’yı kandırmayı başarır. Lâmia, suçu kendi üzerine almayı kabul eder.

Ertesi sabah Rasih Efendi’nin karşısına çıkarak jandarma çavuşuyla bir süredir ilişkisi olduğunu, bahçe kapısı önünde çavuşla konuşan kişinin kendisi olduğunu söyler. Bu şekilde olay büyümeden kapanmış olur. Fakat bu olay sonrasında Rasih Efendi’nin Lâmia’ya bakışları hiç de hayra alamet değildir.

Rasih Efendi evde köşe bucak Lâmia’yı takip eder, sıkıştırır. Genç kadına bir türlü aman vermez. Yalnız yakaladığında ona edepsizce laflar eder. “Yüzü, gözleri korkunç bir ihtirasla yanıyor, göğsünden boğuk hırıltılar geliyordu.” (s.211) Lâmia, Rasih Efendi’nin ahlâksızca saldırılarına daha fazla katlanamaz. Tatsız olayların yaşanmasını önlemek için, kendisini bir süre önce istemiş olan elli yaşlarındaki bir telgraf memuruyla evlenmek istediğini yengesi Huriye Hanım’a söyler. Rasih Efendi, Lâmia’nın evleneceğini duyunca iyice sapıtır. Sürekli içer, vara yoğa sinirlenir, önüne gelene sataşır. Yine Lâmia’yı yalnız yakaladığı bir anda ona, karısını boşayıp kendisiyle evleneceğini söyler. “– Sana karşı çok kusurlarım oldu Lâmia… Terbiyesizlik ettim, kabalık ettim, ahlâksızlık ettim, ne dersen de… Fakat elimde değildi… Sevmek, kıskanmak ne demek olduğunu bilmezsin… Lâmia bu gece sabaha kadar uyumadım… Deli olacağım… Karım, çocuklarım bana yılan gibi görünüyor… Bir şeye karar verdim… Mahmure’yi boşayacağım… Benim nikâhlı karım ol… Hayatımı sana feda edeyim… Sensiz yaşayamayacağım…” (s.216)

Ev halkının sünnet düğününde olduğu bir gündüz vakti Rasih Efendi, Lâmia’yı evde yalnız yakalar. Kudurmuş köpekler gibi Lâmia’nın üzerine saldırır. Lâmia kendisini bu azgın adamdan kurtarabilmek için yoğun bir mücadele verir. Bir süre boğuştuktan sonra Rasih’in elinden kurtulmayı başarır. Amcası Rıza Bey’in odasına girer, kapıyı sürgüler. Dolaptan amcasının revolverini alır. Rasih Efendi sert bir tekme darbesiyle kapının sürgüsünü söker, içeri dalar. Lâmia iki el ateş eder. Rasih Efendi yere serilir.

Günlerce süren sorgulama ve mahkemelerden sonra Lâmia suçsuz bulunur ve serbest bırakılır. Rıza Bey, namusunu korumak için adam öldürdüğünü bildiği için onu suçlamaz. Ama ne de olsa kızının kocası, torunlarının babası olan bir adamın katili olduğu için,
artık evinde kalmasının uygun olmayacağını söyler. Bununla beraber, Lâmia’yı yüzüstü bırakmaz, eski bir arkadaşı olan Hakkı Efendi’ye teslim eder. Hakkı Efendi, zamanında Rıza Bey’in görev yaptığı taburda imamlık yapmış biridir. Titiz, aksi bir adam olmasına karşın Lâmia’ya gayet şefkatli ve hoşgörülü davranır.

Bu arada Binbaşı Kemal Bey, Lâmia’nın mahkeme sürecini yakından takip etmiş, avukatlarla bizzat görüşerek genç kadına elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışmıştır. Kemal Bey yemek daveti verir. Lâmia babasına, vaktiyle trende kendisini Lâmia ile konuşturmadığını hatırlatır. Öteden beri genç kadına özel bir ilgisi olan binbaşı “Lâmia Hanım’ı ilk defa görüyorduk… bu kadar ağırbaşlı, iyi ahlâklı bir hanım kız olduğunu nereden bilecektik…” (s.228) diyerek bir nevi Lâmia’dan özür diler.

