Ali Sekülü

Anadolu üniversitesini bitirip bir derece almak, emekli olurken de birinci dereceye inmek istiyordum. Mesleğime ne faydası olacaksa ki ben bir askerdim ille de yüksek okul okumalıydım. O zamanlar düşünüyordum bana harita okuma, yön tayin etme, mesafe tahmin usulleri, ortak temel konular gibi askerlik mesleğini ve branşım olan konuları tekâmül edebileceğim bir eğitim verseler ya. Yok, ille de işletme, maliye vs. gibi konularda eğitim veren Anadolu üniversitesini bitirmeliydim.Sanki emekli olduktan sonra çocuklarımı okutma sıkıntısının önüne geçebilecekmiş gibi. Gerçi sicilim çok iyi olursa benim birinci dereceye düşebileceğimi söylüyorlardı ama söz verilip de orta da kalan benden önceki kıdemlileri gördükçe daha bir korkuyla asılmaya başladım şu elimdeki Anadolu Üniversitesi ders kitaplarına. Okudukça da konular aklımda fırtınaların esmesine neden oluyor her bir ders ve konuya merakla sarılıyordum.

Sponsor Bağlantılar

Artık “Yatakta bile asker” değildim çok üzgünüm ama bana bazen kıtada yirmi dört saat askerlikten başka bir şey düşünmeyeceksin diyen komuta heyetine de aykırı davranmaya başlamıştım. Üniversiteli olduğum için değil askerlik dışı konular düşündüğüm için. Hatta sen niçin okumuyorsun denildiğinde “ben vatan haini değilim” diyen ahmaklar bile vardı. Okumaya ayıracağı zamanı vatan hizmetine ayırdığını iddia edenler. Yani yirmi dört saatini askerliğe ayırmanın bu şekilde olacağını düşünenler. Gerçi onlar genellikle iyi bir sicille birinci dereceye düşmeyi başardılar. Böyle bir cevap hangi sicil amirini etkilemezdi ki?

Atatürk ilke ve inkılâpları da ilgide başı çeken konulardandı. Sanki dünyaya geleli beri ilk defa düzenli bir okul eğitimi alıyor gibiydim. Bundan yirmi altı sene önce okuduğum okulun benim için tek bir anlamı vardı, bitirilip maaşa kavuşmak. Zavallı anne ve babacığıma yardımcı olmak, onlara yük olmayacağımı garantilemek istiyordum. Aslında şimdide emeklilik de biraz daha nefes aldıracak bir maaş için çalışıyordum. Ama nedense artık konulara daha farklı bakıyordum.

Uzun zaman beynimde soru işaretleri oluşturan soruları cevaplandırabilecek kişilere sormaktan çekindim. Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 da Samsuna görevli olarak gönderildiğini okuduğumda çarpılmışa döndüm. Oysa ben ilköğretim eğitimi ile meşgulken bana onun gizlice bir gece sakat bir gemiyle İngiliz donanmasının arasından kelimenin tam anlamıyla kaçtığı anlatılmıştı. Bana göre müthiş bir tutarsızlık! İlkokulda okuduklarım varsanım mıydı? Yoksa bütün bunları ben mi uyduruyordum? Konuyu babama açtığımda, adam bana hiç düşünmeden “16 Mayıs 1919 da bir Cuma günü Bandırma adlı vapurla gizlice Samsuna hareket ettiğini” anlattı. Ama anladım ki babam da benim gibi hain beyninin bir aldatmasına düşmüştü. Konuyu derhal kızıma danıştım. Baba “Vahdeddin onu Karadeniz de ki vatansever ayaklanmalarını bastırmak ve Kazım Karabekir’in ordusunu dağıtması emri ile görevli gönderdi” dedi. Tabii benim bu soruları kıtada komutanlarıma soramayacağımı tahmin edebilirsiniz. Ya asi olacaktım ya da cahil. Daha üst rütbedeki komutanlar zekâları ile benim iyi niyetimi kavrasalar bile, onların benim gibilerle uğraşamayacak kadar çok işleri vardı. Gerçi onlarla beraber geçirebildiğim şanslı dakikalarım olduysa da sanırım ben saygı diyeyim siz yalakalık ‘Emredin komutanım! Emredersiniz komutanım demekten daha ileri gidemiyordum.

Allah’ım, bu çok ilginçti dürüstlüğüne çok güvendiğim, girdiğimiz her savaşta binlerce insanın ölümünde yer alan ülkem her zaman masum ve vatan savunması yapmıştı. Ama ülkemle özdeşleştirilecek resmi kurumlar böylesine önemli bir konuda bile bana yalan mı söylüyordu? Eğer resmi tarih yayınlarında bana çelişkili sözler sarf ediyorsa, bu haksızlık değil miydi? Eğer bana haksızlık yapıldıysa örneğin 1974 de de haksızlık yapmış olabilir miydik? Ya da tarihin her hangi bir anında!

