Reşat Nuri Güntekin Mebus Şerif Halil Bey, bir dostunun ricası üzerine Maarif Müdürü Tevfik Hayri Bey’den Zehra Hanım adındaki bir öğretmen için on – on beş günlük izin ister. Seçim bölgesini gezmek için geldiği kasabada eski okul arkadaşı olan maarif müdürüne konuk olur. Zehra Hanım’ın babasının çok hasta olduğunu, hayatî tehlikesinin bulunduğunu, bir an önce İstanbul’a babasının yanına gitmesi gerektiğini söyler.

Sponsor Bağlantılar

İki eski arkadaş, Zehra Hanım hakkında konuşmaya başlar. Tevfik Bey, Zehra Hanım’ı beş yıla yakın bir zamandır tanıdığını, onun çok çalışkan biri olduğunu, kısa sürede kasabalının gönlünü ve güvenini kazandığını söyler. Zehra Hanım’ın tek zaafı; haksızlık, yalan ve yanlışa tahammül etmemesi, çok sert tepki göstermesidir.

“… onda bir nevi hastalık, hiç durmayan, onu daima için için yakan bir humma var: Doğruluk, fedakârlık, manevî temizlik hastalığı… Haksızlığın, yalanın, riyanın (ikiyüzlülüğün), hâsılı bütün ahlâksızlıkların ve zaafların müthiş bir düşmanıdır.” (s.11-12)

“Doğruluk, temizlik, fedakârlık hastalığı onda insanlığın en kıymetli bir kabiliyetini öldürmüştür: Acımak kabiliyeti… Zehra Hanım’a hissiz bir kadın denemez… Bilâkis geniş bir ruhu var. Güzel, doğru, temiz şeyleri çılgınca sevebiliyor, onlar için her fedakârlığı yapıyor. Fakat zaafa, düşkünlüğe, çirkinliğe acımıyor. Sadece kızıyor, hırçınlaşıyor. Kabahatli insan, düşkün insan onun gözünde ekin tarlalarında bitmiş muzır (zararlı) bir ot gibi. Onu acımadan söküp atıyor. Yapılmış bir fenalık için mazeret tanımıyor.” (s.13)

Zehra Hanım; annesi hasta olduğu için ev işlerini yapmak ve küçük kardeşine bakmak zorunda kalan, bu yüzden de okula geciken, evinde saati olmadığı için kapalı günlerde okula geciken, yeni ayakkabısı eskimesin diye terlikle okula gönderilen öğrencileri derse almaz. Haklı gerekçeleri olsa bile, yanlış yapan öğrencilere söz hakkı vermez, göz açtırmaz, onları hemen cezalandırır. Sınfın içerisinde hafif davranışlar sergileyen çocuklara anında müdahale eder, onları sanki hastalıklı çocuklarmış gibi öbür çocuklardan ayırır.

Tevfik Bey, Zehra Öğretmen’i pek çok yönden beğenir, takdir eder. Fakat Zehra Öğretmen, acıma duygusunu öğrenmeden, mükemmel bir öğretmen olamayacaktır.

“Acımak… Ben insan ruhlarındaki derinliğin ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim (inanıyorum)… Fikrimce yalnız doğruluk hastalığı, bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak kabiliyeti, bir cemiyeti (toplumu) mesut etmeye kâfi (yeterli) gelemez… Bunun için acımak, birbirimizin feryadını, iniltisini duyabilmek de lâzım!.. Yine Zehra Hanım’a geliyorum… O şüphesiz çok mükemmel mahlûk, çok iyi muallim (öğretmen)… Fakat bu söylediğim eksiği tamamlamadıkça hiçbir zaman istediğimiz muallim olamayacak…” (s.14)

Ailesi çok fakir olan bir öğrencinin para karşılığında bazı arkadaşlarının ödevlerini yaptığını öğrenir. Hemen bu öğrencinin okuldan kaydını sildirir.