Bir gün Makbule, elinde kocaman bir çiçek demetiyle nefes nefese Lâmia’nın yanına gelir. Babasının şu anda Rıza Bey ile imam efendiyi evinde misafir ettiğini söyler. Lâmia meraklanır, Makbule’nin ağzındaki baklayı çıkarmak için onu sıkıştırır. Binbaşının evinde hayırlı bir iş için toplanıldığını öğrenir.

Lâmia, Binbaşı Kemal Bey ile evlenir. Binbaşı elli yaşlarında bir adam olmasına rağmen, kızıyla hemen hemen aynı yaşta olan Lâmia’yı derin bir aşkla sever. “Binbaşı onu bazı ihtiyar kalplerde kurumuş bir saman yığını gibi alevlenen hırçın, ümitsiz bir son aşkla seviyordu. Askerlik gaileleri içinde sevmeye vakit bulamamış, kalbiyle hiç meşgul olamamış bir adamdı.” (.236) Aynı şekilde Makbule de Lâmia’yı çok sever.

Binbaşının doktor yeğeni Vedat, dayısının evine misafir gelir. Vedat, bir arkadaş toplantısında karagöz perdesinde, bir bakanın foyalarını ortaya döktüğü için birkaç arkadaşıyla beraber Kütahya’ya sürgün edilmişlerdir. Dayısının ve Makbule’nin tüm ısrarlarına rağmen kalamayacağını söyler. Yengesinin genç bir kadın olduğu için dayısının kıskanmasından endişelenir.

Doktor Vedat, son derece neşeli, esprili, bir o kadar da olgun biridir. Sık sık dayısının evine gelir, gece yarılarına kadar oturur, neşeli tavırlarıyla, yaptığı şakalarla herkesi gülmekten kırıp geçirir. Vedat bir gün yengesinin ağzından bir ninni duyar. Yengesinin bu parçayı hatasız ve eksiksiz okuyabilmesine hayret eder. Lâmia bu parçanın bestekârını tanıdığını, İzmir’deyken bu parçayı birkaç kez dinlediğini söyler. Bunun üzerine Vedat, Kenan’ın kendisinin yakın bir arkadaşı olduğunu, yengesinin söylediği parçanın da “Siyah Yıldızlar” adlı eserin en güzel parçası olduğunu belirtir. Kenan’la ilgili bilgiler verir. Lâmia’nın Kenan’a karşı olan duyguları yine canlanır. Kenan’ı ölene kadar unutamayacağını, daima seveceğini bir kez daha anlar.

Bu arada Makbule, genç kızlık hevesiyle Vedat’a abayı fena halde yakar. Lâmia’ya derdini anlatır, ondan kendisine bu konuda yardımcı olmasını ister. Makbule, Vedat’ın dikkatini çekebilmek için olmadık zamanlarda süslenir, tuhaf davranışlar sergiler. Lâmia bir fırsatını bulup Vedat’a konuyu açar. Vedat, Makbule’nin çocukça bir hevesle kendisine kapıldığını, bir süre sonra unutacağını söyler. Dayısının evine de kitap yazma bahanesiyle daha seyrek gelmeye başlar.

Lâmia hasta ziyaretine gittiği bir komşusunda, Vedat’ın av kazasında yaralandığını duyar. Telaşlı bir halde sokağa çıkar, Vedat’ın kaldığı Mardiyan Dudu’nun evine gider. Vedat’ı sapasağlam ayakta görünce rahatlar. Vedat, av sırasında atış yaparken tüfeğin tetiğine derisini kıstırmıştır. Lâmia’yı telaşa düşüren, korkutan kaza aslında basit bir sıyrıktan ibarettir. Lâmia, evdekilerin merak edeceklerini söyleyerek ayrılmak ister, ancak Mardiyan Dudu ısrarla kalmasını ister. Çay ikram etmeden kendisini hiçbir yere bırakmayacağını söyler. Vedat’la Lâmia’yı kendi misafir odasına alır. Soğuktan titreyen, parmakları mosmor olan Lâmia’nın ısınması için odaya mangal getirir. İçtiği sıcak çay ve mangalın yaydığı ısı Lâmia’yı kendine getirir. Vedat’la Lâmia sohbete dalarlar. Mangaldan yükselen mavi dumanların tesiriyle zehirlenirler.