Tarih öğretmenimiz ders esnasında sınıfın dışına çıkar, kapıyı dışarıdan kapatır sonrada bağırarak yüksek bir sesle “ Türkler 1041 Dandanakan savaşı ile Anadolu’nun kapısını açtı “ diye bağırır, sonra az evvel açtığı kapıdan girip, içerden kapatır ve “ 1071 Malazgirt savaşı ile Anadolu’nun kapısını dışarıya kapattı “ derdi. Bunu birkaç derste yapmıştı. Sanırım bu ilginç öğretme gayreti ile olsa ki unutamadıklarımın arasında yerini aldı. Ona çok teşekkür ediyorum.  Bu dersi merak ettim, acaba her hangi bir değişime uğramış mıydı? Belki de artık Anadolu’nun kapılarını açanlar içerideki Türklerdi. Kim bilir evrim gücünü burada da göstermişti.

Tarih bilgilerinin yapılan çalışmalarla değişebileceğini anlayabiliyorum. Ama bize bu kadar yakın tarihin olayları için ülkenin yarısının başka yarısının başka düşünmesi, muhtemel bir zaafta ikiye bölünecek ülke korkusunu da tetikliyor. Tabi sonrada bu değişimler hissettirmeden bir ortak yol bulma çabası mı acaba diye soruyorum? Kendi kendime. Ülkenin yarısının farklı düşünmesini nereden çıkardığımı sorarsanız! Maalesef çocukluğumdan beri büyüklerimden biteviye çekişmeleri dinler dururum. Önceleri okullarda öğrendiklerime inanıyordum ama şimdi onlarda da şüphelerim oluşmaya başladı.

Tarih bilgilerinin yapılan çalışmalarla değişebileceğini derken ise kast ettiğim şudur:

Binlerce yıldır devrin derebeylerinin emrinde çalışan tarih tutanakçıları yaşamıştır. Muhakkak ki bu insanlar olayları efendilerinin arzu ettikleri şekilde kaydetmiş ve yorumlamışlarsa orada var olabilmişlerdir. Moğol tarihi yazılırken, Cengiz hanın ülkesinde resmi görevli bir tarihçinin, Cengiz han zulüm, haksızlık ve gaddarlık yapıyordu diye kaydedemeyeceğini düşünüyorum. Tarihte yaşamış ve kendilerince olayların daha farklı geliştiğini düşünen, görece farklı bakış açılarını ekseri ölüm veya diğer muhtemel cezaların korkusu ile gizli ve bazen de açık olarak kayıt altına alanlar da olmuştur. Hatta bu kayıtlardan bazıları kriptografi ile şifrelenerek günümüze ulaştığı gibi Nostradamus gibi gizemli öğretilerle gizliliği sağlayanlarda olmuştur. Her ne kadar Nostradamus gelecekten haber vermişse de bu metodu kullanan ve yaşadığı tarihten haber veren tarihçiler de olmuş olabilir. Ayrıca Nostradamusun gelecekten haber vermek zorunda kalması bile bizim için açık bir tarihi bilgidir. Neden bildiklerini saklıyordu? Acaba o devirde Avrupa da büyücü diye yakılmaktan mı korkuyordu? Yoksa kendinden önce İspanya da yaşadığı bilinen Muhittini Arabinin kehanet ve kerametlerinin yazılı olduğu eserlerini çaldı da anlaşılmasın diye mi şifrelemişti? Gibi ve hayal bile edemeyeceğimiz daha birçok soru üreten araştırmacılara güzel bir kaynak oluşturur.  Bu düşüncelerden hareketle günümüz tarihçilerinin bu gibi durumları incelemeleri doğaldır. Mutlaka bu şekilde ve tarihçilerin iyi bildiği diğer metotlar yardımıyla yapılan çalışmalarda doğruluğu daha kesin verilere ulaşacaklardır, ulaşmaktadırlar. Tabi uluslar arası platformlarda da tarihçiler bilgi alış verişi yapmaktadırlar.