Mebus Şerif Bey ile Maarif Müdürü Tevfik Bey akşamüzeri kasabayı dolaşırlar. Okula vardıklarında ders bitmiş, öğrenciler çıkmaktadır. Şerif Bey, Zehra Hanım’a babasından bahsettiği anda, Zehra Hanım kaşlarını çatarak “Yanlış olacak… Benim babam yok efendim…” (s.19) diyerek sert bir karşılık verir. Şerif Bey, babasının çok hasta olduğunu, hayatî tehlikesinin bulunduğunu söyler. Zehra Hanım, her ne kadar ilgisiz gibi görünmeye çalışırsa da aldığı üzücü haberden etkilenir. Konuyu değiştirir, okuldan, öğrencilerinden konuşmaya başlar. Tevfik Bey, konuşma sırasında Zehra’nın heyecanı fark etmiş, onun yalan söylediğine kanaat getirmiştir. Fakat onun üzerine gitmez, bir sırrı olduğunu düşünür.

İki gün sonra İstanbul’dan, Zehra Hanım’ın babasının ölmek üzere olduğunu bildiren resmî bir telgraf gelir. Tevfik Bey, hemen Zehra Hanım’ı çağırtır. Zehra Öğretmen, bu kez babasını inkar etmez. Tevfik Bey, süratle İstanbul’a gitmesi gerektiğini söyler, fakat Zehra Hanım sakin bir şekilde gitmeyeceğini söyler. Tevfik Bey, bu davranışa bir anlam veremez, ondan bir açıklama ister. Zehra Hanım ağlayarak ve dudakları titreyerek şunları söyler:  “Geçen gün sizden hakikati sakladım… Babamı inkâr ettim… Fakat bu büsbütün yalan sayılmaz. Mürşit Efendi üzerimde babalık haklarını kaybetmiş bir… Bir biçaredir… Biçare diyorum. Lâyık olduğu kelimeyi söylemeye dilim varmıyor. Belki şu saatte ölmüştür.” (s.33)

“Bu adam ailemizi mahvetti… Bir ben kendimi kurtarabildim… O da ne güçlükle… Bilemezsiniz… Sekiz sene evvel bir yangından, bir bozgundan kaçar gibi kendimi bir kasabaya attım. İzimi kaybettirdim, kendimi unutturdum…” (s.34)

“İstanbul’a gitmeyeceğim… Mürşit Efendi’yi tanımıyorum… Tanımamakta da kendimi haklı görüyorum… Mademki öleceği varmış… Bir köşeye çekilip kendi kendine ölebilirdi…” (s.35)

Tevfik Bey, bir evladın ölüm döşeğinde yatan babasına karşı bu kadar duyarsız, kalpsiz kalması karşısında şaşırır. Ona göre, böyle bir saatte, her ne sebeple olursa olsun, tüm kırgınlıkların unutulması gerekir. Zehra Hanım’a bir şey söylemek içinden gelmez. Bir saat sonra, maarif müdürü yemeğe çıkarken Zehra Hanım’la karşılaşır. Zehra Hanım, gitmeye karar verdiğini söyler.

Zehra, trenin penceresine başını yaslar, geceyi seyre dalar. Bir süre sonra gözlerini kapar, yirmi yıl öncesine, çocukluk günlerini hatırlamaya başlar. Teyzesi Ruhsar’ın zalim bir kocaya gittiğini, kocasından sürekli dayak yediğini, sonunda da kocası tarafından tabancayla öldürüldüğünü kış gecelerinde anneannesinden tekrar tekrar dinlemiş ve bu yüzden erkeklere düşman olmuş, ölünceye kadar evlenmemeye karar vermiştir. Teyzesinden dört yaş küçük olan annesi Meveddet ise; çapkın, sarhoş, kaba, serseri bir adamın elinde yıllarca sürünmüştür. Yakın komşuları Mesadet Hanım ve kardeşi Necip Bey’in çok iyiliklerini görmüşler. Necip Bey, Zehra’nın babası Mürşit Efendi’ye yanında iş vermiş. Fakat Mürşit Efendi bu iyiliğe, hakaret ederek ve bu aileyle görüşmeyi yasaklayarak karşılık vermiş. Fakat babasından gizli yine bu aileyle görüşmüşler.

Zehra’nın kendisinden dört yaş büyük olan ablası Feriha, akranlarıyla oynamak yerine yetişkin kızlardan hoşlanır, süse düşkündür. Babası içkiye, çapkınlığa para bulur, ancak kızına bir çift çorap almak için bin dereden su getirtir, ablasının sokağa çıkmasını yasaklar. Feriha on dört yaşında veremden ölür. Mürşit Efendi’ye kızın cenazesini göstermezler, “katil, katil” diye bağırarak eve yaklaştırmazlar.

