Bu makale, bir süre önce toplum genetiği üzerine yazmış olduğum “Türk müsünüz?” isimli çalışmanın devamı niteliğinde olduğundan konuya yabancı olan okuyucularımızın öncelikle ilk makaleyi incelemelerini tavsiye ediyorum.

Sponsor Bağlantılar

Baba tarafından (Y-DNA) Türkiye nüfusunun ne oranda Orta Asyalı olduğunu anlatan bu araştırmaya gösterilen yoğun ilgi nedeniyle, okuyucularımın sorularına detaylı cevap verebilmek için bir kitap yazma zorunluluğu doğdu. Türkiye’de toplum genetiği üzerine yazılan bu ilk kitabı (Türk müsünüz) ve ilk web sitesini www.GenomTurkiye.com hazırlama sürecinde bilgilerini ve araştırma sonuçlarını paylaşarak yardımcı olan tüm değerli bilim adamlarına teşekkür ediyorum. Ayrıca, soruları ve eleştirileriyle beni yönlendiren okuyucularıma da minnettarım. Türkiye’de henüz yeterince bilinmeyen bu çok yeni bilim dalını öğrenme gayretleri beni kitap yazmaya ve web sitesi hazırlamaya teşvik etti.  Bu çalışmaların sonucunda medyanın da toplum genetiğine ilgi duyması ve Cevizkabuğu gibi TV programlarına konu olması takdire değerdir.

Genom projesinin önemini kelimelerle ifade etmek çok zor.  Ne kadar doğru bir karşılaştırma olur bilemiyorum ama 20. yüzyıla damgasını vuran nükleer enerji ile kıyaslamak sanırım yanlış omaz. 21. yüzyıl Genetik Asrı olursa hiç şaşırmamak gerekir. Nükleer enerji dünyada 70 yıla yakın bir süredir kullanılırken bizim daha yeni bu konuya el atıyor olmamız üzücüdür. Umuyorum aynı gecikmeyi genetik alanında da yaşamayız. Yazmış olduğum kitap, makale ve diğer araştırmaların tek amacı genom projesine halkımızın dikkatini çekmek ve 21. yüzyılı şekillendirecek olan bu önemli bilim dalında ülkemizin aktif rol almasını katkı sağlamaktır.

Ancak salt bilimsel açıklamalar geniş kitlelerin ilgisini çekmeye yetmiyor. Bu yüzden toplum genetiğinin siyasi sonuçlarına dikkat çekerek  giriş yaptım. İlgi beklediğimin de üzerinde oldu. Özellikle Türkiye nüfusunun en fazla %10’unun Orta Asyalı oluşu hemen her kesimin genetikle ilgilenmesini sağladı. DNA testlerinin insanlığın soyağacını belirlemede nasıl kullanıldığını öğrenme merakıyla bu çalışmaları takdir edenler olduğu gibi, nüfusumunuz çoğunluğunun Orta Asya orijinli olmayışından rahatsızlık duyanlar da oldu. Bunun sonucu olarak pek tabii komplo teorileri de kuruldu. Eğer bilim, resmi tarihi ve devlet politikalarını tehdit ediyorsa bu tür itirazların olması doğaldır. Küçük yaşlardan beri ezberletilen dogmatik inançların yanlış olduğu bilimsel yöntemlerle kanıtlansa bile insanların bu gerçeği bir anda kabullenmesi kolay değildir.

Milliyetçilik Sorunu

Sıkça sorulan bu konuya ilişkin kişisel görüşüm şöyledir; Bence bugün Türkiye’de yaşayan nüfusun %9’unun Orta Asyalı olmasının hiçbir önemi yoktur. Halkımızın %90’ı Orta Asyalı olsa bu bizi yüceltmeyeceği gibi, sadece %9’un Orta Asya orijinli olması da bizi küçültmez. Toplumları yücelten unsur, medeniyetin temelini oluşturan ahlak değerlerine dayalı kalkınmadır. Dürüst, insana saygılı, her inançtan vatandaşına özgür yaşam imkanı sunan, bireysel ilişkilerde sevgi ve hoşgörüyü ilke edinen insanların yaşadığı bir toplumun yüksek yaşam standartlarına kavuşması kaçınılmazdır. Ve böyle bir toplumda yaşayan insanların atalarının nereden göç ederek geldiğinin de fazla bir önemi yoktur.  Toplum genetiğinin yaptığı tek şey aslında basit bir bilimsel merakı gidermekten ibarettir.

