20. Yüzyılda Kaynak Bağımlılığının Emperyalizm ve Savaşlar Üzerindeki Etkileri

Hasan YEŞİLMEN
Mustafa Kemal Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, HATAY

Sponsor Bağlantılar

ÖZET

Bu araştırma kaynak bağımlılığının, geçmiş tarihlerde yaşanan emperyalizm ve savaşlar üzerindeki etkileri ile ilgili bir inceleme amacı taşımaktadır. Gerek en büyük örgüt dediğimiz devletlerin ekonomilerini güçlendirmek için yaptıkları sömürme olgusunda, gerekse bu büyük örgütlerin birbirleriyle yaşadıkları sorunlar sonucunda ortaya çıkan büyük savaşlarda, kaynak bağımlılığının rolünü, yapacağımız bu araştırma ile değerlendireceğiz.

İnsanoğlu var olduğu günden bu yana, hayatta kalmak için bazı kaynaklara bağımlı olmuştur. Zaman, sadece kaynağın türünü değiştirmiştir fakat kaynağa olan bağımlılığı asla kaybettirmemiştir. İlkel insan toplumlarında; avcılık, yerleşik hayata geçen toplumlarda; avcılık ve toplayıcılık, modern toplumlarda ise bunlara ek olarak lükse kaçan kaynak bağımlılığı ortaya çıkmıştır. Modernleşme yolunda ilerleyen örgütler, kaynakların önemini anlamaya başlamışlardır. Çevrelerinde bulunan kaynaklara hâkim olma arzusu, onları diğer örgütlerle karşı karşıya getirmiştir. Aynı kaynağı elde etmek isteyen örgütler arasında anlaşmalar yapılmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda ittifaklar ortaya çıkmıştır. Fakat insanoğlunun dinmek bilmeyen açgözlülüğü, bununla yetinmelerine engel olacak ve yeni kaynaklar peşinde sürüklenmelerine neden olmuştur. Bu açgözlülük beraberinde büyük ve kanlı savaşlar getirmiştir. Fazla kaynaklara sahip olan örgütler, diğer kaynakları da ele geçirme yarışına girmişlerdir. Örgütlerin, zenginliklerine biraz daha zenginlik katma yarışına ‘emperyalizm’ adı verilmiştir. Bu esnada önemini kaybeden el emeği, yerini fabrikalara bırakmıştır. Sonuç olarak da kaynağa olan bağımlılık artış göstermiştir. Endüstri Sanayisi’nin gelişmesi ile kaynağa olan bağımlılık gün geçtikçe daha da artmıştır.

Anahtar Kelimeler: Güç, Emperyalizm, Savaş, Kaynak Bağımlılığı, Örgüt

1. GİRİŞ

İnsanların varlığından bu yana, sürekli olarak aralarında kargaşaların olduğu görülmektedir. Kargaşa dediğimiz bu olgu zamanla insanların nüfus artışına paralel olarak büyüyüp, savaş dediğimiz olguya dönüşmüştür. Tarih boyunca milyonlarca insan savaşlarda hayatını kaybetmiş, yaralanmış veya göç etmek zorunda kalmıştır. İnsanların yaşamlarını sürdürdükleri kentler, köyler ve kasabalar yerle bir edilmiştir. Savaşların, sonraki nesillere bıraktıkları miras; ekonomik çöküşler, sosyolojik çözülmeler ve psikolojik sarsıntılardan başka bir şey değildir. Bu savaşların ortaya çıkış sebepleri nelerdir? Savaşlara sebep aradığımızda karşımıza birçok sebep çıkacaktır. Diplomatik sorunlar, milleyetçilik, intikam, hırs gibi… Adolf Hitler’in başlattığı hem iç savaş hem de dış savaş buna bir örnektir. Yahudilere karşı olan kin ve nefreti, milyonlarca insanın ölmesine sebep olacaktır. Savaşların nedenleri ve bıraktıkları etkiler; sosyolojik, psikolojik, uluslar arası ilişkiler ve politika gibi pek çok farklı bilim tarafından incelenmiştir fakat bizim üzerinde duracağımız, örgüt kuramları açısından pek fazla bir çalışma olmamıştır. Örgüt kuramlarında yer alan bir yaklaşım açısından bu konuyu değerlendireceğiz. Kaynak bağımlılığı yaklaşımından hareket ettiğimizde, savaşların oluşum esnasında kendi içinde muazzam bir kaynak harcamasını da beraberinde getirdiğini ve örgütün her hamlesinde daha fazla kaynak bağımlısı olduğunu görmek mümkündür. Kaynak bağımlılığının artmasına sebep olan bu savaşlar örgütleri farklı arayışlar içine sokacaktır. Herkes tarafından kötü olarak algılandığı halde tüm toplumların bir şekilde katıldığı, taraf olduğu veya göz yumduğu bu faaliyetlerin temelinde ‘güç’ mücadelesi yatmaktadır. Başa baş giden örgütlerin, güçlerini gösterme ve karşısındaki örgüte bunu kabullendirme dürtüsü savaşların sürekli olarak devam etmesine sebep olmuştur. Harcanan kaynakları tedarik etmekte zorlanan örgütler, bol kaynaklara sahip olan diğer örgütleri sömürme yoluna girmişlerdir. Bu araştırmanın temelinde yatan amaç, savaşların ortaya çıkmasındaki temel nedenler ve süreçler, kaynak bağımlılığı yaklaşımı yönü ile ortaya koymaktır. 20. Yüzyılda meydana gelen sömürgecilik anlayışı ve savaşları kapsayan bu çalışmanın önemi, daha öncede belirttiğimiz gibi ‘örgüt kuramları’ açısından değerlendirilmesidir. Tarih derslerinde çokça rastladığımız savaşlara farklı bir pencereden bakmamıza yardım edecek olan bu çalışma, ‘kaynak bağımlılığı teorisi’ hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlayacaktır.

2. KAYNAK BAĞIMLILIĞININ KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ

2.1. Kaynak Bağımlılığı Kuramı ve Gelişimi

Kuramın öncüsü James Thompson’dur. 1967’de ortaya attığı bu teorinin tanınmasını, Pfeffer ve Salancik (1978) sağlamıştır. Kuramın hareket noktası, örgütler arası ilişkileri, yönetim kurulları arasındaki bağları ekonomik kuramlara alternatif bir bakış açısı ile açıklamak ve pazarda yaşanan büyük çöküşlerin arkasında yatan örgütler arası ilişkileri tam anlayabilmektir (Pfeffer’den aktaran Hüseyniklioğlu, 2009).