Zehra, ablasının ölümünden iki ay sonra babası tarafından Marabet (Rahibe) Mektebi’ne yazdırılır. Mürşit Efendi, Zehra’nın kimseyle görüştürülmemesini tembihler. Zehra bu okulda üç buçuk yıl okur. Bu arada uzunca bir süredir hastalıkla boğuşan annesi ölür. Anneannesine inme iner, yıllarca hastane köşelerinde inler. Babası hapse girer. Zehra on dört yaşında Marabet Mektebi’nden ayrılır. Darülmuallimat’ın açtığı sınavı kazanır. Zehra’nın Darülmuallimat’taki öğrenciliği beş yıl sürer.

“Genç kızın Darülmuallimat’taki hayatı tek kelime ile hulâsa edilebilirdi (özetlenebilirdi): çalışmak.

Kitaplarından başını kaldırmıyor, kimse ile ahbap olmuyordu. Kendi yaşındaki çocuklara mahsus olan neşelerden, hüzünlerden, hoppalıklardan onda eser yoktu, yaşlı başlı bir insan gibiydi. Kalbi bütün sevgilere, ümitlere kapanmıştı…” (s.47) 

Zehra bir okul gezintisinde babasıyla karşılaşır. Babasını saçı sakalına karışmış, elbiseleri lime lime olmuş halde görünce, arkadaşlarına rezil olmaktan korkar.

Okulu bitirince Zehra’ya İstanbul’da görev verirler, Fakat Zehra bunu kabul etmez, bir arkadaşıyla görev yerini değiştirerek Anadolu’da bir kasabaya gider, kendisini tüm gayretiyle işine
adar. “Yavaş yavaş varlığını, benliğini unuttu. Başkalarının hayrı için işleyen bir makine halini aldı.” (s.49)

Zehra sabaha karşı pencerenin kenarında uykuya dalar.

Uzaktan akrabaları olan yetmiş yaşlarındaki Vehbi Efendi, iki hafta önce Mürşit Efendi’yi sokakta görmüş, saçı sakalı ağarmış, dilenciden beter bir kılıkta, iskeleti çıkmış, gayet düşkün bir halde olan Mürşit Efendi’ye acımıştır. Sokaklarda kimsesiz, düşkün bir halde ölmesine gönlü razı gelmediği için onu evine getirmiştir.

Zehra, babasının bir gün önce öldüğünü öğrenir. Zehra babasının cenazesini görmek istemez. Vehbi Efendi’nin karısı ile bir komşu, cenazenin başında dua okurlar. Zehra’nın soğuk ve duygusuz tavırlarına bir anlam veremezler. Vehbi Efendi, Mürşit Efendi’ye ait olan tahta bir sandığı Zehra’ya teslim eder. Zehra, babasına ait olan sandığı almak istemez, sandıktaki eşyaların fakirlere dağıtılmasını söyler. Vehbi Efendi, Zehra’yı cenazenin yanına götürmekte ısrar eder, fakat Zehra reddeder.

Zehra odasında yalnız kalınca dayanamaz ve babasından kalan sandığı açar. Sandığın içinden eski püskü çamaşırlar, yamalı çoraplar, değersiz birkaç eşya çıkar. Bunların arasında bir de defter gözüne çarpar. Bu Mürşit Efendi’nin hatıra defteridir.

Zehra babasının defterini okumaya başlar…

Hatıra Defterim

Mürşit Efendi, bir çeşit günlük diyebileceğimiz defterinin ilk satırlarına, diplomasını aldığı günün mutluluğunu yansıtan cümlelerle başlar. Bundan böyle iş güç sahibi olacak, açlığa ve sefalete paydos edecektir. “Gayem namuslu ve gayretli bir memur olmak ve küçük, temiz bir aile yuvası kurmaktan ibaret…” (s.58)

Diploma sahibi olunca kolaylıkla iş bulacağını zanneden Mürşit Efendi, üç aylık zorlu bir koşturmadan sonra kendine küçük bir memuriyet bulur. Maiyet memuru olarak Sivas’ta işe başlar. Emeğinin karşılığını almak, bir makam sahibi, odası, küçük masası Mürşit Efendi’yi fazlasıyla mutlu eder. Milletinin mutluluğu için ölünceye kadar tüm gücüyle çalışmaya karar verir.