Lâmia o gece sabaha kadar ateşler içinde kıvranır. Sabahleyin kendisine geldiğinde kocasının sinirli tavırlarından, zehirlenme olayının yanlış anlaşıldığını anlar. Kemal Bey, Lâmia’ya Kenan’ın yanına ne için gittiğini sorar. Lâmia olan biteni olduğu gibi anlatmaya çalışır, fakat kocasının inatla kendisini dinlemediğini görür. Yaşlı binbaşı, başından beri yeğeni Vedat’ın gençliğini kıskanmış, fakat bunu belli etmemiştir. Genç karısının kendisine haber vermeden Vedat’ın kaldığı eve gitmesi, onunla aynı odada mangal dumanından zehirlenmesi, yaşlı binbaşının kıskançlık duygularını iyiden iyiye alevlendirmiştir.

Bu olay Kütahya’da çabucak yayılmış, milletin dilinde “Sürgün doktorla binbaşının karısı bir odaya kapanarak kendilerini zehirlemişler, kucak kucağa ölmek istemişler” (s.276) diye söylenti dolanmaya başlamıştır. Vedat’a karşı ilgisi olan Makbule de olayı duyduğunda Lâmia’nın Vedat’ı öldürmek istediğini söylemiştir.

Kemal Bey, Lâmia’nın açıklama yapmasına izin vermez. Vedat bu olayla ilgili yanlış anlaşılmayı düzeltmek için dayısıyla konuşmak ister, fakat Kemal Bey reddeder. Dayısına mektup yazar. Bu kez de mektuplar açılmadan geri gelir. Yengesinin başına gelenlerden ötürü kendisini sorumlu tutar, üzülür, fakat elinden bir şey gelmez.

Vedat günlerdir izlediği Lâmia’yı sonunda tenha bir yolda kucağında çocuğuyla giderken yakalar. Lâmia birkaç güne kadar İstanbul’a gideceğini, babasından kalan maaşla bir ev kiralayıp kızıyla birlikte yaşayacağını, gerekirse çalışacağını anlatır. Vedat, Lâmia’dan çok hoşlandığını söyleyerek ona evlenme teklifinde bulunur. Lâmia daha önce başkasını sevdiğini, kalbinde evleneceği erkeğe verecek sevgisinin kalmadığını söyler. Vedat, Lâmia’ya kendisini çok sevdiğini, hiç sevgi beklemeden kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Lâmia, Vedat’a bir arkadaş olarak görüşebileceklerini söyler. Vedat asla ümidini kesmeyeceğini, İstanbul’a gelip kendisini bulacağını söyler. Ayrılırlar.

Üçüncü Kısım

(Bu bölüm Kenan’ın yazdığı günlüklerden oluşur.)

Kenan,  Cavidan’la evlendikten iki buçuk yıl sonra günlük tutmaya başlar.

Kenan biraz keyifsiz olduğunu söyleyerek karısı Cavidan’ı davetli oldukları Ada’ya tek başına gönderir. İki buçuk yıllık evliliklerinde ilk kez birbirlerinden ayrı kalırlar. Kenan yalnız kaldığı bu gecede, evliliğinin muhasebesini yapar. Cavidan, Kenan’ın daha çok sanat yeteneğine âşık olmuş, ancak “Siyah Yıldızlar”ın üzerinden iki buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen yeni bir eser ortaya koyamadığı için hayal kırıklığına uğramıştır. Kenan, Cavidan’la evli olduğu süre içinde ondan tek bir kırıcı söz işitmemiş, incitici tek bir davranış görmemiştir. Fakat yine de içinde bir parça yalnızlık duymuştur. Bir eleştirmenin Kenan’la ilgili söylediği şu sözlere Cavidan da katılmaktadır. “Birçok yarım sanatkârlar vardır ki ömürlerinin bazı saatlerinde fevkalâde adamlar hissini verirler fakat bir zaman sonra nam ve nişan bırakmadan sönüp giderler…” (s.287)