Kuramın ortaya atıldığı ilk zamanlarda çok fazla bir etki yaratmadığını yapılan araştırmalarda görebiliriz. Kavramlarla kullanılan ölçüler arasında bağın zayıf olduğu, verilerin varsayıma dayandığı ve uygun analiz tekniklerinin kullanılmadığı belirlenmiştir(Sözen, 2012). Örnek olarak hastaneler üzerinde yapılan bir araştırmada; hastane başarısının, hastane yönetim kurulunun ne denli çevresel gereklere (yerleşim merkezinin mahiyetine uygun) göre karar alabildiği ve kaynak yaratabildiği ile doğru orantılı olduğu, hastane yönetim kurullarında yer alacak kimselerin seçiminde de bu kıstasların önem arz ettiği değerlendirilmiştir (Pfeffer’den aktaran Sözen ve Basım, 2012). Pfeffer ve Salancik’in 1978 yılında yayınlanan kitabının, kaynak bağımlılığı yaklaşımının gelişimi üzerindeki etkisinin sınanmasına yönelik olarak, bu yaklaşımın önemli bir çıkış noktasını teşkil ettiği ve etkisinin yüksek olması beklenecek dergilerde yayınlanmış makaleler üzerinde incelemeler yapılmıştır (Hüseyniklioğlu, 2009). Sonuç olarak da kuramın gelişimine yönelik 51 makale belirlenmiştir. Bu çalışmalarda kuram genel hatlarıyla ele alınmıştır. Çalışmalarda nasıl kullanıldığı, tek başına bir anlam ifade edip etmediği, diğer kuramlarla kıyaslama, kaynak bağımlılığının ne yönde etki gösterdiği gibi sorular doğrultusunda değerlendirilmiştir. Belirlenen 51 makale içerisinde Pfeffer ve Salancik’inde makaleleri bulunmaktadır. Amaç, kitapta ileri sürülen tezlere ilave deneysel destek aramak ve kaynak bağımlılığı yaklaşımının özgün yönlerini ileri koymaktır. Bu amaçla yola çıkan bu iki bilim insanının, kitabın hemen akabinde ortaya koydukları 3 araştırma onları olumlu sonuçlara kavuşturmuştur.

2.2. Kaynak Bağımlılığı Kuramının Temelleri

Örgütler, ikili ilişkilerde güç ve gücün karşılığı olarak görülen bağımlılığı ele alan mevcut güç modelleri kullanmaktadır. Organizasyonların arasındaki ilişkileri belirlemekte ‘güç’  temel etkendir. Buna dayanarak söylenebilir ki, organizasyonların arasındaki istikrar güce bağlıdır. İstikrarın olumlu yönde ilerlemesi, karşılıklı bağımlılığa dayandırılmaktadır. Güç dengesinin bozulması durumunda örgütler arasında istikrarsızlık ortaya çıkacaktır.

Kaynak bağımlılığı kuramının dayanağında açık sistem anlayışı vardır(Gerçek, 2010).  Örgütler kaynak akışının devamını sağlamak için, kaynağa bağlı oldukları kadar çevrelerindeki diğer örgütlere de bağlılardır. Çünkü örgütlerin hayatını devam ettirmeleri için kaynak akışına ihtiyaçları vardır. Bu akışı sağlamak için
farklı stratejiler geliştirirler; çevrelerindeki diğer örgütlerle birleşme gibi…  Fakat şunu da belirtmekte yarar vardır; örgütler çevrelerinde diğer örgütlere olan bağımlılıklarını en aza indirmek için çaba sarf ederler. Örgütlerin güçlenme isteği, onların bununla yetinmelerine engel olup, onları çevredeki diğer örgütlerin üstünde tutmaya yöneltecektir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere ‘güç’  ilkesi kendini burada göstermektedir.

Örgütlerin kaynak akışı çerçevesinde geliştirdikleri bu tür davranışlar kuramın ilgi alanı içine girmektedir. Bu bağlamda kuram, kaynakları, örgütler arası kaynak değişimini, eşit olmayan kaynak değişimi sonucunda  ortaya çıkan güç farklılıklarını ve bağımlılıkları, örgütler arası bağımlılığın derecesi ve doğasını, örgütün davranışında bağımlılığın yarattığı etkileri, bağımlılığın örgütler arasında göreliliğine göre örgütlerin geliştirdiği davranışları, bağımlılık nedeniyle örgüt yapısında meydana gelen değişimleri ve örgüt yöneticilerinin kaynak temini süreci ile bağımlılığı yönetme çabalarını incelemektedir (Johnson ve Singh’ten aktaran Sözen, 2012).

Kaynak bağımlılığı kuramı, birçok açıklamayı ifade etmektedir. Açıklamalardan bazıları şunlardır:

– Gerek duyduğu kaynaklardan yoksun olan örgüt, bu kaynakları temin edip kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla diğer örgütlerle işbirliği yapabilir.
– Örgütlerin iki seçeneği vardır; ya çevreye olan bağımlılıklarını azaltarak maruz kaldıkları baskıdan kurtulurlar ya da diğer örgütleri kendilerine daha fazla bağlı bırakmaya çalışırlar.
– Örgütler, bağımsızlıklarını artırmak ve kârlarını arttırmaya yönelik stratejiler üretmektelerdir.(Sözen ve Basım, 2012:165-166).

Kuram, bazı temel kabuller üzerine inşa edilmiştir; örgütlerin kendi kendilerine yetmediğini, hayatlarını devam ettirebilmek için kaynaklara ihtiyaçları olduğunu, açık sistemler olarak çevreleri ile etkileşime girdiklerini ve kaynak alışverişinde bulunduklarını, karmaşık ve dinamik olan çevredeki sosyal, ekonomik, teknolojik ve finansal değişikliklerin örgütü etkilediğini, örgütlerin birbirinden farklı olduğunu, her örgütün ayakta kalmasını sağlayan kendine özgü kaynak ve yetenekleri bulunduğunu, kaynakların kıt olduğunu, çevrede istenildiği kadar kaynak bulunmadığını, kaynakları örgütlerin kontrol ettiğini, sınırlı rasyonelliğin örgütler üzerinde etkili olduğunu ve her ne kadar karma şansları ve imkânları bulunmadığını, ulaşsalar da bu veriyi işlemelerinin mümkün olmadığını belirtmektedir (Heidi, Pfeffer, Ulrich ve Barney’den aktaran Sözen ve Basım, 2012:168).