Yaşamında gurur duyacak herhangi bir başarı elde edemeyen bireylerin övünecek tek teselli kaynağı olarak ait oldukları ulusu görmeleri geri kalmış toplumlarda sıkça rastlanan bir durumdur. Gelişmiş ülkelerdeki ırkçılar da genelde hayatta başarısız olan kişilerdir.  Çünkü insan doğası gereği benliğini yüceltme gayreti içindedir. Eğer insan egosu gerçek bir başarı ile takdir edilmemişse bunu bir vesileyle telafi etmeye çalışır. Mesela fanatik bir takım taraftarının beklentisi aslında takımının başarısı ile kendini değerli kılma çabasıdır. Bu dürtünün gücünü hafife alamayız. Bu konuda ciddi bir tatminsizlik yaşayan insan, benliğiyle özdeşleştirdiği takıma, ideolojiye veya partiye bir eleştiri geldiğinde bunu kendisinin küçük düşürülmesi olarak algılar ve saldırganlaşır. Bu yüzden primitif kişilikler katılmadıkları bir düşünce karşısında bilimsel bir açıklama yapacak entelektüel seviyeleri olmadığı için tepkilerini önce hakaratle ortaya koyarlar.  Bu saldırganlığın boyutunun öldürmeye kadar varabileceğinin pek çok örneğini maç ve siyaset kavgalarında sürekli görmekteyiz.

Eğer birisi, atalarının Afrika’dan yeryüzüne yayılırken izlediği rotayı öğrendikten sonra bir gurur veya üzüntü hissediyorsa o şahısta ciddi bir sorun var demektir.  İnsanı üstün kılan tek meziyetin ahlak değerleri ve erdem olduğunu bilmeyenler kızılacak veya övünülecek şeyleri birbirine karıştırırlar. Bir insanın dedelerinin Orta Asya veya Afrika orijinli olması neyi değiştirir?! Eğer bu sizin için gerçekten bir önem arz ediyorsa, Orta Doğulu veya Afrikalı bir soydan geldiğiniz DNA testiyle ortaya konduğunda kızgınlık duyacaksanız, test yaptırmamanız daha iyidir. Zaten bu kişiler genellikle test yaptıracak cesareti kendilerinde bulamadıklarından şiddetle tepki göstermekte, ideolojik baskı altında kaldıklarını farkına varmadan belli etmektedirler.  Bu tepki doğaldır. Çünkü bütün hayatı boyunca, aile, eğitim kurumları ve medya  tarafından şuuraltına işlenen övünülecek yegane değerin tehlike altında olduğunu hissetmek insanı savunmaya iter. Böyle bir tehlike karşısında beynin üreteceği ilk tepki kendisine karşı bir komplo kurulduğu olacağından karşı saldırıya geçecektir.

Bunu tıpkı kavgada saldırıya maruz kalan kişinin kendisini savunması gibi düşünebiliriz. Çünkü insan beyni fiziksel bir saldırıya nasıl tepki veriyorsa, düşünce saldırısına da aynı tepkiyi verir, aynı hormonları salgılar. Yani beyin açısından çatışmanın fiziksel veya düşünce bazlı olmasının farkı yoktur. Bunu şöyle de açıklayabiliriz; Beynimiz, elinde bıçakla bize saldıran birini algıladığında ne tepki veriyorsa, inançlarımızı sarsan bir bilgiyi algıladığında da aynı tepkiyi verir. Bir sohbette bize karşı fikir beyan eden kişiye duyduğumuz öfke salgılanan hormonların sonucudur. İçgüdülerimiz, varlığımızın tehdit edildiği sinyalini algıladığında savunma ve karşı saldırı için harekete geçer ve adrenalin salgılar. Bu yüzden de televizyonda sıkça izlediğiniz tartışma programında katılımcılardan birinin yanlış yaptığını kabullenip karşı tarafın fikrini onayladığını göremezsiniz.

Bu sorunu aşmış olanlar ise toplum genetiğinden herhangi bir rahatsızlık duymadığı gibi, tamamen bilimsel bir merakla genetik soyağacığını araştırmakta ve atalarının yaşadığı coğrafyayı bilmek istemektedirler. Şaşırtıcı bir şekilde aktif milliyetçi olarak tanıdığım pek çok insanın bu olgunluğu gösterdiğine şahit oldum. Hatta bazıları toplumun %9’unun Orta Asya orijinli olmasını doğal bulduklarını ve bunun ortaya konmasından rahatsızlık duymadıklarını belirttiler. Yukarıda da açıkladığım gibi, insanların farklı görüşlere yaklaşımı tamamen ahlaki vasıf ve kişisel olgunlukları ile ilgili. Milletimizin özünde iyi niyet taşıdığına inanıyorum, karşıt fikirlere de sahip olsalar bu coğrafyada yaşayan halkın pek çok olumlu ortak yanı var…

Makalelerimde, kitabımda ve diğer çalışmalarımda vermiş olduğum bilgilere katılmayan, yanlış olduğunu düşünen okuyucularımın görüşlerine
açığım. Bu itirazlarını bilimsel olarak ifade ederlerse web sitemizde yayınlamaktan memnun kalacağımı pek çok defa bildirdim, ama birkaç yorum cümlesinin ötesinde yazan olmadı. Burada bir kez daha yineliyorum, olumlu veya olumsuz her türlü eleştiri yapabilirsiniz, bilimsel kaynak göstererek göndereceğiniz her makaleyi yayınlamaktan mutlu oluruz, çünkü amacımız toplum genetiğini tartışmaya açmak, araştırmaları ve bilgileri paylaşmaktır.

