AnıBir kimsenin başından geçen veya yaşadığı dönemde tanık olduğu olayları anlattığı yazılara “anı” denir.

Sponsor Bağlantılar

 
Anı türünü karşılamak üzere “hatıra” ve “hatırat” terimleri de kullanılır.

 
Anılarda genellikle üzerinden uzunca bir süre geçmiş olaylar anlatıldığı için pek çok ayrıntı hafızalardan silinir. Anı yazarı hatırlayamadığı yerleri hayal dünyasında yeniden kurgular. Üzerinden yıllar geçmiş bir olayı, tüm ayrıntılarıyla net bir şekilde hatırlamak mümkün değildir.

 

Anı türündeki eserlerde anlatılanlar tarihsel gerçeklikten uzaktır. Bu tür eserlerde anlatılan olayların yüzde yüz gerçek olduğunu söylemek yanlış olur. Anılar gerçeklik noktasında yüzde yüz güvenilir eserler değildir. Yazarın anlattıklarının tamamı gerçek değildir. Anı yazarı olayları kendi bakış açısıyla anlatır.  Aynı olaylar üzerine başka yazarlar tarafından yazılmış anıları okuduğumuzda, bu anıların birbirinden farklı olduğunu görürüz. Çünkü her yazar olayları kendince yorumlar. Birinin anlattığı ötekine benzemez.

 
Anı yazarları, anılarını kaleme alırken hem geçmişi daha iyi hatırlayabilmek hem de yazdıklarına gerçeklik, inandırıcılık kazandırmak kaygısıyla, anlattıkları olay ve dönemle ilgili mektup, günlük, gazete, dergi gibi belgelerden faydalanabilirler.

 
Kimi zaman insan, yaşamında iz bırakan acı ya da tatlı olayların kendisiyle beraber unutulup gitmesini istemez. Yaşadığı güzellikleri, ders alınması gereken durumları, tecrübelerini birileriyle paylaşmak ister. Bunu gerçekleştirmenin en güzel yolu anı yazmaktır.

 
Anılar sadece belli kişilerin maceralarını dile getirmez, aynı zamanda kişilerin yaşadıkları dönemin toplumsal, siyasî, askerî, kültürel, sanatsal durumu hakkında bizlere çok değerli bilgiler verir.

 

Anı ile Günlük Arasındaki Fark

 
Anılar üzerinden uzun yıllar geçmiş olayların anlatıldığı yazılardır, günlükler ise günü gününe tutulduğu için, olaylar henüz tazeyken, etkisi henüz geçmemişken yazılan yazılardır.

 
Günlük türündeki yazılar anılara oranla daha gerçekçidir. Günlükte olayların üzerinden fazla bir süre geçmediği için unutma, hatırlamama gibi bir sorun yaşanmaz. Ancak anılarda, aradan geçen süre çok uzun olduğu için, hafızamızdaki pek çok bilgi silinmiştir, unutulmuştur.

 
Kişi anılarını yazarken zamandan çok uzun sıçrayışlar yapar. Bu bazen bir-iki yıl, bazen otuz yıl, bazen de elli yıllık bir sıçrayış olabilir. Altmış yaşındaki bir yazarın çocukluk yıllarında başından geçen bir olayı anlatırken, her şeyi olduğu gibi hatırlaması söz konusu değildir.

 
Suut Kemal Yetkin, günlük ile anı arasındaki farkı şu şekilde belirtir: “Günlük ileriye doğru gider, hatıra geriye doğru iner. Biri yaşarken, öbürü yaşadıktan sonra yazılır.”

 

Anı ile Otobiyografi Arasındaki Fark

 
Hem anıda hem de otobiyografide anlatım birinci kişi ağzıyla yapılır.

 
Otobiyografide kişinin kendisi ön plandadır, anıda ise kişinin yanı sıra, kişinin çevresindeki kişiler, yaşadığı dönem, tanık olduğu toplumsal olaylar da anlatılır.

 
Anıda kişinin yaşamından belirli kesitler sunulur, otobiyografide ise kişinin yaşamı başından sonuna kronolojik bir şekilde anlatılır. Yani otobiyografiye kişinin bütün yaşamı dersek, anıya bu bütünden birkaç küçük parça diyebiliriz. Otobiyografiler, anıya göre daha geniş, daha uzun bir süreyi kapsar. 

 

Anı ile Gezi Yazısı Arasındaki Fark

 
Gezi yazılarında önemli olan, gezip görülen yerlerin anlatılmasıdır. Gezi yazılarının merkezinde dış dünya vardır. Dış dünyaya ait gözlemler ön plandadır. Anılarda ise ön planda olan kişinin kendisidir. Kişi başından geçen olayları, yaşadığı dönemde tanık olduğu olayları anlatır. Anılarda çevreye, dış dünyaya ait tasvirler gezi yazılarındaki kadar ayrıntılı ve güçlü değildir.

 

Anı Türünün Gelişimi

 
Eski Yunan edebiyatında Ksenophon’un (427-355)  Anabasis” adlı eseri anı türünün ilk örneği sayılır.