2.3. Örgütlerde Kaynak Bağımlılığı Yönetimi

Örgütler, ihtiyaç duydukları kaynakları tedarik etme yolunda hareket ederken diğer yandan da iç ve dış çevreye olan bağımlılığı kontrol etmeleri gerekmektedir. Bunu yaparken de farklı faaliyetlerde bulunurlar; istikrar sağlamak, özerklik elde etmek, koalisyonlar oluşturmak, dış çevreyi doğru algılamak gibi…

2.3.1. İstikrarın Sağlanması

Örgütlerin temel kaygısı varlıklarını sürdürebilmektir. Varlıkları devam ettiği süre içerisinde karşılaştıkları güçlükler, varlıklarını tehdit altına alabilir. Tehditleri savurup varlıklarını devam ettirmeleri için gerekli görülen kaynakları temin etmeli ve korumalıdır. Bunu yapmak için iki yol belirlenmiştir: Kaynak teminini istikrara kavuşturmak ve kaynak sağlayanlarının desteğini sürekli tutmak(Hüseyniklioğlu, 2009).

2.3.2. Özerkliğin Elde Edilmesi

Örgütlerin kaynak bağımlılıklarını azaltma amacı, onları çeşitli faaliyetlere yöneltecektir. Kaynak bağımlılıklarını azaltmanın bir yolu da, iç ve dış çevrede daha serbest kararlar almaktır. Dolayısıyla, örgütler bir yanda istikrar, bir yanda da serbestçe davranma isteğindedirler(Hüseyniklioğlu, 2009).

2.3.3. Koalisyonlar Oluşturulması

Örgüt, grupların ve iştirakçilerin oluşturduğu koalisyondur. Her bir katılımcının amacı ve çıkarları farklıdır. Bu farklılıklar örgütü oluşturur. Örgütteki yöneticilerin görevi, koalisyonu sürekli halde tutmak ve örgütün ayakta kalması için faaliyetler yapmaktır. Örgütün en kritik görevlerinden biri, koalisyonlarını hayatta kalacak kadar büyütmektir. Koalisyonun çapı kontrol altında tutulmadığı takdirde örgüt kendi lehine karar veremez hale gelir(Hüseyniklioğlu, 2009).

2.3.4. Dış Çevrenin Doğru Algılanması

Kaynaklara ulaşmak her zaman kolay olamamaktadır. Örgütlerin öncelikle kaynak üzerinde yoğunlaşması gerekir. Örgütler için yoğunlaşma dendiğinde akla ilk gelen tekel olmaktır. Bunun gerçekleşemediği durumlarda farklı yollar izlenir(Hüseyniklioğlu, 2009).

2.4. Kaynağın Önemi ve Bağımlılık

Örgütlerin hayatta kalıp aktif olarak işlev görmesinin temel dayanağı, gereklilik arz eden kaynaklardır. Örgütler sürekli olarak, gerekli olan kaynaklara bağımlılık göstermişlerdir. Bu kaynakları kendileri yaratamayacaklarına göre dış çevreye yönelmek zorunda kalmışlardır. Çevrede sınırlı olarak bulunan kaynaklar daha fazla bağımlılık teşkil etmektedir. Birden fazla örgüt, kıt olan bir kaynağa ihtiyaç duyabilir. Bu sebepten dolayı örgütler arasında da bir etkileşim çıkabilir. Bu etkileşim bir süreçten geçtikten sonra bağımlılık haline gelir. Kıt olan kaynağı elde eden örgüt, diğer örgütlerin bir adım önüne geçer ve güç sahibi olur.  Örgütler sürekli olarak bir dış çevrenin etkisi altındalardır. Bunun sebebi, dış çevrenin örgütlere hayat verecek olan kaynakları barındırıyor olmasıdır. Şu da muhakkaktır ki dış çevre tek başına bir önem göstermez. Dış çevreyi önemli hale getiren temel etken, dış çevre ile örgüt arasında oluşan ilişkinin bağımlılık ile sonuçlanmasıdır. Bağımlılığın oluşması iki faktöre dayanır; kaynağın örgüt için ne denli önem arz ettiği ve söz konusu olan kaynağın örgütün devamlılığı açısından ne derecede önemli olduğudur. Birçok kaynağın örgütler açısından muazzam bir öneme sahip olduğu kabul edilir. Çünkü örgütün yegâne amacı olan devamlılığını sürdürmek, kaynak akışının sürekliliğine bağlıdır. Fakat kaynağın önemi örgüt açısından dönemlik bir önem teşkil edebilir. Bir dönem yararlı olan kaynak ileriki dönemlerde bu önemini yitirebilir. Sebebi ise, birden fazla örgütün sahip olmak istediği bağımlılık oluşturan kaynağın, zaman içerisinde yarattığı değişim dalgalanmalarıdır. Yani kaynağın önemi statik değil dinamiktir.

Örgütlerde kaynak bağımlılığını oluşturan veya var olan bağımlılığı arttıran bazı sebepler şunlardır:

– Örgütün kendi eksikliklerinin farkında olması
– Kaynağın kritik bir öneme sahip olması
– Kaynağa ulaşmada sınırlı alternatiflerin olması
– Örgütlerin varlıklarını sürdürmek istemesi
– Örgütün, dış çevrenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek faaliyet ve çıktıları meydana getirebilecek potansiyelinin bulunması
– Örgütler arasında ortaya çıkan rekabetin olması

3. KAYNAK BAĞIMLILIĞININ SAVAŞLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

3.1. Savaş Kavramı, Savaşların Sebepleri ve Kaynak İhtiyacı
/>Savaş, iki veya daha fazla silahlı gücün, en az bir tarafın düzenli orduya sahip olduğu, silahlı çatışmaların ara sıra değil, uzun bir süre ara vermeden devam ettiği, savaş taraflarının belli bir bölgede, strateji takip edip ederek çarpışmayı göze aldığı çatışmalara denir(Hüseyniklioğlu, 2009). Savaşların birçok sebebi vardır; diplomatik, değerli kaynaklar, dini, etnik köken vs. Bizim ele alacağımız sebep, değerli kaynaklardır. Geçmiş tarihlerde, günümüzde ve hatta gelecek tarihlerde birçok temel madde için küresel talep sürekli büyümüştür, büyümektedir ve büyüyecektir. Bu durum dünyayı uçuruma sürüklemektedir. Nüfus artışına paralel olarak kaynak ihtiyacı da artmaktadır fakat ihtiyaçlar eşit olarak karşılanamamaktadır. Örnek olarak; ABD tek başına, insanlar tarafından kullanılan hammaddelerin, yaklaşık olarak %30’unu tüketmektedir (Gardner ve Sampat’tan aktaran Hüseyniklioğlu, 2009).