Mitokondrial DNA

Bu makalenin konusu olan Türkiye nüfusunun mitokondrial DNA (anne tarafından) analizine geçmeden önce bu uzun girişi yapmak zorunda kaldım.  Bazı teknik bilgileri tekrar etmemek için, okuyucularımın Y-DNA (baba tarafından) soyağacına dair yazmış olduğum ilk makaleyi* incelediklerini var sayarak devam ediyorum. Yine de konunun anlaşılması için bazı terimleri açıklamak zorundayım. Öncelikle mitokondrial DNA’nın sadece anneden çocuklarına aktarıldığını hatırlatmakta yarar var. Mitokondri, çekirdek dışında DNA’ya sahip olan tek organeldir. Asıl görevi enerji üretimi olsa da genetikçiler açısından bambaşka bir öneme sahiptir. Döllenme esnasında mitokondriler spermin kuyruk kısmında toplandığından sperm sitoplazmasında mitokondri bulunmaz. Dolaysıyla hepimiz mitokondrilerimizi sadece annemizden almış bulunmaktayız. İşte bu mt.DNA’da meydana gelen mutasyonlara göre haplogruplar belirlenerek anne tarafından soy ağacımız tespit edilmektedir.

Avrupa’da görülen mt.DNA haplogruplarının şemasına bir göz atalım:

Bu şemada Afrikalı haplogruplar L1, L2, L3 gösterilmemiştir. Avrupalı ırklar, L3’ten ayrılan N haplogrubu ile başlamaktadır.  İlk kadının (Eve-Havva) yaklaşık 200 bin yıl önce Doğu Afrika’da, bugünkü Etiyopya-Kenya civarında yaşadığı tahmin ediliyor. Ancak yakın zaman önce homo sapienslerin tarihinin 300 bin yıl öncesine hatta daha eskiye dayandığını ortaya koyan araştırmalar da oldu. Toplum genetiğinin henüz çok yeni bir bilim dalı olduğunu, verilerin sürekli güncellendiğini her fırsatta hatırlatıyorum. Yazılarımda da bilim camiasının üzerinde mutabakat sağladığı sonuçları aktarmaya gayret ediyorum.

İlk kadına mitokondrial Havva adı verilmesi semboliktir. Kutsal kitaplarda sözü edilen Adem ve Havva ile toplum genetiğinde haplogrupların atası kabul edilen kişiler elbette aynı insanlar değildir. Haplogrup terimi, toplum genetiğinde Y-DNA ve mt.DNA üzerinde meydana gelen değişimler için kullanılır. İlk kadınının mitokondrial DNA’sı baz alınarak yapılan yukarıdaki şemada görüldüğü gibi, binlerce yıl sonra meydana gelen her mutasyon ile yeni bir haplogrup oluşmaktadır. Eğer birisi ile aynı haplogruptan iseniz o kişiyle şemada gösterilen tarihte ortak bir büyük anneniz var demektir.

Bu aşamada haplogrup kavramını doğru anlamamız gerekiyor. Ancak bir kitapta anlatabilecek geniş konuları birkaç paragrafa sıkıştırmak hiç kolay olmasa da bir örnekle açıklayayım;  Bundan 70 bin yıl önce Afrika’da yaşayan ilk insanları ağacın gövdesi gibi düşünürsek, haplogruplar bu ağacın dalları, haplotipler ise yaprakları gibidir.

Örneğin, diyelim ki Y-DNA testi sonucunuz Q çıktı. Bu ne anlama gelir? Eğer bir başka Q grubundan insanla karşılaşırsanız akrabanızı bulmuş gibi sevinebilirsiniz. Çok yakın olmasa da (22 bin yıl öncesinde) ortak bir dedeniz olduğu kuvvetle muhtemeldir. Ve bu dedenizin Ural-Altay Dağları arasında bir bölgede yaşadığı da kesindir. Eğer Q’nun alt grubu (sub-haplogrup) olan Q1a’dan iseniz daha yakın bir tarihte ortak atanız var demektir. Bu şekilde, en alttaki haplogruba (yani ağacın en ince dalına) varıncaya kadar DNA analizinizi derinleştirebilirsiniz.

Bu arada mizah olsun diye bir öngörüde bulunayım. Acaba yakın bir gelecekte tanışma yöntemlerimiz de değişebilir mi? Geleneksel tanışma şeklimiz malum olduğu üzere “Nerelisiniz?” sorusuyla başlar.