Kenan, yaklaşık üç
yıl önce bıraktığı Kınalı yapıncak’ı hâlâ unutamamıştır. Onu düşündüğünde kalbinde bir serinlik duyar, mutlu olur. Lâmia ile geçirdiği günlerin tadını, ne sanat çalışmaları ne de Cavidan verebilmiştir. “Ah Kınalı Yapıncak… Birbirimizi belki artık hiç görmeyeceğiz… Fakat seni dünyada tesadüf ettiğim en güzel, en temiz bir şey gibi hatırlayacağım… Sanatım bana çok saadet verdi Kınalı Yapıncak… Fakat hiçbirisi senin bıraktığın hâtıraya benzemedi…” (s.291-292)

Kenan herkesin hayran kaldığı, güzel, gösterişli bir kadınla evlenmiştir. Arkadaşlarının gözünde onlar örnek bir çifttirler. Fakat buna rağmen Kenan mutlu değildir. Çevresindeki insanların tavırlarını yapmacık bulur. “İçlerinde yaşamaktan o kadar zevk aldığım şık, kibar, zarif dostlarımızı terzi mankenleri gibi ruhsuz görüyor; her hallerine, her sözlerine gizli gizli asabileşiyordum…” (s.293)

Kenan, karısından ayrı geçirdiği, duygusal bakımdan yoğunlaştığı, eski güzel günlerin özlemiyle yanıp tutuştuğu bu gecede, içinde kabaran duyguları birileriyle paylaşma ihtiyacı duyar. Bir deste kâğıt çıkarır ve yazmaya başlar.

Kenan ertesi gün karısından, Ada’da bir gün daha kalacağına dair bir telgraf alır. Kenan yaşamını sorgulamaya devam eder. Kenan, Cavidan’a karşı duyduğu şeyin aşk olduğunu zannetmiş, fakat şimdi yanıldığını anlamıştır. Cavidan’la aralarında ciddiyet, nezaket sınırını aşmayan bir ilişki olmuş, kendisini ona karşı olduğu gibi, içinden geldiği gibi gösterememiştir. Birbirlerine rol yapmaktan öteye geçememişlerdir.

“Cavidan’ın görünüşte hiçbir kusuru, hiçbir eksiği yoktu. Bir kere güzeldi. Hem de muhteşem bir surette güzel… Bir halk tabirince bir gören, bir daha görmek için başını çeviriyor; ona hayret, bana hasetle (kıskançlıkla) bakıyordu. Sonra zeki, zarif, terbiyeli bir kadındı. Bildiklerimiz onu nadir bir kemal (olgunluk) nümunesi (örneği) olarak zikrediyorlardı.

Senelerce ben de bu meziyetlere hayran oldum. Hatta yine de bir dereceye kadar öyleyim. Fakat bu saatte artık kendi kendimden gizlemeye muktedir değilim (gücüm yetmiyor). Ne bu muhteşem güzellik, ne bu hayret verici meziyetler beni tamamıyla tatmin etmedi, ruhumu doyurmadı.

Zevcem güzeldi. Gözlerim ona baktıkça hayran oluyordu. Fakat ne çare ki gönlüm bu güzelliğe sâkit (suskun) kalıyordu. Ne yapsam onda bir güzel heykel, bir sanatkârane resimden başka bir şey göremiyordum.” (…)

“Zevcemin ruhuna gelince, ondan yüksek ve şâyân-ı istifade (faydalanmaya değer) bir arkadaş güç bulunur… Sanattan politikaya kadar her şeyden kolay ve cazibeli bir surette bahseder. Herhangi bir münakaşada galebe (üstünlük) onda kalır. Vakur (ağırbaşlı) bir ciddiyeti, kibar bir nezaketi vardır. Hülâsa (kısaca) birçok kimseler ona hayrandır. Ben de öyle… Fakat o kadar… Bu yüksek kadına bir gün kendimi olduğum gibi göstermeye cesaret edemedim.

Bir gün onunla samimî, kalbî bir hasbihalim (sohbetim) olmadı.  Zaman zaman rikkatlerim (inceliklerim), çocukça sevinçlerim, yahut küçük ehemmiyetsiz (önemsiz) vak’alardan doğmuş hüzünlerim vardı. Kuvvetli ve yüksek adam görünmek gayretiyle bütün bunları ondan saklamak l3azım geldi. İki buçuk sene birbirimize yorucu bir komedya oynadık.” (s.301-302)

Bir gün, misafirleri ünlü bestekâr Kenan’dan aylardır üzerinde çalıştığı eserinden birkaç küçük parçayı çalmasını isterler. Kenan, bu isteği geçiştirmeye çalışır, zira gerçekte henüz dişe dokunur bir şey besteleyememiştir. Sanattan anlayan misafirleri Kenan’la dalga geçerler.