Bir akşam iş arkadaşlarının ısrarıyla içkili, şarkılı, eğlenceli bir davete katılır. Sohbet sırasında maarif kâtibi, Mürşit Efendi’ye bu hayata içkisiz katlanılamayacağını, yolsuzluklar, amirlerin hakaretleri, işten atılıp aç kalma korkusuyla tüm bu rezilliklere boyun eğmek, arkası kuvvetli zengin insanlara söz geçirememek, ev sahibi ile kira için kavga etmek, evde karının dırdırını dinlemek gibi olumsuzluklara ancak içki içerek dayanabildiğini söyler.

Mürşit Efendi bu ziyafetten pek hoşnut kalmaz. Çünkü onun kafasında çalışmak, milletine hizmet etmek vardır. Bir daha bu tip davetlere gitmemeye, arkadaşlarıyla iş dışında pek fazla görüşmemeye karar verir. Mürşit Efendi canla başla çalışır. Amirleri ve daire arkadaşları, onun iyi niyetli, yumuşak başlı, toy bir genç olmasından faydalanırlar, çoğu zaman kendi işlerini ona yaptırırlar. Hatta buna öyle alışırlar ki, işlerini yaptıramadıkları zaman kavga ederler. “Dairedeki arkadaşlar bir yığın tembel alayı… Allah’tan ki ben gelmişim… Yoksa halleri harapmış… Beni ağzı var dili yok çalışkan, bir çocuk buldular ya… Yüklendikçe yükleniyorlar.” (s.68)

Mürşit Efendi tüm bu olumsuzluklara rağmen prensiplerinden ödün vermez, arkadaşlarıyla iyi geçinir, onları kırmamak için elinden geleni yapar. Çok çalışır. R.. kazasındaki kaymakamlığı sırasında nezaketi ve uysallığıyla alay eden bir arkadaşına ağzının payını verir. Sessiz sakin bir memurun böylesi bir davranışı, umulandan fazla gürültü koparır. Olay paşanın kulağına gider. Mürşit Efendi, paşadan azar işitir.

Birkaç ay sonra Mürşit Efendi yine tatsız bir olay yaşar. Çalışkan bir genç olduğu için kendisine uygun görülen kaymakamlık görevine, tam işlemler bitmek üzereyken, daha kıdemsiz ve başarısız bir genci tayin ederler. Nasıl olsa “Mürşit uslu ve tatlı bir çocuktur… Sesini çıkarmaz…” (s.80) Beklenenin aksine Mürşit Efendi, uğradığı bu haksızlığa sessiz kalmaz, çok şiddetli tepki gösterir. Milleti yaptığına yapacağına pişman eder. Bu olay yüzünden siciline saldırgan ve geçimsiz bir insan diye kayıt düşerler. Mürşit Efendi yaşamını temiz ve dürüst bir insan olarak sürdürme mücadelesinde yenik düşer. Uğradığı haksızlıklara ancak içerek katlanabilir.

Mürşit Efendi bir darbe de kendisine ucuz fiyatla ev tutan Nasuhi Bey’den gelir. Hükümet konağındaki müdürlerden biri olan Nasuhi Bey, Mürşit Bey’in kaldığı Ermeni evine bazı akşamlar uğrar, içkiler içilir, şarkılar söylenir. Nasuhi Bey keyfine düşkün bir adamdır. Mürşit Efendi’nin saflığından faydalanarak, abayı yaktığı bir Ermeni kadınla, Mürşit Efendi’nin işte olduğu saatlerde, Mürşit Efendi’nin evinde buluşurlar. Tahsin Efendi sayesinde bu rezaleti öğrenen Mürşit Efendi, birkaç günlük takipten sonra Nasuhi Bey’i kendi odasında, kadını beklerken bulur. Hiçbir şey söylemeden boğazına sarılır, bastonla döverek dışarı atar.

Nasuhi Bey gizliden gizliye Mürşit Efendi’ye kötülükler yapar. Mürşit Efendi, iyi bir insan olmak için gayret etmesine, ölesiye çalışmasına rağmen siciline “geçimsiz biridir” diye kayıt düşerler.