Belki de pek yakında bunun yerine “Hangi haplo-gruptansınız?” sorusunu duymaya şimdiden alışmalıyız. Baba tarafından Q olduğunu söyleyen birisiyle ortak dedenizi bulduğunuza göre sorulacak ikinci soru alt-haplogruptur. Tıpkı memleketinizi söyledikten sonra “neresindensiniz” sorusuna muhatap olduğunuz gibi…

Nasıl ki şu an herkes kan grubunu biliyor ve bu bize çok doğal geliyorsa belki de birkaç yıl sonra pek çok kişi haplogrubunu da bilecek. Bugün kan gubunu bilmeyen birine nasıl şaşkınlıkla bakıyorsak haplogrubunu bilmeyen de yakında  benzer bir durumda kalabilir.  Biraz şakayla karışık ifade etsem de sanıyorum bu öngörüde önemli bir gerçek payı olduğunu fark ediyorsunuz. Şimdi tekrar dönelim konumuza…

Proto – Türklerin Haplogrupları

Eğer Y-DNA test sonucunuz Q ise baba tarafından ön-Türklerle aynı soydansınız demiştik. Öyleyse, 20 bin yıldan fazla bir süre Ural-Altay bölgesinde yaşayan bu grup eğer Türklerin ataları ise, o zaman Q haplogrubu Türk’tür diyebilir miyiz? Cevap: Hayır!

Bir ırk veya millet adıyla haplogrubu özdeşleştirmek toplum genetiği adına yapılabilecek en büyük yanlıştır, affedilmez bir hatadır. Siz siz olun böyle bir yanlışa asla düşmeyin.  Filan haplogrup Türk’tür, falan Slav’dır gibi şeyler söyleyen birisiyle karşılaşırsanız bu şahsın haplogrup kavramını hiç ama hiç anlamadığını bilmelisiniz.

Doğru tanım şöyle olmalıdır: proto-Türklerin ana yurdu olan Sibirya’da en çok rastlanan grup Q’dur. Ural dağlarından Sakha (Yakut) halkının yaşadığı bölgeye kadar bütün doğu Sibirya’nın yerlisi olan bu grubun insanları bugün hala Altay dillerini konuşmaktadırlar. Batıda ise N haplogrubu hakimdir. Finlandiya’ya kadar olan Kuzey Doğu Avrupa coğrafyasında yaşayan N grubu insanları da bugün hala Türkçe ile akraba olan Ural dillerini konuşmaktadırlar.

Bu haplogrupların doğum tarihlerini tekrar hatırlayalım. 20-30 bin yıl öncesinden söz ediyoruz. Millet kavramı ise dile bağlı olarak sadece birkaç bin yıl önce oluşmuştur. Paleolitik dönem dediğimiz buzul çağı bambaşkaydı. Hayalen 12 bin yıl öncesine, henüz buzul çağının sona ermediği zamanlara gidecek olursak pek çoğumuzu hayal kırıklığına uğratacak bir dünya görürüz. Biyolojik dedelerimiz 20-30 kişilik küçük gruplar halinde avlanarak hayatlarını sürdürürlerdi. Henüz tarım yoktu, hayvanlar evcilleştirilmemişti, bu yüzden yerleşik bir köy hayatı mümkün değildi. O dönemin insanları mağara ve sığınaklarda yaşar, ucu sivriltilmiş kemik ve ağaçlarla hayvan avlar, yabani meyvelerle beslenirlerdi. Paleolitik çağın yaşam kuralları son derece basitti:

1. Av hayvanını takip et
2. Su kaynaklarına yakın ol

Atalarımızın yüzbinlerce yılda  yapabildikleri tek şey kemik ve ağaçları sivriltip belki ateş yakabilmekten ibaretti. Düşünsenize, masa sandalye gibi basit araçları bile yapamadılar. Ne dil konuştukları ise tam bir muammadır. Mağara duvarları ve kayalar üzerine çizilen bazı şekiller dışında düşünce ürünü herhangi bir eser yoktur.

Yeryüzü 11-12 bin yıl önce değişmeye başladı. Buzul çağı sona erince bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu arada parantez içinde söyleyeyim, günümüzde buzul çağı hala sona ermeye devam etmektedir. Küresel ısınmanın nedenini sanayi ve insan faktörüne bağlayanlar varsa da asıl sebep buzul çağının bitmesiyle başlayan ısınma dönemine girmiş bulunmamızdır.

Neolitik çağın başlamasıyla birlikte yeryüzünde ilginç gelişmeler olduğunu görüyoruz. Bunların ilki 11 bin yıl önce Urfa Göbeklitepe’de yapılan tapınaktır. Bu insan eliyle yeryüzünde yapılan ilk inşaattır. Yukarıda dediğim gibi, on binlerce yıl boyunca hiçbir şey icat edemeyen homo sapiensler birden bire hızlı bir değişim sürecine girdiler. Ama ortada hala bugünkü gibi bir dil olduğuna dair elimizde bir kanıt yok.