Kaynak ihtiyacı; örgütlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için çevrelerinden sağladıkları girdileri kullanmaları sebebi ile ortaya çıkmaktadır. Her örgüt çevresinden aldığı çeşitli girdileri kullanarak yaşamını sürdürür. Örgütler yeni pazar arayışı, maliyetleri azaltma ve daha yüksek kârlara ulaşma, teknoloji kazanma ve içinde bulundukları pazarı korumak amacıyla sürekli mücadele içindelerdir. Gerek Asya gerek Avrupa gerek ise Amerika ülkeleri ekonomik çıkarları için ordularını güçlendirmektedir. Bölgedeki kaynakları tek başına kontrol altına alamayan ülkeler ise askeri ortaklıklar ile kendilerini sağlama almaya çalışmaktadır. Örnek olarak, ASEAN (Association of Southeast Asian Natons) Güneydoğu Asya Uluslar Birliği, 1967 Ağustos ayında Vietnam Savaşı’ndan sonra Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve Singapur arasında kurulmuştur. Kaynak bağımlılığı teorisini açıklarken sık sık değindiğimiz ‘örgütlerin çıkar amaçlı ortak olmaları’ burada çok belirgin bir şekilde kendini göstermiştir.

3.2. Kaynak Bağımlılığının Savaşlarla Olan İlgisi

Örgütler uyguladıkları stratejiler ile kaynakların sınırlı olduğu ve ihtiyaçların sınırsız olduğu bir ortamda rekabet avantajlarını sürdürerek hayatta kalma mücadelesini vermektedir. Gereklilik teşkil eden bazı önemli kaynakları elde etmede zorluk çeken örgütler, bu durumu kendi lehlerine değiştirmek için yeni şart ve ortam hazırlamak ister. İsteklerine ulaşmak için farklı yollar düşünülür; farklı yönetim stratejileri, yeni teknolojiler, nihayetinde rakip örgütlere güç kullanma… Bu güç kullanımı hem dolaylı hem de direkt olabilir. Direkt güç kullanma eğilimde olan örgütler, orduları ile müdahalede bulunur. Sonuç olarak da ortaya evrensel veya bölgesel savaşlar çıkar. 1 Eylül 1939’da ortaya çıkan II. Dünya Savaşı; evrensel savaş ve 1 Ağustos 1990’da ortaya çıkan Irak-Kuveyt Savaşı; bölgesel savaş olarak örnek gösterilebilir.

Örgütlerin kendi iradeleri ile oluşan güç kullanma arzusunun temelinde kaynaklara olan ihtiyaçlar yatmaktadır. 1976’da Carl’ın yayınladığı kitapta ‘’Savaş; büyük çıkarların kanla çözümlenen çatışmasıdır.’’ tabiri kullanılmıştır(Yıldırım, 2011). Bu sebepten dolayı kaynağa ihtiyacı olan örgütler, çıkarlarını korumak için silahlı güçler kullanarak bu bağımlılıklarını en aza indirgemek ister. Güç kullanma yetisine sahip olamayan zayıf ülkeler ise, kendilerine yeni bir yol bulmaya çalışır. Bazı ülkeler, kendi çıkarları ile örtüşen başka ülkelerle birlik olabiliyorken (ASEAN: Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) bazıları bu imkâna kavuşamayabilir (Güçlü ülkelerin sömürgeleri halin gelen Afrika ülkeleri gibi).

Ekonomi ve güvenlik çıkarları ayrılmaz bir şekilde birbirine bağımlıdır (Clinton’dan aktaran Harmancı, 1994). Ordu, ticareti desteklemek ya da mali istikrarı sağlamak için az bir öneme sahipken, ticaretin temel taşı olan kaynağı korumada en büyük rolü üstlenmektedir. Kaynaklar somut varlıklar olduğundan dolayı fiziksel korumaya ihtiyaç duyabilir.  Devletlerarasında ortaya çıkan diplomatik ve ekonomik yaptırımlar bir noktaya kadar etkili olurken, fiziki güce sahip olan askeri birlikler uzak bölgelerdeki kritik kaynakları garanti altına alabilir.

20. Yüzyılda ortaya çıkan savaşları değerlendirirken, Körfez Savaşı es geçilmemelidir. Büyük petrol rezervleri barındıran, Orta Doğu ülkesi olan Irak’ın başlatmış olduğu bu savaş, başlarda ‘bölgesel savaş’ olarak görülmüştür. Fakat birçok ülkenin çıkarını zedeleyen bu savaş bölgesel olmaktan çıkıp uluslar arası bir boyut kazanmıştır. Kuveyt’in işgali, körfezdeki petrol kaynakları ve bu kaynakların denetimini isteyen güçler nedeni ile tüm uluslar arası sistemi etkilemiştir. Orta Doğu’daki çıkarların tehlikeye girdiği anlaşılmasıyla başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin liderliğinde NATO ve çeşitli Arap devletlerinin katıldığı bir koalisyon kurularak müdahale edilmiştir(Yılmaz, 2011). 17 Şubat 1991 tarihinde koalisyon devletleri Irak’a saldırıya geçti ve 3 Mart 1991’de ateşkes antlaşması imzalanmıştır. Ele aldığımız bu savaş, kaynak bağımlılığının savaşlara nasıl sebebiyet verdiğini çok iyi açıklamaktadır. Bir örgütün daha fazla kaynak bulma arayışına girmesiyle, diğer örgütlerin çıkarları zedelenmektedir. Çıkarları için bir araya gelerek toplanan diğer örgütler buna karşı gelerek tek olan örgüte güç kullanıp kendi çıkarlarını korumaya çalışmışlardır.

3.3. Savaşlara Sebep Olan Kaynakların Coğrafi Dağılımı ve Savaşların Bölgelere Göre Dağılımı

3.3.1. Savaşlara Sebep Olan Kaynakların Coğrafi Dağılımı

Dünya üzerinde meydana gelen savaşları araştırdığımızda savaşların bizi petrol, doğalgaz, kereste, kömür ve değerli taşların bulunduğu coğrafyalara götürdüğü görülecektir. Gelişmiş 12 ülke dışında kalan, kaynaklara sahip her bölgede savaş söz konusudur (Klare’den aktaran Yılmaz, 2011). Rezervler ile tüketim karşılaştırıldığında kömür dışında hemen hemen tüm kaynakların 100 ile 150 yıl arasında son bulacağı tahmin edilmektedir (Hüseyniklioğlu, 2009).

Dünya üzerindeki doğal kaynakların coğrafi dağılımları şöyledir:

Kereste ve Petrol Yönüyle; Güney Amerika

Petrol ve Doğalgaz Yönüyle; Ortadoğu, Çin ve Hazar Havzası

Değerli Taşlar ve Petrol Yönüyle; Afrika(Hüseyniklioğlu, 2009).