Havası, suyu, manzarası gayet iyi olan R… kazasını; küstah ve çıkarcı eşrafıyla muhatap olmamak, onların oyununa gelmemek için bir arkadaşıyla görev değişikliği yapar. Çok bakımsız ve fakir bir yer olan M… kazasının kaymakamı olur. Halkına canla başla hizmet ederek mutluluğu yakalamaya çalışacaktır.

“Bugün yeni memuriyetime başladım. M… çok bakımsız kalmış, fakir ve muzdarip bir yer… Benim için aranmakla bulunmayacak bir memleket… Belki çocukça bir fikirdir, felsefe kitaplarında yeri yoktur ama ben saadeti ikiye ayırırım: başkalarından alınan saadet, başkalarına verilen saadet. Benim için hakikî saadet başkalarına verilen saadettir.

Burası çok fakir ve muzdarip bir yer… Demek ki çok iyilik, çok hizmet edebileceğim… Binaenaleyh (bununla birlikte) çok mesut olacağım.” (s.88)

(M…) kazasında en büyük sıkıntı, temiz içme suyunun bulunmamasıdır. Halk kokmuş bir bataklıktan su içer. Her gün bir iki çocuk ölmektedir. Mürşit Efendi bu duruma daha fazla seyirci kalamaz. Amelelerin başında gece gündüz demeden toz toprak içinde çalışır. Kanunlara uygun davranmadığı için soruşturma geçirir, daha kötü bir kazaya gönderilir.

(S…) kazasında dilencilik yapan, çocukların velilerinden para isteyen, ders esnasında çocukların yiyeceklerini aşıran, cahil, bunamış bir hocayı görevinden uzaklaştırır. İhtiyar hoca, kaymakamın başını ağrıtır. Boynunda bir torba ile kapı kapı dilenir. Mürşit Efendi’nin doğru olanı yaptığından şüphesi yoktur, ancak yine de vicdanı sızlar.

Mürşit Efendi, Doğu illerinin çoğunda görev yapar, çok sıkıntılar çeker; iftiraya uğrar, mutaassıp bir kasabada dinsiz diye öldürülme tehlikesi atlatır, eşkıyalar tarafından soyulur. Göreve başladığı beş altı yıl önceki düşünceleri, değer yargıları iyiden iyiye değişir.

“… bir köşede kendimi unutturmaktan, bir parça başımı dinlemekten
gayrı arzum yoktu… Genç yaşıma rağmen tekaüt (emekli) olmuş gibiyim. Artık etliye sütlüye karışmıyorum. Başkalarına yapılan bir gadr (hainlik) ve haksızlığın aksini kendi kalbimde duyarak isyan etmiyorum. Büyüklerle iyi geçiniyorum. Küçüklerin ihmallerine, hatalarına mümkün olduğu kadar göz yumuyorum. Kimsenin işine karışmadığım, herkesi tasdik eder gibi göründüğüm için bana taarruz eden de pek olmuyor. Hâsılı renksiz, ruhsuz bir adam oldum.”
(s.98)

Mürşit Efendi, Diyarbakır’da tahrirat müdürü olarak görev yapar. Bir gün, çalıştığı dairede Fadıl Efendi adında bir mal müdürü fenalık geçirir. Fadıl Efendi, iyi olmadığını söyleyerek kendisini evine götürmesini ister. Eve yaklaştıklarında Fadıl Efendi, yine fenalaşır, ölür. Mürşit Efendi, ölüyü kucaklayarak evine götürür.

Mürşit Efendi, babasını kaybetmiş olmanın acısıyla saçlarını yolup yüzünü tırnaklayan küçük bir kızı görünce kalbinde birtakım kıpırdanmaların olduğunu hisseder. Böylesine acı ve hüznün hâkim olduğu bir ortamda, döşeğinde cansız yatmakta olan Fadıl Efendi’nin küçük kızı Meveddet, Mürşit Efendi’nin kalbine bir kor gibi düşer.

Mürşit Efendi, sanki aileden biriymiş gibi sağa sola koşturur, acılı aileye elinden geldiğince yardımcı olur. Hazırlıklar tamamlanıp yola çıkılacağı gün, Mürşit Efendi, Makbule Hanım’dan kızı Meveddet’i ister. Makbule Hanım, kızının düşüncesini sorma gereği bile duymadan bu evliliğe onay verir.