Her ne olduysa bundan yaklaşık 7000 yıl önce oldu. Artık buzul çağının etkileri iyice kayboldu, deniz seviyesi 100-120 metre yükseldi,  İstanbul Boğazı tahminen 6000 yıl önce oluştu. Karadeniz daha önce tatlı su gölüydü, Marmara denizinin suyu boğazdan taşarak Karadeniz’e dökülünce bugün bildiğimiz halini aldı. İsterseniz siz buna Nuh tufanı deyin veya bir başka şekilde yorumlayın. Kesin olan bir şey varsa, o da tam bu dönemde, yani 6-7 bin yıl önce insanların yerleşik hayata geçtikleri ve tarımı öğrendikleridir. İlk köy ve toplum hayatı böyle başladı. Artık insanlar buzul çağındaki gibi sürekli yer değiştiren dağınık ve birbirinden kopuk gruplar halinde değildi, birlikte yaşıyorlardı. Gelecek yılın hasatı için plan yapıyor, ekiyor, biçiyor ve iletişim halinde oluyorlardı. Yakın köylerle bir şekilde anlaşmak zorundaydılar çünkü ticaret yapmaları gerekiyordu. İşte bugün konuşulan diller o tarihlerde oluşmaya
başladı.

Artık bundan sonrasını anlamak çok daha kolay. İlk defa metal araçları yapan toplumlar diğerlerine karşı önemli bir üstünlük elde ettiler. Bilinen en eski kılıç bundan 6000 bin yıl öncesine, Maykop kültürüne aittir. Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Adıge özerk cumhuriyetinin başkenti olan Maykop civarında yaşayan bu toplumun ilk madeni silahları yaptığını ve atları evcilleştirdiğini biliyoruz.

Artık devlet diyebileceğimiz çapta oluşumların gerçekleşmesi için gerekli alt yapı hazırdı. At üzerinde onlarca kilometrelerce uzağa gidebilen ve ellerindeki güçlü silahlarla düşmanlarına üstünlük kurabilen bu toplumlar hakimiyet alanlarını genişlettiler.

Oysa eskiden insanlar yaya olarak en fazla birkaç bin metre öteye gidebilirdi. Üstelik ellerindeki sopa ve kemik aletlerle karşılaştıkları köylerdeki rakiplerini hakimiyet altına almaları da mümkün değildi. Dolaysıyla devlet kurulması teknik yetersizlik nedeniyle imkansızdı. Bu yüzden o dönemin yaşam düzenine devlet değil “kültür” adını veriyoruz. Maykap kültürü, Andronova Kültürü gibi…

At arabası ve demir silah insanlık tarihinin dönüm noktası oldu. Bunlara sahip olan toplumların bir bölümü Kafkas dağlarını aşarak güneye indi, Anadolu ve Mezopotomya’da ilk devletler böyle kuruldu. Sümer dilinin İbero-Kafkas dil grubuna olan yakınlığı dikkate alınırsa binlerce yıl Orta Doğu’da hüküm süren bu insanların orijini daha iyi anlaşılır. Sümer devleti Semitik halklar tarafından ortadan kaldırıldığında artık at ve silah üstünlüğü kimsenin tekelinde değildi. Pontik steplerinden Batı Avrupa’ya, Ural dağlarından doğuya ve Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada insanlar demir silahlar üretebiliyor, at arabalarını kullanıyorlardı. Artık dillerin oluşması için zemin hazırdı. Elindeki olanakları en iyi kullanan liderler konuştukları dili hakimiyet altına aldıkları toplumlara öğretiyor ve sınırlarını genişletiyorlardı.

Sümerlerin orijini hep tartışma konusu olmuştur. Yeryüzünde bilinen ilk medeniyeti kurdukları için paylaşılamayan bu halkı sahiplenmek isteyen çoktur. Ortada  kesin bir kanıt bulunmadığı için bilim dünyasında tartışmalar halen devam etmektedir. Gerçek olan şu ki konuştukları dil Hint-Avrupa grubundan değildir. Mezopotomya’da yaşamalarına rağmen Semitik olmadıklarını biliyoruz. Dil yapısı eklemeli (agglutinative) olması yönüyle Ural-Altay ve Ibero-Kafkas dil aileleriyle benzerlik göstermektedir. Ancak Ergatif yapısı da dikkate alındığında en güçlü ihtimal Ibero-Kafkas olarak görünmektedir. Yeryüzünde sadece Basklar ve Kuzey Kafkasya’nın otokton halkları tarafından konuşulan bu dilin, ilk defa kılıcı yapan ve atı evcilleştiren Maykop kültürünün insanları tarafından Mezopotomya’ya taşınmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Ön Türk Y-DNA Haplogrupları

Bütün bunlar son birkaç bin yılda cereyan ederken (anne ve baba tarafından) haplogruplar yeryüzüne çoktan dağılmış ve bazıları da karışmıştı. Pek çok toplum birkaç haplogruptan oluşmaktaydı. Bazı haplogruplar ise (Q gibi) çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. 12 bin yıl önce buzul çağında Bering boğazı yoktu. Yani Alaska ve Rusya birbirine bağlıydı ve yürüyerek geçmek mümkündü. İşte o çağlarda, büyük ihtimalle bir geyik sürüsünü takip eden bazı insanlar Amerika kıtasına geçtiler ve Kanada üzerinden daha güneye yayıldılar. Bu Q grubu insanlarının torunları Güney Amerika’ya kadar giderken bir bölümü Sibirya’da kalmıştı. Buzul çağı sona erince deniz seviyesi 100 metre yükseldi ve Bering boğazı oluştu, geri dönüş yolu kapandı.