Doğal kaynakları elen alırken belirtmeden geçmememiz gerekir ki; rezervlerin kullanım oranına göre kaç yıl daha tüketimi karşılayacağı, o kaynağın kritiklik derecesini gösterir. Buradan yola çıkarak, bünyelerinde kritik kaynakları barındıran devletler, bu kaynaklara ihtiyaç duyan diğer devletlerin baskısına maruz kalmaktadır. Bu durumla birlikte diğer devletlere nazaran daha mücadeleci devletler ortaya çıkar.

Çin Denizinden başlayıp Afrika ve Ortadoğu’yu içine alan üçgen savaşların ve kaynakların bol olduğu coğrafi bölgede savaşlar, daha şiddetli daha uzun ve daha çözümsüz savaşlardır. Bu bölgede bulunan devletler diğerlerine göre daha fazla silahlanır ve silahlanmak için bütçeden daha fazla pay ayrılır.

Savaşlara sebep olan doğal kaynakların coğrafi dağılımının bir kısmı aşağıdaki Tablo 1, Tablo 2 ve Tablo 3’teki gibidir:

Tablo 1: Dünya Kömür Rezervleri (Milyon Ton) />

Tablo 2: Dünya Doğal Gaz Rezervleri (Milyon Metre3)

Tablo 3: Onaylanmış Petrol Rezervleri (Milyon Varil)

Yukarıdaki Tablo 1, Tablo 2 ve Tablo 3’te ele alınan ülkelerin neredeyse hepsi sürekli olarak bir çatışma içindelerdir. Gelişmiş ülkeler açısından önemini kaybeden fakat gelişmekte olan ülkeler için önem arz eden kömür, savaş sebebi olmaktan çıkmıştır. Kaynak Bağımlılığı Yaklaşımını açıklarken değindiğimiz ‘rezervi düşük, kullanımı fazla olan kaynaklar kritik kaynak olma özelliğini taşır’ açıklaması burada da kendini göstermiştir. Petrol ve doğalgaz gibi önemli kaynakların hızla tüketiliyor olması onları kritik kaynaklar statüsüne getirmiştir. Rezervinin tüketimini karşılayamayan ABD gibi büyük ülkeler sömürme girişimlerinde bulunmuştur. 20 Mart 2003’te yaşanan ABD-Irak Savaşı buna örnektir. Günümüzde hâlâ devam eden sömürü, ABD’nin petrol ihtiyacını büyük ölçüde karşılamaktadır.

İnsanoğlunun doymak nedir bilmeyen açgözlülüğü de savaşlara sebep olabilmektedir. Petrol rezervinde eşit sayılan Irak ve Kuveyt arasında, Irak-Kuveyt Savaşı bu tezi kanıtlamaya yetecektir. Daha fazla petrol rezervine sahip olmak isteyen, Irak’ın yönetimini elinde bulunduran diktatör Saddam Hüseyin, 1 Ağustos 1990’da askeri Kuveyt’i işgal etmiştir.

3.3.2. Savaşların Bölgelere Göre Dağılımı

Genel olarak savaşların dağılımına bakıldığında savaşların belli bölgelerde toplandığı görülmektedir. Afrika birinci sırada ve hemen akabinde Asya ikinci sırada yer almaktadır. Savaşların en az yaşandığı bölge ise Avrupa’dır.

Kaynakların bol olduğu bölgelerde hem savaşlar daha uzun sürmekte hem de savaşların şiddeti daha fazladır (White’den aktaran Hüseyniklioğlu, 2009). Savaşların şiddetli geçtiği bölgeler ile kaynakların yoğun olduğu bölgeler arasında yoğun bir ilişki vardır. Dünya üzerindeki kaynaklar temel olarak üç bölgeye dağılmış olup bunlar; Afrika, Ortadoğu ve Çin Denizi’dir (Klare’den aktaran Hüseyniklioğlu, 2009). Savaşların ve kaynakların dağılımına bakıldığında bu üç bölgede yoğun olarak savaşların yaşandığını görülmektedir.

4. KAYNAK BAĞIMLILIĞININ EMPERYALİZM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

4.1. Emperyalizm Kavramı ve Emperyalizmin Gelişimi

Sömürgecilik, yabancı ülkeleri doğrudan işgal, nüfusu katletme veya köleleştirme, yer altı ve yer üstü tüm zenginliklere el koyarak ana ülkeye götürme amacıyla yapılan eylemlerdir(Yıldırım, 2012). Emperyalizm ise sömürgeciliğin son yüzyıla uyarlanmış sömürgecilik şeklidir. Emperyalizm, bir anlamda, kendini bağımsız ayrı bir devlet zanneden bir ülkedeki iktisadi sömürüdür. Bu sermayenin bayrağı, marşı ve hükümeti olur ama hepsi bundan ibarettir. Hükümeti ya ABD ya da bir Avrupa ülkesi iktidara getirmiştir. Ülkenin kaynakları o ülkenin sermayesine peşkeş çekilir. Yerli üretim ve sermayenin kendi başına iş yapmasına izin verilmez.

Lenin, emperyalizmi sermayenin tekelci aşaması şeklinde tanımlıyor ve aynı zamanda dünyayı paylaşarak sömürgeleştirme sürecine geçişi olarak şöyle açıklıyor; ‘’Emperyalizm, genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreç içinde, iktisadi yönden en önemli olay, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir. Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Bir yandan mali sermaye, birkaç tekelci büyük banka sermayesinin, tekelci sanayi gruplarının sermayesiyle kaynaşmasının bir sonucudur; öte yandan, dünyanın paylaşılması olayı da, herhangi bir kapitalist devletçe el konmamış bölgelere kolayca yayılan sömürge politikasından, tamamıyla paylaşılmış yeryüzü topraklarının tekellerin mülkiyetine geçmesi için uygulanan sömürge politikasına geçişi ifade etmektedir(Yıldırım, 2012). Lenin: ‘’Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.’’ (Yıldırım, 2012)

Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslar arası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir…’’ (Yıldırım, 2012:293-294)

Kapitalizm ile ortaya çıkan büyük şirketlerin tek amacı kâr etmektir. Bu amaca giden her yolu kendilerine mubah kılan bu sömürgeci şirketler, doğada bulunan kıt kaynakları hızla tüketmeye başlamıştır. Zenginleştikçe sermayeye daha fazla susayan şirketler zamanla rekabet içine girmişlerdir. Rekabetin kızıştığı son yüzyılda kaynakların tüketimi daha da artmıştır. Buna bağlı olarak da emperyalizm de gelişimini sürdürmektedir.