Makbule Hanım, ölen kocasının çok tembel bir adam olduğunu, kendisine ve çocuklarına çok sıkıntı çektirdiğini anlatır. Mürşit Efendi, bu yalanlara inanır, kaynanasını bu dünyaya sırf iyilik etmek ve sıkıntı çekmek için gelmiş bir meleğe benzetir.

Makbule Hanım, damadının saf ve uysal olmasından faydalanır, gönül okşayıcı sözleriyle onu avucunun içine alır. Oldukça kurnaz bir kadındır. Önce pahalı bir eve çıkarlar. Alay müftüsünün kızına aldığı yüzüğün aynısından kendi kızına da aldırır. Sokaktan geçenlerin ayıplayacak olmalarını bahane göstererek evine Şam kumaşından perdeler aldırır. Diyarbakır’da sıkıldıklarını söyleyerek İstanbul’a taşınmak için damadı sıkboğaz ederler. Komşuların, yaşlı bir kadını mutfakta çalıştırdığı için damadı hakkında dedikodu çıkardıklarını söyleyerek eve aşçı getirtir.

Mürşit Efendi’nin tüm bu yaptıklarına karşılık Meveddet Hanım, kocasına karşı soğuk davranır, onu sevmez. Kocasına sürekli kızar, surat asar. Arkadaşlarının daha iyi yaşadıklarını söyleyerek sürekli şikayet eder. Kocasının kırılacağını düşünmeden, beğenmediği şeyleri yüzüne karşı açıkça söyler. karısının gözünde değersiz, işe yaramaz, basit bir adam olmak Mürşit Efendi’yi derinden yaralar.

Yine bir gün kaynanasının dolduruşuna gelen Mürşit Efendi, ceza reisine ağza alınmayacak sözler söyler. bu yüzden validen hakaret duyar. İşinden kovulma tehlikesi atlatır. Başka bir gün, kaynanasının ve karısının ısrarlarına daha fazla dayanamayan Mürşit Efendi, yolsuzluk yaptığı tespit edilen, bu nedenle hem görevinden atılacak hem de hapse girecek olan bir memur hakkında olumlu rapor tutturur. Kişilik yönünden bir hayli değişen Mürşit Efendi, kaynanasının gönlünü kazanmak ve karısının gözünde yükselmek gibi yüce bir amaç uğruna böyle bir şey yaptığı için de vicdanen bir rahatsızlık duymaz.

Meveddet Hanım İstanbul’a taşınma konusunda kocasına baskı yapar. Fazla para kazanamadığı için kocasını aşağılar. “Namuslu bir adam oldun da eline ne geçti. Sanki başkaları gibi çalıp çırpaydın bizim de elimizde beş on paramız olurdu. Böyle sıkıntı çekmezdik.” (s.119) Mürşit Efendi, karısının gönlünü hoş etmek amacıyla ne yapıp edip İstanbul’a gitmenin bir yolunu bulmaya karar verir. Bu uğurda alçaldıkça alçalır. Çalmadık kapı bırakmaz. Bir dilenci gibi önüne gelene yalvarır. Yeter ki İstanbul’a gitmenin bir yolunu bulsun. Sonunda amacına ulaşır. İstanbul’da gümrük müfettişi olarak çalışacaktır.

Bu arada Mürşit Efendi, karısının ve kaynanasının isteklerini yerine getirebilmek için boğazına kadar borca batmıştır. Borçlarını ödeyebilmek için herkese el açar. Hakaretlere uğrar, tüm şehre rezil kepaze olur.