Kenan bir türlü istediği havayı yakalayamamasını, doğup büyüdüğü topraklardan ayrı kalmasına bağlar. Cavidan, kocasının yeniden eski günlerdeki başarısını yakalaması, kendisini rahat hissetmesi, eserine yoğunlaşabilmesi için iki aylığına İzmir’e, Bozyaka’ya gidebileceklerini söyler. Kenan çocuklar gibi sevinir. İçindeki sıkıntı kaybolur, üzerindeki ağırlık bir anda kalkar. Yüzüne bir canlılık, ruhuna neşe gelir. Aslında tüm bu heyecanın sebebi, Kınalı Yapıncak’ı yeniden görebilme ümididir. “– Göreceksin orada ne güzel çalışacağım… zaten en güzel eserimi Bozyaka’da vücuda getirmedim mi? Ben biraz bülbüllere benziyorum… Onlar da topraklarından ayrıldıkları vakit susarlar, bütün nağmelerini kaybederlermiş…” (s.307)

Saip Paşa, Kenan ve Cavidan için merasim köşkünü hazırlatır. Kenan, Lâmia ile gezdiği yerlerde dolaşır, hatıraların tadını çıkarır. Kenan, Lâmia’nın Bozyaka’da olmadığını öğrenir. Bir anda tüm dünyası kararır, her şey anlamını yitirir. Bozyaka’nın hiçbir çekiciliği kalmaz.

Kenan, Şükrü Bey’den Lâmia’nın acıklı hikâyesini dinler. Yaptığı bencilliğin bir genç kıza nelere mal olduğunu anlar, vicdanı sızlar. Kenan her şeyi bıraktığı gibi bulacağını zannetmiş, fakat gerçekler hiç de öyle olmamıştır. Lâmia’ya duyduğu, acımanın ötesinde güçlü bir aşktır. Geç de olsa bunu anlar. Günlüğüne sıkça “Seni seviyorum Lâmia.” cümlesini yazar. Artık, iç dünyasında Lâmia’yı sevdiğini korkmadan söylemektedir.

Şöhret ve sanat sevdasının peşine takılıp kendisini yükseklerde gördüğü, Lâmia’yı basit, cahil, fakir bir kız olarak gördüğü için pişmanlık duyar. Boş şeylere kanıp asıl değerli olan şeyleri yitirdiğini düşünür.

“Ben Lâmia’yı seviyorum. (…)

Artık şüphem yok. Ben Lâmia’yı daima sevdim. O küçük, sade biçare bir kız çocuğuydu. Ben uzun mahrumiyet ve ümitsizlik senelerinden sonra gelmiş muvaffakiyet, şöhret ve saadetle sarhoş hodgâm (bencil), görgüsüz bir zavallı…” (s.331)

Kenan, Şükrü Bey’den birkaç güne kadar Lâmia’nın eşiyle birlikte Bozyaka’ya geleceği haberini alır. Kalbini yine bir heyecan kaplar. Her şey bir anda anlam kazanır, güzelleşir. Büyük bir sabırsızlıkla Lâmia’yı bekler. Ancak bu bekleyiş boşunadır. Lâmia gelmekten vazgeçmiştir. Kenan bir kez daha hayal kırıklığına uğrar. Canı sıkılmaya, her şeyden nefret etmeye başlar. Bozyaka’dan bir an önce uzaklaşmak ister.

Kenan İstanbul’a döndükten sonra karısıyla sık sık tartışır. Aylarca küs kaldıkları olur. Fakat çevrelerindeki insanlara mutlu çift rolünü oynamayı sürdürürler. Kenan, gün geçtikçe karısından soğur, ona karşı rahat bir tavır takınır; ileri geri konuşur, kırıcı sözler söyler. “O bendeki sanatkârı takdir ediyordu, ben ondaki yüksek, zarif, muhteşem kadına hayrandım… Fakat ruhlarımız daima birbirine yabancı kalmaya mahkûmdu…” (s.364) Kenan kendisini iyice bırakır, eğlenceye kaptırır; çapkınlıklar yapar, kumar oynar, meyhanelere dadanır.