4.2. Emperyalizmin Oluşum Sebebi; Kaynak İhtiyacı

Savalara sebep olan kaynak ihtiyacı emperyalizmin oluşumunda da kendini göstermiştir. Emperyalizmi kapitalizmin en büyük aşaması olarak gören Lenin, emperyalizmin temelinde kaynak ihtiyacı ve açgözlülüğün yattığını ifade etmiştir. Kapitalizm, devletleri ve şirketleri kâr etmeye yöneltmiştir. Bu amaçla hareket eden büyük devletler ve bu devletlerde var olan büyük şirketler yeni kaynak madenleri arayışına girmiştir. Çünkü üretimin hızlı olduğu bir yerde tüketim de buna paralel olarak hızlı olmaktadır. Sanayisi gelişen sömürgeci devletlerin, devasa büyüklükteki sanayi makinelerinin hızla üretim yapması, bu devletlerin yeni kaynakları elde etme yoluna sokmuştur. Kapitalist güçler, üretimi arttırıp üretilen ürünler için yeni pazarlar bulmuştur. Yeni pazarlara ürün yetiştirmek pek de kolay değildir. Bunun bilincinde olan sömürgeci devletler yeni hammadde kaynakları bulup onları büyük bir oburlukla yağmalamıştır. Bunun da yetersiz olacağını gören kapitalistler, tüm dünya coğrafyalarına, özellikle Afrika kıtasına, kollarını uzatarak ülkeleri işgal etmişlerdir. İşgale karşı çıkan yerli halklara karşı acımasızca davranan kapitalist-emperyalist ülkeler, özellikle Afrika ülkelerinde toplu katliamlar yapmıştır.

Üretimi sürekli artışta tutmaya çalışan büyük sömürgeci devletler, buldukları yeni pazarlara mal yetiştirmek için, yeni teknoloji ve yeni makinelere ihtiyaç duymaktalardır.  Daha hızlı çalışan bu makineler, kömür ve petrol gibi değerli ve kıt olan kaynaklara olan ihtiyaçlarını arttırmış ve kritik kaynak sayılan bu değerli kaynakların hızla tükenmesi, onları daha da kritik hale getirmiştir. Bunun sonuncunda da bu kritik kaynaklara olan ihtiyaç daha da artmıştır.

Kapitalizmin var oluşundan bugüne dek, insana en
büyük zarar, emperyalizm aşamasında gelmeye başlamıştır. 1800’lü yıllarda kapitalist üretim tarzıyla hareket eden devletlerden ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa çok aşırı bir sermaye şişkinliğine ulaşarak 1900’lü yılların başında kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalist güce dönüştü. Hızla silahlanan emperyalist güçler 28 Temmuz 1914 tarihinde Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşını başlattı (Çetin, 2006). Tam 4 yıl süren bu savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetti, çevre muazzam bir hasar gördü, yerleşim alanları yerle bir oldu ve bu savaşlarda haddi hesabı olmayan kaynaklar harcandı. Harcanan her kaynak, devletlerin sermayesinde bir boşluk meydana getirmiştir. Bu boşluğu doldurmak için güçsüz devletleri sömürme yoluna girmişlerdir. Bu savaş sonunda Alman emperyalizmi ve müttefikleri yenilmiş, dünyanın en geniş topraklarına sahip Çarlık Rusya’sında devrim olmuştur. Yenilen devletlerde meydana gelen sermaye ve kaynak açığı, bu devletleri yeni arayışlar içine sokmuştur. Yenilen bu devletler 21 yıl aradan sonra çok daha öldürücü ve yıkıcı silahlar üretmişti ve birinci kapışmadan boşalan cephanelerini yeniden tıka basa doldurmuşlardı. Faşist Hitler’in bulunduğu Nazi Almanya’sı 1 Eylül 1939’da İkinci Paylaşım Savaşı’nı başlatmıştır. Bu savaş 1945’te sona erdiğinde arkasında çok korkunç bir manzara bırakmıştır. 50 milyon insanın ölümüne, öbür yandan da muazzam bir kaynak harcamasına sebep olmuştur.

Daha fazla tüketim = Daha fazla üretim
Daha fazla üretim = Daha fazla hammadde
Daha fazla hammadde = Daha fazla bağımlılık

Bu ufak denklemle emperyalizmin en büyük sebebi olarak kaynak ihtiyacı gösterilebilir. Denklemin özü; tüketiciler tükettikçe, kaynaklara olan bağımlılık artmıştır.

4.3. Emperyalizmin Esirlerinden Bazıları: Güney Afrika, Cezayir ve Afganistan

Geri kalmış ülkelerde, yumuşatılmış bir diğer ifadeyle gelişmekte olan ülkelerde, kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı düşük, ücretler az ve hammadde ucuzdur. Gelişmekte olan ülkeleri cazip kılan bu kriterler, açgözlü emperyalist-kapitalist ülkelerin kaçırmayacağı fırsatlardır. Gerek diplomatik oyunlarla gerek askeri güçlerle bu ülkeler işgal edilip yağmalanmıştır. Dünyada ses getiren bu olaylara bir de kılıf bulmaları gerekirdi ki bu kılıf önceden zaten hazırlanmıştır. Geri kalmış ülkelere yatırım yaparak onları güçlendirmeyi amaçladıklarını söyleyen emperyalist güçler kendi yalanlarını açığa çıkarmıştır. Geçmiş tarihlerde olsun günümüzde olsun, sömürgeleştirilen hangi ülke ‘gelişmiş ülke’ statüsüne getirilmiştir? Yapılan tek faaliyet, işgal edilen ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürmektir. ABD tarafından 20 Mart 2003 tarihinde işgal edilen Irak’ın ekonomisi bertaraf edilmiştir. Bu sömürünün etkileri günümüzde hâlâ devam etmektedir. Bir diğer örnek ise Nijerya; yer altı kaynakları bakımından çok zengin olan bu ülke Batılı emperyalistler tarafından sömürülmüştür ve bu yetmezmiş gibi yerli halk asimile edilmiştir. Maddi kaybın yanında bir de manevi kayıp yaşayan Kara Kıtanın elması Nijerya, bu sömürüden henüz kurtulamamıştır.

Güney Afrika

Bugün Güney Afrika, bir beyaz hâkimiyeti altındadır. Oysaki Afrika zencilerin kıtasıdır. Bu kıtanın beyaz insanların hâkimiyetine girmesinin temel sebebi yer altı zenginlikleridir. Güney Afrika’da zenciler yönetimden uzak olduğu gibi, aylık 30 dolar ücretle kölelerden daha aşağı bir hayat seviyesiyle sömürülmekteydiler (Yıldırım, 2012).