Bütün bu bilgiden sonra şimdi tekrar soralım, Q Türk müdür, Amerikan yerlisi midir? Sanıyorum devlet-millet kavramlarının nasıl oluşmaya başladığını anladıktan sonra bu sorunun ne kadar saçma olduğunun farkına varmışsınızdır. Haplogrup asla bir millet adıyla eşleştirilemez. Çünkü ortada millet kavramı yokken haplogruplar zaten vardı. Yani Q 22 bin yıl önce doğmuş bir insanın adıdır ve proto-Türkler ile birlikte pek çok milletin de atasıdır.

Sibirya’da Ural-Altay lehçelerini konuşan insanlar devlet kurarken bu toplumlarda hem Q hem de N grupları zaten kaynaşmıştı. Ki bu gruplar oldukça uzak akrabadır, ancak 36 bin yıl öncesinde ortak bir ataları vardır. Bir diğer uzak akaraba ise (Y-DNA) C haplogrubudur. Bugün hala Altay lehçelerini konuşmakta olan C3 en çok Moğollorda ve Tunguzlarda görülür.  Yani elimizde Ural-Altay dillerini konuşan birbirine uzak akraba üç haplogrup var: C3, N ve Q. Bunların hangisi proto-Türk dilini ilk konuşandır bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey varsa, o da bu grupların Orta Asya’yı hakimiyet altına aldıkları zaman R1b, R1a, J ve kısmen O (Çin) gruplarına Türkçeyi öğreterek asimile ettikleridir. Dolaysıyla Hun ve Göktürk devletleri kurulduğunda bütün bu haplogruplar zaten karışmıştı ve hepsi Altay dil ailesine ait lehçeleri konuşuyordu.

Aslında bu durum sadece proto-Türkler değil, hemen her millet için geçerlidir. Bugün yeryüzünde sadece bir haplogruptan oluşan belki de tek millet Bask’lardır. Bu halkın %95’ten fazlası R1b’dir. Yani bir ırk adıyla haplogrubu eşleştirmek mümkün olsaydı R1b Bask’tır diyebilirdik. Ancak bunu Basklar için bile söyleyemiyoruz. Nedenini yukarıda açıkladık. Bask dili ve ulusu oluşmadan 20 bin yıl önce R1b doğmuştu ve bu insanın torunları Kuzey Hindistan’dan Orta Asya’ya, oradan Kuzey Kafkasya ve Anadolu’ya kadar çok geniş bir coğrafyada yaşamaktaydı. Bunların yalnızca küçük bir bölümü, yani Kuzey Kafkasya’da yaşayanlar Bask halkının atalarıdır.

Basklar bugün hala filolog ve genetikçiler için en büyük bilmecedir. Konuştukları dil İbero- Kafkas dil grubundandır. Yani Adıge (Çerkes) ve Vaynakh (Çeçen, İnguş…) dilleri ile akrabadır. Bu da Baskların Kafkasya’dan İspanya’ya gitmiş olduklarını düşündürmektedir. Diğer yandan İspanya ve Portekiz’i içine alan İber yarımadasının ismi de Kafkas orijinlidir. Eski çağlarda Kafkasya coğrafyasına İberia dendiğini biliyoruz.  Yukarıda sözünü etmiş olduğum Maykop kültürü ile olan yakınlığını dikkate alırsak Basklar ve akraba Kuzey Kafkas halklarının Sümer medeniyeti ile ilişkisi ve daha sonra Anadolu üzerinden Batı Avrupa’ya göçleri anlam kazanmaktadır.

Benzer şekilde, Altay bölgesinde yaşayan milletlerde baskın olan grup Q’dur, Amerikan Yerlileri ve ön-Türk dili konuşan kavimlerin pek çoğu aynı soydan gelmektedir, veya genetik akrabadırlar diyebiliriz, bunda bir mahsur yok. Ama Amerikan yerlileri Türk’tür, Q veya R1b Türk’tür gibi bir şey asla söyleyemeyiz. Bu elmayla armutu birlikte tartmak gibi anlamsızdır. Evet ikisi de meyvedir ama farklı şeylerdir. Bu farkı anlamayan bazı araştırmacıların Orta Asya’da yaşadığı bilinen her haplogrubu Türk sayma gibi bir hataya sıkça düştüğünü görüyoruz. Özellikle bilimi salt ideolojik bir yaklaşımla yorumlayanlar bu yanlışı çok yapıyor.