Bir gün Kenan, tünelde doktor arkadaşı Vedat’la karşılaşır. Vedat, çok güzel bir yer keşfettiğini, işi gücü boşverip kafaları dağıtma teklifinde bulunur. Küçük bir iş için Vedat’ın muayenehanesine uğrarlar. Kenan burada kızı Mebrure ile Lâmia’yı görür. Rüya gördüğünü zanneder. Vedat, Lâmia Hanım’ın kendisini Bozyaka’dan tanıdığını, kemanını dinlediğini, başına gelen acı olayı kısaca anlatır. Kenan gerçeği söylememek için kendisini zor tutar. Kenan, arkadaşı Vedat’la bahçeli bir gazinoya gider. Lâmia ile yeniden görüşüp birlikte olma hayalleri kurar.

Kenan, Lâmia’ya üç kez mektup gönderir, sonunda onu buluşmaya ikna eder. Zihninde çok güzel, duygulu sözler
söylemeyi tasarlarken, Lâmia’nın solgun yüzünü görünce tüm cesareti kaybolur. Kenan her şeye rağmen, ümitsizce, çektiği acıları, sevgisini, özlemini anlatmaya çalışır. Onca söze karşılık Lâmia’nın gözlerinde en ufak bir duygu kıpırtısı göremez. Lâmia, yaşadıklarının geçici bir yaz rüyası, bir gönül eğlencesi olduğunu söyleyerek ayrılır.

Kenan, Lâmia’yı görebilmek ümidiyle Vedat’la sık sık görüşmeye başlar. Bir gece Vedat’ın halasının evine giderler. Buradan Lâmia’nın oturduğu küçük ev de görülmektedir. Ay ışığı altında bahçede otururlar, konu müziğe gelir. Kenan’ın ne kadar güzel keman çaldığından dem vurulur. Vedat, komşusundan bir keman getirir. Kenan yukarı katta pencereleri açılmış bir salonda, Lâmia’nın da kendisini dinlediğini tahmin ederek, kemanıyla onun en çok sevdiği ninniyi çalmaya başlar. Diliyle anlatamadığı sevdasını kemanıyla anlatmaya çalışır.

Kenan’ın o gece çaldığı kemanı Lâmia da dinlemiş, içinde Kenan’a duyduğu sevdadan hiçbir iz kalmadığını anlamıştır. Ertesi sabah Vedat, Lâmia ile karşılaşır. Lâmia uzunca bir süredir Vedat’ın kendisine yaptığı evlilik teklifine nihayet bugün olumlu yanıt verir. “Vedat Bey… beni hâlâ istiyorsanız, artık size cevap verebilirim… Hastalığım geçti… Bundan eminim. Eğer geçmeseydi bugün de mutlaka nüksetmiş olurdu… Eski sergüzeştten (maceradan) içimde hiçbir iz kalmamış…”

“Bir mehtaplı yaz gecesinde uzak bir keman sesinden doğan bu genç kız sevdası beş sene sonra yine aynı sesler içinde sönmüştü.” (s.393)

Doktor Vedat ile Lâmia evlenirler. Kenan, kızına duyduğu özlemini, dadıları kızını gezmeye çıkardığı zamanlarda uzaktan gözetleyerek gidermeye çalışır. Kenan yaşadığı bunalımdan kurtulmak, eski günleri yad etmek düşüncesiyle uzunca bir süredir görmediği kız kardeşi Afife’nin yanına gider. Fakat burada da umduğunu bulamaz. Eniştesi ile kız kardeşinin soğuk tavırları, kendisine sığınacak bir kucak arayan Kenan’ın çaresizliğini, karamsarlığını, bezginliğini bir kat daha artırır. Afife daha ilk geceden ağabeyine kaç gün kalacağını sorar. Kenan, kardeşine annesinin mezarını görmek için geldiğini, fazla kalmayacağını söyler.

Kenan annesinin mezarı başına gelir, yaşam mücadelesinde yenik düştüğünü söyler.

Altı ay sonra İzmir gazetelerinde, Saip Paşa’nın yeğeni ünlü bestekâr Kenan Bey’in intihar ederek vefat ettiği haberi okunur.

−  S  O  N  −