Avrupalıların yerleşmek üzere seçtiği alanlarda görülen ortak özellik, verimli toprakları olmasıdır. Güney Afrika’da nüfusun dörtte üçünden fazlasını oluşturan zencilere toprakların yalnızca %12’si bırakılmıştı ve bu toprakların yarısından fazlası verimsiz çöl bölgeleriydi. Güney Afrika, 1919 yılında Milletler Cemiyeti emriyle, eskiden Alman kolonisi olan Güneybatı Afrika’yı aldığında, beyazlar nüfusun yalnızca %16’sını oluşturuyordu(Yıldırım, 2012). Ama bu az sayıdaki insanın elinde en verimli topraklar bulunuyordu. Verimsiz topraklara mahkûm edilen zenciler, Avrupalılar tarafından düşük ücretle çalıştırılmıştır. 1915’te yapılan bir araştırma, Afrikalılardan dörtte üçüne geçimini sağlayamayacak kadar düşük ücret verildiğini göstermiştir.

Güney Afrika’da 1966’da yapılan seçimde 14 milyon Afrikalı zenci ve melez oy kullanamamıştır. Genel seçimlerde 3,5 milyon beyazın oy kullanışını çaresizce seyretmişlerdir. Genel seçimin sonucunda yine beyazların yüzü gülmüştür; 1948’den beri iktidarda bulunan Dr. Verwoerd yine kazanmıştır(Yıldırım, 2012). İngilizler, Güney Afrika’nın elini kolunu bağlamıştır. Devlet yönetiminde hiçbir hak iddia edememişlerdir. Kendi topraklarında dışlanıp küçümsenmişlerdir. Zenci, kendi ülkesinde mülkiyet hakkına da sahip değildi. Zencilerin okulları, otobüsleri ve kurumları ya ayrı ya da giriş-çıkışları ayrı olurdu.

Kısacası, Güney Afrika’da da Avrupalılar, hem bölgeyi işgal etmişler hem de yerli halkı yok etmek ve köleleştirmek için uğraşmıştır.

4.3.1. Cezayir

Sömürgecilik faaliyetlerinde yaşanan bir insanlık dramı da Cezayir’e yapılandır. Kendini; nezaketin, aristokrasinin ve edebiyatın merkezi gibi sunmaya çalışan Fransa’nın Cezayir’de yaptığı doğrudan bir vahşet ve zulüm uygulamasından başka bir şey değildir. 37.000 kişilik bir Fransız ordusu 14 Haziran 1830’da Cezayir’e girdi(Yıldırım, 2012). 5 Temmuz günü de Cezayir’in hükümeti kayıtsız şartsız teslim oldu. Dikkatleri üstüne çeken bu Fransız hareketi, Fransızları bu olaya bir kılıf uydurma çabasına sokmuştur. Fransa’nın kamuoyuna sunduğu gerekçeler yalandan başka bir şey değildi. ‘Uygar dünyanın çıkarları adına’ yaptıklarını öne sürmüşlerdi ve buna ek olarak da ‘Cezayir korsanlığını’ ortadan kaldırmak için işgal ettiklerini belirtmişlerdi. Ufak bir araştırma bize gösterdi ki Akdeniz’deki korsanlığın tarihe karışalı çok olmuştu. Bu da Fransa’nın yalanlarını ortaya çıkarmıştır. Yerli halkı bu işgale razı etmek için, işgallerini meşrulaştırmak için, Arapça bir bildirge yayınlayıp Cezayir’i ‘Türklerden kurtarmaya’ geldiklerini söylemişlerdir(Yıldırım, 2012).

Güney Afrika’da olduğu gibi burada da yerli halkın elinde bulunan verimli toprakları zorbalıkla almışlardı ve halkı kendilerine bağımlı hale getirmişlerdi. Fransa’nın gerekçelerinin yalan olduğunu anlayan yerli halk, örgütlenmeye başlamıştı. Küçük ayaklanmalar çıkmaya başlamıştı fakat Fransız askeri güçler tarafından bunlar bastırılmıştı. Ülke genelinde ilk büyük ayaklanma Mayıs 1945 tarihinde olmuştur. Bu ayaklanma da başarısızlıkla sonuçlanmış ve ayaklanma sonrasında 45.000 civarında insan öldürülmüştü(Yıldırım, 2012). Bunun devamında 1954, 1956, 1957 ve 1960 yıllarında büyük katliamlar yapılmıştır. 18 Mart 1962’de yapılan anlaşma ile ateşkes ilan edilmişti. Emperyalizmin bu vahşeti sonucunda 1,5 milyon Cezayirlinin öldüğü yazılmaktadır. 1830’lardan 1930’lara uzanan 100 yıllık bir sömürgeleştirme ve asimile faaliyetleri sonucunda Cezayir’e kalan tek miras ‘kendi kültürlerinden yoksunluk’ ve ‘kendi kaynaklarından mahrumiyet’tir.

4.3.2. Afganistan
/>Afganistan, jeopolitik konum bakımından tarih boyunca gözde bir bölge olmuştur. İngilizler 1839’da Afganistan’ı işgal etmişlerdi. 1828’de Dost Muhammed’in yönetime geçmesiyle egemenlik kuruldu ve birlik sağlanmıştı. 1878’de İngilizler Ruslarla işbirliği yaparak ikinci kez işgal etmişti. Ancak 8 Ağustos 1919’da yapılan Ravalpindi Antlaşmasıyla Afganistan bağımsızlığı tamamen tanınmıştı. Fakat 1947’de tahta geçen Zahir Şah Ruslarla yakın ilişkiler kurarak onların nüfuzunu arttırmış fakat kontrolün elinden kaybettiğini anlayınca Rusların itaatinden çıkmıştı. Rusların kendi çıkarlarını koruması amacıyla 1973’te Davut Han’ı destekleyerek darbe yapılmış ve yönetime kendi adamları yerleştirilmişti. Ruslar bununla da yetinmeyip 27 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgale başlamıştı. Direniş gösteren halk katledilmiş, katliamdan kaçan Afganlar ise Pakistan’a göç etmişti. İşgalin 21. Yılında Ruslar geri çekilmişti. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 20 Kasım 1985’te yayımladığı rapora göre, Sovyet Ordusu 32,755 kişi öldürmüştür.
Sovyet ordusunda ise 8,000 ölü olmak üzere 25,000 kayıp olduğu yazılmıştır(Yıldırım, 2012).

Sovyetlerden sonra ABD, 7 Ekim 2001 günü Afganistan’ı işgal etmişti. Peki Afganistan’ı bu kadar çekici kılan nedir? İngiltere’yi, Rusya’yı ve ABD’yi kendine çekmeye sebep olan nedir? Çünkü emperyalist hesapta hem doğal kaynakların (uranyum, altın, demir, kurşun, kömür ve doğalgaz) hem de konumu bakımında önemli yerdir(Hüseyniklioğlu, 2009 ve Yıldırım, 2012).