Diyarbakır’ın yerli zenginlerinden Abdüssamet Bey, Mürşit Efendi’ye para konusunda yardımcı olur. Mürşit Efendi, bu iyilikten aldığı cesaretle, bir süredir annesiyle birlikte evinde kalan, alışveriş işleriyle ilgilenen Hafız Recep adındaki genç için de İstanbul’da bir iş ayarlamasını ister. Bu yüzsüzlük, Abdüssamet Bey’i çileden çıkarır. Abdüssamet Bey, Mürşit Efendi’ye ailesinin çevirdiği dolapları bir bir anlatır. Namuslu, çalışkan ve iyi bir memur olan kayınbabasının mahveden kişinin kaynanası olduğunu, kendisinden iş bulmasını istediği Hafız Recep’in de kaynanasının aşığı olduğunu söyler. “Bütün Diyarbakır’da rezil oldun… Hem sade bu meselede mi? Seni boğazına kadar borca yatırdı. Diyarbakır’ın en zengin yerli ve memur aileleriyle baş koşmaya kalktı. Sana kazancının beş misli para sarf ettirdi. Sonra seni kendi bitip tükenmez dedikodularına, pisliklerine alet etti. Onların yüzünden önüne gelenle kavga ettin. Hakaret gördün… Nihayet buralara sığamadılar. İstanbul diye tutturdular. Burada geçim bir dereceye kadar kolaydır… fakat seni orada az bir zaman içinde paçavraya çevirecekleri muhakkak… Korkarım ki, İstanbul’da buradakinden bin kat daha zelil ve sefil olacaksın Mürşid… Kaynananla karın öyle insanlardır ki, kocalarını hırsızlığa, katilliğe kadar sevk etmekten çekinmezler…” (s.128)

Mürşit Efendi İstanbul’da, ailesinin geçimini çıkarabilmek için çok çabalar, fakat borçları kabarır. Zamanla yolsuzluklara göz yummaya, hırsızlık yapmaya başlar. Para kazanır, ancak kazandığı parayla borçlarını ödemez, kendisine yapılan hakaretlere aldırış etmez. Bir gün Mürşit Efendi’nin yaptığı hırsızlıklar anlaşılır ve beş aylık cezayla hapse atılır.

Makbule Hanım, büyük kızı Ruhsar’ı orta yaşlı zengin bir adama vermiş, kendi anlayışına göre yetiştirdiği kızını sürekli kışkırtarak gerçekte iyi bir adam olan kocasına cehennem hayatı yaşattırmıştır. Kocasını aldattığı için Ruhsar, kocası tarafından tabancayla vurularak öldürülür. Mürşit Efendi’ye göre Ruhsar’ın ölümünün asıl sorumlusu kaynanasıdır.

Karısı ile kaynanasının hakaretlerine ayık kafayla katlanamayan Mürşit Efendi eve geç saatlerde ve sarhoş olarak gelir. Karısı ve kaynanası Mürşit Efendi’nin umurunda değildir, onu asıl düşündüren küçük kızları Feriha ile Zehra’dır.

“Çocuklarımın haline yüreğim parçalanıyor… Anneleri büyükanneleri onları kendi modelleri üzerine yetiştiriyor. Biçareler ömürleri olursa, onlar gibi muzır, fena insanlar olacaklar… Maalesef benim bu felâkete karşı da elim kolum bağlı. Bir kere çocuklarımı aç ve sefil yaşatıyorum. Bu cihetten onlara karşı boynum eğri… Mamafih (bununla birlikte) zengin bir adam da olsam yine olacağı bu. Çünkü çocuklar onların pençelerinde. Dünyanın en faziletli adamı olsam beni evlatlarıma yine sefil, ahlâksız bir baba diye tanıtacaklar…” (s.140)

Makbule Hanım çocuklara babalarını kumarbaz,
paralarını kadınlara yediren bir çapkın, sarhoş, kavgacı, düşüncesiz bir adam olarak tanıttığı için Feriha ile Zehra yaşları büyüdükçe babalarından, soğur babalarına düşman olurlar.

Mesadet adında genç bir dul kadınla kardeşi Necip, Mürşit Efendilere yakın yalılardan birinde oturmaktadır. Mürşit Efendi’nin ailesi ile bu komşuları arasındaki ilişki zamanla sıkı fıkı bir hal alır. Necip Bey, dolgun bir ücretle Mürşit Efendi’ye iş verir.

Bu arada Feriha genç bir kız olmuştur. Karısı ile kaynanası kızlarını da kendilerine benzetmişlerdir. Mürşit Efendi kızının aşk mektuplarını yakalar. Yine bir gün kızını genç bir delikanlı ile görür. Kızının bir uçuruma doğru yuvarlanmakta olduğunu üzülerek görür. Bu duruma daha fazla kayıtsız kalamaz. Kızı Feriha’nın evden çıkmasını yasaklar. Fakat yine de gizli gizli gezmelere, eğlencelere gitmekten geri durmazlar.