Arkeoloji biliminin yaklaşımlarının ise daha kesin bilgilere götürebileceğini düşünmekteyim. Mesela belli bir döneme ait olduğu düşünülen bir belgenin, kazı çalışmaları sonucunda ele geçirilmesi, üzerindeki birçok delil sayesinde hakkında daha gerçekçi bilgilere
ulaşılmasını sağlamaktadır. Bir zamanlar bir televizyon kanalından duyduğum gibi, herkes yalan söyleyebilir ama kanıtlar asla. Bu nedenle aslında çok yüksek bir kültürel geçmişe sahip olduğumuz topraklarımızdaki arkeolojik çalışmalara daha fazla önem vererek, bu işin tekelini yabancıların elinden alırsak, belki de ünlü komutan Alparslana kapıların gerçektende zaten Anadolu da yaşamakta olan diğer Türkler tarafından açıldığını görebiliriz. Tabi dünyaya bunu kanıtlayacak belgelerle. Kim bilir belki de saygıdeğer Kazım Mirşan beyefendinin, on altı bin yıl önce yaşamış dünya üzerinde açık izleri bilinen ilk kadim toplulukların ilk kullandığı dil, semboller ve yazıların Türkçe kökenli olduğunu ve bu toplulukların ön – Türkler olduğunu gösteren çalışmalarına ilave kanıtlar da bulabiliriz. Ama müfredatlarda geçen konularda böyle konuları hayal bile edemediğimiz gibi birde bazen şüpheli değişikliklerle karşılaşıyoruz.

Malum daha önceki satırlarımda babamın bildiği bir konunun kızım tarafından daha farklı şekilde öğrenildiğini fark ettiğimi belirtmiştim. Bende bu arada ne kadar ilginç ki tam da ara kesit zamanına denk gelmiştim. Babam bir şey biliyor kızım farklı ama ben ikisini de okumuştum. Peki, bunu bilen aydınlar neredeydiler? Ben bu konuda şu kitabı yazdım beriki onu yazdı oku da gör kardeşim. İşte bende bunu anlatmaya çalışıyorum. Kitap yazmanın bile kitap okumaktan daha ucuz olduğu bu ülkede, hangi kitabı kaç liraya nereden, nasıl, neden satın alayım? Değerli okumuş, zeki, ön plana çıkmayı başarmış büyüklerimiz, aydınlarımız! Size arz ediyorum: MENFAATSİZ BİR ARAYA GELİN ÖZETLEYİN ANADOLU KUTSAL KİTABI ÜRETİN VE BEYNİMİZE SOKUN, tarih, arkeoloji, coğrafya ve varsa başka olması gereken özetler, değiştirilemeyecek özetler.

Evet, ben anlatmayı beceremediğim sorunlarımı sizin yüksek ferasetinizi kullanarak çözeceğinize eminim. Şimdi aklıma geldikçe bazılarını daha önce dile getirmeye korktuğum, sizin için cevapları açık ama cahilin cesur hamleleriyle sorulabilecek sorularımı benim gibi milyonları tatmin edebilecek cevaplarınızı almak için sormaya devam edeceğim. Aynı konu üzerinden devam edelim. Neden padişah kısa bir süre önce “asla İngiliz çizmeleri ile yurdumu çiğnetmeyeceğim” diye kendisine telgraf çekmekten hiç tereddüt göstermeyen asi bir generali hem de İstanbul’a çekerek açığa almışken görevlendirmişti. Neden, İngilizlerin çok arzu ettiği Karadeniz de ki yurtsever ayaklanmalarını bastırmak üzere ve Kazım Karabekir’in ordusunu dağıtmak, silahlarını toplatmak, askerini terhis etmek üzere Mustafa Kemal paşa gönderilmişti? İngilizler Kazım Karabekir’in silahlarını alamamış, padişaha göre asi bize göre cesur bir generalle yanındaki birkaç kişinin bunu asla başaramayacağını bilmiyor muydu?  Lütfen kimse bana padişahın o kadar saf olduğunu söylemesin. Ben bile o kadar cahil değilim. Neyse ki o gün Samsuna ayak basan insanlar vatanseverlerdi. Ve hemen belli ki çok önceden beri şekillendirilmiş olan planın bir parçası olarak işlerine devam ettiler. Şöyle hayal ediyorum. Altı yüz yıllık koca bir imparatorluğun alternatif bir ordusu (Kuva-i milliye gibi), alternatif bir hükümeti, provası defalarca yapılmış alternatif bir planı ve bu provada yer alan seçkin, özel, yetişmiş insanlar. Hayal ediyorum çünkü bana, benim seviyemdeki cahile kandırılmamak için hayal etmek ve sorular sormaktan başka bir şey kalmıyor. Yani resmi veya doğruluğu resmi kanalların alkışlarıyla onaylanmış kitaplarda okuduklarıma ya da yaşarken seyrettiklerime büyük ihtimalle benim angutluğum yüzünden sorular üretmek.