ABD bu işgal sonucunda elbette ki çok büyük kazançlar elde etmiştir. Nitekim savaş başladıktan sonra:

– Tomahawk füzelerini üreten: Raytheon Şirketi
– Patrion füze sistemini geliştiren: Lockheed Martin
– Uçak üreticisi: North trop Grumman (Yıldırım, 2012)

Şirketlerinin hisse senetleri üç ay içerisinde Newyork borsasında %42 oranında değer kazanmıştır (Yıldırım, 2012).

5. SONUÇ

Örgütler tümüyle kendi kendilerine yeterli değildir. İhtiyaç duydukları bütün kaynakları kendi içlerinden tedarik etme imkânları yoktur. Gerek duydukları bazı kaynakları çevrelerinden temin etmek zorundalardır. Bu da çevrelerindeki diğer örgütlerle ilişki içine girmelerini sağlayacaktır. Örgütün ihtiyaç duyduğu kaynakların temin edildiği çevrenin her zaman güvenilir olmaması, örgüt için beklenmedik durumlara yol açmakta(Thompson’dan aktaran Hüseyniklioğlu, 2009) , çevrenin güvenli, diğer deyişle tahmin edilebilir olmaması örgü ihtiyaç duyduğu kaynaklara bağımlı hale gelmesine sebep olmaktadır(Pfeffer ve Salancik’ten aktaran Hüseyniklioğlu, 2009).

Savaşlar, örgütlerin kendi ihtiyaçlarını şiddet kullanarak elde ettikleri süreçler olarak değerlendirilebilir. Örgütü şiddet kullanarak savaşmaya iten ve savaşı şekillendiren, örgütün kaynağa olan ihtiyacı ve kaynağın kritikliğidir. Aynı durum emperyalizm için de geçerlidir. Elindeki kaynağı koruma amacıyla savunma mekanizmasını güçlendiren örgütler bir tarafta, çevredeki örgütlerin elinde bulunan kaynakları elde etmek için saldırı mekanizmasını güçlendiren örgütler diğer taraftayken çatışma kaçınılmazdır. Savaş yoluna giren örgütlerin amaçlarından biri de kaynağa olan bağımlılığını azaltmaktır. Fakat savaşta harcanan kaynakların bıraktığı boşluğu doldurmak için kaynaklara daha fazla bağımlı hale gelinmektedir. Buna bir çözüm olarak emperyalizmi(sömürgeciliği) çıkarmışlardır. Güçlü örgütler, zengin fakat güçsüz örgütler üzerinde hâkimiyet kurarak onları yağmalama yoluna girişmiştir. Bunun sonucunda birçok insan hayatını kaybetmiş, çevre zarar görmüş, kıt olan kaynaklar hızla tüketilmiştir. Kıt kaynakların daha da kıtlaşması, onların kritik kaynak olma derecelerini daha da arttırmıştır. Kritik kaynakların peşine düşen örgütler sürekli olarak çatışma halinde olmuştur. 50 milyon insanın ölümüyle ve muazzam bir kaynak harcamasıyla sonuçlanan bir dünya savaşı örneklem olarak alınabilir. Yapılan araştırmalara göre II. Dünya Savaşı’nda kullanılan kaynaklar tüm dünyaya uzun yıllar yetecek miktardaydı. Fakat kapitalizm vahşetinin doymak nedir bilmeyen açgözlülüğünün esiri olan birkaç insanın başlattığı savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetmiş ve sınırlı olan kaynaklar tüketilmiştir. Bulunduğumuz durum bize şunu gösteriyor ki, bu vahşet hâlâ devam etmekte ve her zaman devam edecektir.

KAYNAKÇA

http://www.tr.wikipedia.org/wiki/ASEAN
BRİGGS, Asa ve HALL, Angus ve WİLLİAMS, Stephen, Çeviri, ÖNOL, Nihal ve SAKACI, Samim ve Sibel, Ne Zaman Nerede Neden ve Nasıl Oldu, İstanbul, 2008.
BAŞKAYA, Fikret, Küreselleşme mi? Emperyalizm mi? Piyasacı Efsanenin Çöküşü, Ankara, Ütopya Yayınevi, 1999.
FİDANBOY, Cemalettin Ö.ve ALAN, Hale, Kaynak Bağımlılığı ve Stratejik İşbirliği İlişkisi: Kaynak Özelliklerinin İş Birliği Oluşumuna Etkileri, Ankara, 2013.
GÖZEN, Ramazan, Amerikan Kıskacında Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal e Sonrası, Ankara, Liberte Yayınları, 2000.
GÜZEL, Çetin, Emperyalizm ve Çevre Krizi, İstanbul, Ceylan Yayınları, 2006.
HÜSEYİNİKLİOĞLU, Abdullah O., Kaynak Bağımlılığının Savaşlar Üzerindeki Etkisi: 2. Dünya Savaşı Sonrasındaki Savaşların Yönetimi Üzerine Bir Araştırma, Adana, 2009.
KAVAS, Ahmet, Geçmişten Günümüze Afrika, İstanbul, Kitabevi Yayın, 2005.
KÖSEOĞLU, Zeynep G. ve GERÇEK, Burak, Kaynak Bağımlılığı Teorisi Sunumu, 2011.
MEYDAN, Cem H., Kaynak Bağımlılığı, İşlem Maliyetleri, Örgütsel Ağ ve Yeni Kurumsal Kuram ile Örgütlerin İttifak Oluşturma Sebepleri Üzerine Bir İnceleme, Ankara, 2010.
SÖZEN, Cenk ve BASIM, Nejat, Örgüt Kuramları, İstanbul, Beta Yayınları, 2012.
TOFFLER, Alvin ve Heidi, Çeviri, HARMANCI, Mehmet, 21. Yüzyılın Şafağında Savaş ve Savaş Karşıtı Mücadele, İstanbul, Gençlik Yayınları, 1994.
UYSAL, Gürhan ve İPÇİOĞLU, İsa, Kaynak Bağımlılığı Teorisi’nin Kritik Bir Unsuru Olarak Kaynak Belirsizliği ve Müşteri -Tedarikçi Arasındaki İlişkisel Değişime Etkisi, Manisa, 2008
YILDIRIM, Hayri, Sömürgeci Batının Barbarlık Tarihi I., İstanbul, Kum Saati Yayınları, 2012.
YILDIRIM, Hayri, Sömürgeci Batının Barbarlık Tarihi II., İstanbul, Kum Saati Yayınları, 2012.
YILMAZ, Sait, Irak Dosyası, İstanbul, Kum Saati Yayınları, 2011.