Mürşit Efendi bir gün evinde, kaybolmuş bir evrakını ararken dolabın köşesinde karısına yazılmış bir deste aşk mektubu bulur. Necip Bey’in yazısını görür görmez tanır. Karısının bu adamla yıllardır ilişki yaşadığını öğrenir. Ertesi gün Necip Bey’in odasına gider, hiçbir şey söylemez, cebindeki aşk mektuplarını çıkarıp Necip Bey’in suratına çarpar. Bunu iki şiddetli tokat takip eder.

Mürşit Efendi karısının boş kâğıdını yazar. Niyeti karısına ve kaynanasına tek bir söz söylemeden evi terk etmektir. Fakat çocuklarının sesini duyunca her şey değişir. Mürşit Efendi karısından ayrılma planı yaparken çocuklarını hesaba katmamıştır. Zavallı çocuklar zaten hırsız bir babanın utancını, lekesini taşırken bir de bunlara ahlâksız bir annenin çocuğu olmak eklenecektir. Mürşit Efendi cebindeki boş kâğıdını yırtıp atar. Bir daha bu aileyle görüşmeme koşuluyla bu namus meselesini burada kapatır.

Mürşit Efendi kendisini serseriliğe verir, tütün, rakı, esrar kaçakçılığı yapmaya başlar. İçkiye olan düşkünlüğü günden güne artar. “Eskiden gamımı unutmak için içerdim. Şimdi böyle bir mazeretim yok. Kalbim kızgın demirle dağlanarak duygusunu kaybetmiş gibi hiçbir şey hissetmiyorum. Sade çocuklarım Feriha ile Zehra…” (s.150-151)

Feriha hastadır, ölmek üzeredir. Mürşit Efendi, çocuğuna sarılıp onu doyası öpmek ister, fakat karısı ve kaynanası buna izin vermez. Zehra’nın ve komşuların gözünde Mürşit Efendi, Feriha’nın bu hale gelmesinde tek sorumlu kişidir. Sonunda Feriha’nın çelimsiz vücudu hastalığa yenik düşer. Karısı ile kaynanası Mürşit Efendi’ye kızının cansız bedenini dahi göstermezler. “Karımla kaynanam kudurmuş gibi üstüme atıldılar. Çığlık çığlığa ‘katil…’ diye haykırışıyorlar, üstümü başımı parçalıyorlar, saçlarımı yoluyorlar, tırnaklarıyla dişleriyle beni öldürmeye çalışıyorlardı.” (s.154)

Mürşit Efendi yamalı, çamur elbiseleriyle kirli saç ve sakalıyla bir ayyaş, bir dilenci gibi sokaklarda sürünmektedir. Bir akşam vapurun güvertesinde Cevdet adında eski bir okul arkadaşına rastlar. Giyim kuşamından hayatta başarılı olduğu izlenimini alır. Kendi düşkünlüğünden utanarak arkadaşını görmezden gelir. Fakat Cevdet, arkadaşına selam verir tatlı bir sohbete başlarlar. Cevdet, mutasarrıflık yaptığını yakında milletvekili seçileceğini söyler. Arkadaşının bu haline acır. Kendisi için bir iyilik yapmak ister. Mürşit Efendi arkadaşının aracılığıyla kızı Zehra’yı kaynanasının ve karısının pençesinden kurtararak yatılı bir okula kaydettirir.

Mürşit Efendi dört yıl sonra kızı Zehra’yı bir okul gezisinde arkadaşlarıyla beraber görür. Dört yıllık bir hasretlikle kızını kucaklamak ister. Fakat kılıksız, düşkün haliyle kızını arkadaşlarına karşı utandırmak istemez. Kızının mutluluğunu için hasretini ,özlemini yüreğine gömer.

Mürşit Efendi’nin hatıra defteri burada sona erer.

Zehra, babasının hatıra defterini ortalık ağarmak üzereyken bitirir. Babasının cenazesinin bulunduğu odaya girer. Babasının üzerine eski bir battaniye örtmüşlerdir. Yırtık çoraplı ayakları dışarıda kalmıştır. Zehra kendisini daha fazla tutamaz, “Baba… Benim zavallı babam… Affet beni…” (s.159) diye feryat ederek ağlar.

“Zehra birkaç gün sonra Anadolu’daki mektebe döndü. Genç muallimenin (öğretmenin) artık hiçbir eksiği kalmamıştı. Acımayı öğrenmişti.” (s.159)

− S O N −