Büyük bir kültür ve aydınlanma örneği göstererek, ‘Şu çılgın Türkler’i bir zamanlar okudum. Çok da keyif aldım. Milli duygularım okşandı. O gün on beş milyonmuş, bugün de yetmiş milyondan nasıl olsa bir on beş milyon çıkar diye avundum. Ama yine sorular! Lanet olası sorular! Türk milletinin hayati dört dönüm noktasından sonuncusunun yaşandığı bir dönem! Olmak ya da ölmek! (Kusura bakmayın bazı araştırmaları size bırakıyorum. Ben bunları tam otuz liraya tamir ettirdiğim bilgisayarım da zorlanarak yazıyorum. Bende o kadar araştırma parası yok, kütüphaneye bile dolmuşla gidiliyor.) Bütün cephane Afyon önünde toplanmış başka yok hepsi bir anda dünyanın o güne kadar görmediği bir ateş yoğunluğunda kullanılıyor. Her şey bitip zafere ulaşıldığında sahile çıktığında yorgunluktan bayılan adam gibiyiz. Oysa Dünyanın en güçlü donanması, Devrin devi İngilizler ve son gücümüzü kullanarak denize döktüğümüz o güne kadar dünyanın gördüğü en güçlü ordu, İngiliz teçhizatı ile donanmış Greak savaşçılarının bir eşi Trakya’da cirit atıyor. Neden bu adamlar geri çekildi. “ Artık maliyetleri zayıflayan İngiltere, kamuoyundan gelen baskılar sonucunda çekilmek zorundaydı “ dan daha anlamlı bir cevap umuyorum.  Adamların hayali Anadolu ve İstanbul adlı gelinlere tecavüz etmek! Bizim, Anadolu’dan karşıya geçecek sandalımız kalmamış kaldı ki karşıdaki koca bir ordu ve donanmayı yok edeceğiz. Adam birden ailesinden gelen ekonomik baskılarla şu ana kadar ki vermiş olduğu ekonomik zararlara boyun bükerek kemerinin tokasını takıyor. Herkes bilir o saatten sonra geri çekilmek çok zordur. Bu adamlar Yunanları da ikna ederek neden geri çekildiler? Geçmişte ter döküp, kan döküp bize bu ortamı sağlayanlara müteşekkir olduğumuz kesin. Ama gerçekleri kavrayamadığımızda bize müteşekkir olacak bir geleceğimizde olmayacak gibi.

Dünya üzerinde yığınla kültür var. Hepsinin kendi geçmişleri ve geleceğe dair umut ve beklentileri var. Şu anda medeniyetler hâkimi gibi görünen bir Avrupa ve Amerika inkâr edilemez. Kültürlerinin temelinde en büyük ortak noktayı kilisenin oluşturduğunu düşünebiliriz. Kilise zorla veya severek kendi sözünü dinletmenin bir yolunu her zaman bulmuş. Güçlü olmak isteyenlerde yakın zamana kadar kilise ile aynı düdüğü çalmış. Farklı frekansları üretenlerse, bazen cadı diye yakılmış bazen şeytan diye asılmış. Bu gün cesaretle kilisenin ürettiği dini değerlerin Hz İsa ile ve onun öğretileri ile hiç alakası olmadığını tartışıyorlar. Bilim ile uydurulan öğretilerin uyuşmadığını fark ettikçe daha bir cesaretlenerek yıllarca değer verdikleri kıymetleri kullananların ellerindeki kozu alıp maskelerini düşürmeye çalışıyorlar. Çünkü halk aydın. Kuzu postu giymiş kurda, Hz. İsa maskesi takmış şeytana inanmıyorlar.

Eğer bizim aydınlarımızdan belli bir kesim hiçbir menfaat gütmeden bizim en kısa yoldan ve süratle aydınlanmamız için bir araya gelip, klasik modellerin dışında bir aydınlanma metodu geliştirmezlerse, maalesef halkımız Din, Şeyh, Atatürk, Laik, Demokratik gibi maskelerin altındaki kurtların oltasına takılan vatan, millet, din zokalarını yutmaya devam edecekler. Bir gün ne derede balık ne ovada kuzu kalmayacak.

Yukarıda sormaya çalıştıklarıma benim özellikle beklediğim hiçbir cevap yoktur. Bunlar en temel ve basit konulardır. Sık tekrarlamanın faydalı olduğunu tecrübelerimle bildiğimden yineliyorum. Bu gibi hayati önem taşıdığına benim değil aydınların karar verdiği konuları, devlet denilince dev gibi bir şey hayal ederek korktuğum mekanizmaya bırakmadan derleyip özetleyip bir araya getirerek topluma “ Bu benim var olma şartlarım, milli marşım, ebediyetimin farzları ” diye hazmettirmesi, fark etmeden öğretmesi gerekmektedir.