Bazıları daha da ileri gidip Orta Asya=Türk mantığı ile yola çıkarak, İngiliz, Fransız, Bask, İrlandalı herkesi Türk olduğunu unutmuş soydaşlar olarak görüyorlar. Bu tıpkı bir Etiyopyalının çıkıp, siz Türkler aslında ön-Etiyopyalısınız, atalarınız bu topraklardan göç etti, siz gerçek kimliğinizi unuttunuz gibi şeyler söylemesine benzer. Böyle komik bir iddiaya gülüp geçmez miniz? Evet, doğru hepimizin biyolojik ataları
Kenya-Etiyopya civarında yaşadı ve oradan yeryüzüne dağıldırlar. Orta Asya, Sibirya, Amerika ve Batı Avrupa’ya göç edenlerin hepsinin ataları Doğu Afrikalıdır. Demek ki genetik orijini Orta Asya olan herkesi Türk yapmaya kalkarsak, Etiyopyalı biri de bizim çok rahatlıkla Oromo kabilesinden olduğumuzu, atalarımızın dili olan Bantu yerine, asimile olarak başka diller konuştuğumuzu iddia edebilir.

Yaptıkları hatayı bir an önce görüp düzeltecek yerde, ağlamaklı bir edayla Avrupalıların bu gerçeği bilerek sakladığı, R1b’nin Orta Asya orijinini bildikleri halde Türklüklerini inkar ettikleri gibi hezeyanlarla bilim adamlarını halka şikayet etmekteler. Oysa kimsenin bir şey sakladığı filan yok. Genom projesini başlatan zaten Amerikalı ve Avrupalı bilim adamları. İlk insanların Afrikalı olduğunu söyleyenler yine kendileri. Batı Avrupa nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan R1b ‘nin 20 bin yıl önce muhtemelen Orta Asya’da doğmuş olduğunu ve daha sonra Avrupa’ya göç ettiğini de söyleyen yine onlar… 

Haplogrubun ne olduğunu anlamak bu kadar zor olmasa gerek, ancak bu hatayı çok fazla insanın yaptığını görünce bir örnekle açıklamayı deniyorum. Haplogrubu çiçek gibi düşünürseniz, millet adı da bukettir. Çiçek ile buket aynı şey değildir. Yani bir bukette, gül, papatya ve daha pek çok çiçek bulunabilir, hatta tek çiçek bulunsa bile (Bask örneğinde olduğu gibi) buket=çiçek diyemeyiz. İşte genealoji bilimini yanlış yorumlayanlar böyle gülünç duruma düşmekte ve maalesef medya da bu komediye alet olmaktadır. Orta Asyalı olmakla Türk olmayı aynı şey görenlerin bir diğer yanlışı da proto-Türklerin asıl yurdunun Sibirya olduğunu gözden kaçırmalarıdır. Ural-Altay dağlarını kapsayan bu bölgedeki insanlar M.Ö 7. Yüzyıldan itibaren güneye, yani Orta Asya’ya inmeye başladılar. Hunlar ve Hunların Aşina boyu (Göktürkler) bölgeyi ele geçirene kadar Orta Asya’da Suğd (ing. Sogdiana) halkı yaşıyordu. Bu milletin dili Hint-Avrupa dil grubundandı. Nitekim bunu en doğru tespit eden Kaşgarlı Mahmut olmuştur. Bu halkın ana dillerini zaman içinde unutarak Türkler tarafından asimile edildiğini söyledikten bin yıl sonra genom projesi kendisini desteklemektedir.

R1b konusunda yapılan diğer bir yanlış şudur; İlk makalemde Anadolu’da yaşayan nüfusun ancak %9’unun Orta Asya orijinli olduğunu belirttiğimde bazı araştırmacılar itiraz ettiler. Türkiye’de %15 oranında rastlanan R1b grubunun bugün Türkmenistan başta olmak üzere diğer Orta Asya ülkelerinde de yüksek oranlarda bulunduğunu, dolaysıyla Orta Asya’dan göç edenlerin hesaplanandan daha fazla olması gerektiğini ifade ettiler. Öncelikle bu arkadaşlarımızın dikkatini takdir ettiğimi belirtmek isterim. Yorumları yanlışta olsa konuya bilimsel bir yaklaşımda bulunmaları, ülkemizde toplum genetiği alanında araştırmacıların yetişmeye başladığının sinyalini veriyor. Dikkatlerinden kaçan nokta, Orta Asyalı R1b ile Roma imparatorluğu döneminden kalan  Anadolu’nun yerli R1b alt gruplarıdır. Yani Selçuklular Anadolu’ya gelmeden önce bu coğrafyada zaten R1b grubundan insanlar yaşıyordu ve bunlar bölgenin dominant halkıydılar. Romalı veya yerli Anadolulu olarak adlandırabileceğimiz bu insanların torunları olan günümüzdeki Türkiyeli R1b insanlarının alt grubu (M335)R1b1b iken Orta ve Güney Asyalıların alt grupları ise (M73) R1b1a1 ve (M269) R1b-L23, eski kodla R1b1a2’dir. Orta Asyalı alt grupların Türkiye’deki oranı ise %0.8 olarak tespit edilmiştir. Benzer durum Orta Asyalı ve Türkiyeli J grupları içinde geçerlidir.

Görüldüğü gibi toplum genetiği birkaç web sitesi araştırmasıyla öğrenilecek kadar basit bir konu değil. Bu  makale kapsamında verdiğim sınırlı bilgi bile pek çok okuyucunun harfler ve kodlar arasında boğulmasına neden olacağından daha fazla derinleştiremiyorum. Ama ilgi duyan okuyucularımıza tavsiyem, hemen heyecanla klavyenin başına geçip aceleci yorumlar yazmaktansa önce ciddi bir araştırma yapsınlar. İnternet ortamında Türkçe bilgi nerdeyse yok denecek kadar az ve olanların pek çoğu da yanlış. Bazen yabancı dildeki kaynaklar bile yetersiz kalıyor. Ben kendi adıma böyle durumlarda dünyaca tanınan bilim adamlarının desteğine başvurarak onların verdiği bilgileri ve yorumları aktarıyorum.

Haplogrup – Fenotip İlişkisi

Haplogruplarla ilgili en çok sorulan sorulardan biri de fiziksel görünüşleridir. Birbiriyle akraba olan insanların dış görünüşleri doğal olarak benzerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken bir husus var, aynı haplogruptan olanlar aynı dış görünüşe sahip olmak zorunda değildir. Örneğin anne tarafından L1 ve L2 haplogruplarına ait olan birisinin Afrikalı zenci olduğunu tahmin edebiliriz. Ama bu kesin bir yargı değildir. Deri, göz ve saç rengini belirleyen otozomal genlerdir. Y-Kromozomu veya mt.DNA grubuna bakarak dış görünüş hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz. Sadece tahminde bulunabiliriz. Yüzünü hiç görmesekte L2 grubundan olan birinin siyahi olma ihtimal çok yüksektir, ama bu kişi hiç umulmadık bir şekilde karşımıza albino olarak çıkarsa buna da şaşırmamalıyız.

Aynı haplogruptan olan insanların fiziksel görünüşlerindeki farklılığın temel nedeni eski çağlardaki cariyelik sistemidir. Savaşlarda esir alınan kadınlar çok eşliliğin yaşandığı dönemlerde bir erkeğin neslinin pekçok kadından devam etmesine neden olmuştur. Bu yüzden baba tarafından aynı haplogruba ait insanların bazen çok farklı dış görünüşü olabilmektedir. Haplogrupları araştırırken bulundukları coğrafyayı dikkate alarak fenotiplerini yorumlamalıyız. Doğu Avrupa’da yaşayan bir R1a büyük olasılıkla sarışın veya kumralken, Kırgızistan’da çekik gözlü, Hindistan’da ise oldukça esmerdir. Afganistan’daki Hazara halkının R1a bağlantısı çıplak gözle bile tespit edilebilirken başka bir toplumda hiç ayırt edilemeyecek kadar otozomal DNA’lar karışmış olabilir.

Havva’nın Yedi Kızı

Şimdi biraz da mt.DNA’dan bahsedelim. Reklam gibi olacak, ama olsun, dünyada bu alanda yayınlanmış belki de ilk eser olan Havva’nın Yedi Kızı kitabını okumanızı tavsiye ediyorum. Mt.DNA üzerine ilk araştırmaları yaparak bugün sahip olduğumuz genealojik soyağacının temelini hazırlayan Bryan Sykes, Avrupa’da görülen 7 ana haplogrubun baş harflerinden yola çıkarak isimlendirmiştir:

U (Ursula) – %11
X (Xenia) – % 6
H (Helena) – % 47
V (Velda) – % 5
T (Tara) – % 9
K (Katrine) – % 6
J (Jasmine) – %19

Haritada, Afrika’da yaşayan ilk kadın (mitokondrial Havva) ve ondan ayrılan haplogrupların yeryüzüne dağılış rotası görülmektedir. Anne tarafında soyağacımızı gösteren bu haplogrupların, baba tarafından Y-DNA haplogruplarla karşılaştırılarak etnik analizinin yapılması oldukça kapsamlı bir konudur. İkinci kitabımda milletlerin genetik yapısını detaylı olarak ele almayı planlıyorum. Şimdilik sadece Türkiye’de görülen mt.DNA haplogruplarının oranlarını vererek, bu sonuçların nüfusumuzun Orta Asya orijinine dair Y-DNA analizinden elde ettiğimiz sonuçlarla uyumlu olduğunu belirtmekle yetineceğim.

Ayrıca, aşağıdaki tabloyu inceleyerek Avrupalı milletlerle ne oranda (anne atarafından) akraba olduğumuzu görebilirsiniz. Türkiye nüfusu üzerine yapılan mt.DNA araştırmaları henüz yeterli düzeyde olmasa da bu istatistikler genel bir fikir ednimemize yardımcı olmaktadır.

Murat Mirza
muratmirza@gmail.com

Not:
İlgilenenler için facebook grubu: Toplum Genetiği, Genom Araştırma Merkezi
* www.GenomTurkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html