 
Anı türünün Avrupa’da gelişip yaygınlaşması 17. yüzyılda gerçekleşir. Siyasetçi, sanatçı ve iş adamları anılarını yazmaya başlarlar.

 

Türk Edebiyatında Anı

 

Orhun Yazıtları’nı (8. yüzyıl) anı türünün ilk örneği olarak kabul edebiliriz.

 
Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Babur Şah’ın (1480-1530) “Baburname” adlı eseri anı türünde yazılan ilk önemli eserlerdendir.

 
Tanzimat döneminden itibaren anı yazma geleneği devlet yönetiminde bulunmuş önemli kişiler arasında yaygınlaşmıştır. Siyasî ve askerî olayların ağırlıklı olarak işlendiği bu tür anılarda daha çok siyasî çekişmeler, tarafların birbirilerini suçlamaları, görevden alınan veya sürgüne gönderilenlerin kırgınlıkları, sızlanmaları, suçlanan kişilerin kendilerini savunmaları, devlet yönetiminin nasıl işlediği ya da işlemediği; devlete, millete yapılan ihanetler gibi konulara yer verilmiştir.

 
Tanzimat döneminden itibaren edebiyat alanında varlık gösteren pek çok sanatçı ve yazar, özellikle olgunluk yaşlarında yazdıkları anılarında edebiyata nasıl başladıklarını, içinde yer aldıkları edebî topluluk ya da çevreleriyle olan ilişkilerini, dönemlerinin siyasî, sosyal, edebî, kültürel görünümüne ilişkin düşünce, gözlem ve izlenimlerini, eserleriyle ilgili açıklamalarını dile getirmişlerdir. Bu anılar edebiyatçılara yönelik zengin birer kaynak niteliğindedir.

 
Ziya Paşa, “Defter-i A’mal” adlı eserinde ağırlıklı olarak çocukluk anılarını anlatır. Ziya Paşa bu eserini Jean Jacques Rousseau’nun “İtiraflar” adlı eserinden çok etkilendiği için yazmıştır.

 
Muallim Naci, “Ömer’in Çocukluğu” adlı eserinde sekiz yaşına kadar olan anılarını anlatır.

 
Halit Ziya Uşaklıgil, “Kırk Yıl” adlı eserinde çocukluk döneminden 1909 yılına kadar olan yaşamını anlatır. Bu eser Abdülhamit devri sanat ve edebiyat anlayışını, yazarın İstanbul ve İzmir’deki sanat ve edebiyat çevrelerini yakından tanıtır. Halit Ziya, Servet-i Fünun nesline yapılan eleştirilere yanıtlar verir. “Saray ve Ötesi” adlı eserinde 1909-1916 yılları arasını anlatır. Halit Ziya, çok yakından tanıdığı Sultan Mehmet Reşat’ı, dönemin önemli siyasetçilerini tanıtır. Osmanlı’nın saray yaşamından, devrin siyasî ve sosyal olaylarından canlı kesitler sunar. “Bir Acı Hikâye” adlı eseri, Halit Ziya Uşaklıgil’in genç yaşta intihar eden oğlu Halit Vedat’ın anısını yaşatmak amacıyla yazılmış acıklı bir öyküdür. Eserde, özenle yetiştirilen bir oğlun yaşamı ve onun ölümüyle derinden sarsılan bir babanın acılarını buluruz.

 
Halide Edip Adıvar, “Mor Salkımlı Ev” adlı eserinde çocukluk ve gençlik dönemine
ait anılarını anlatır. “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı serinde ise Millî Mücadele yıllarına ait anılarını anlatır. 

 

Anı Türünde Yazılan Eserler

 
Babur Şah ,  Baburname  (16, yy.)

Ebulgazi Bahadır Han ,  Şecere-i Türk  (17. yy.)

Ziya Paşa ,  Defter-i Amal

Muallim Naci,  Ömer’in Çocukluğu

Halit Ziya Uşaklıgil ,  Kırk Yıl, Saray ve Ötesi, Bir Acı Hikâye

Yahya Kemal Beyatlı ,  Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım

Yakup Kadri Karaosmanoğlu ,  Anamın Kitabı, Zoraki Diplomat, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları

Halide Edip Adıvar ,  Türk’ün Ateşle İmtihanı, Mor Salkımlı Ev

Falih Rıfkı Atay ,  Çankaya, Zeytindağı

Yusuf Ziya Ortaç ,  Portreler

Abdülhak Şinasi Hisar ,  Boğaziçi Yalıları

Ahmet Rasim ,  Eşkal-i Zaman, Falaka

Salah Birsel,  Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu
 

Anı Türü Örnek Metinler

 

Eşiği Aşarken – Demir Bir Pençe – Enişte Gelmiş – Geçmiş Olsun – Her Şeyde Bir Hayır – Korkunç Bir Tablo – Allah’ın Koruması – Ayaklanma Sürüyor – Karanlık gelecek

 

Her gün sabahleyin pek erken bir saatte Gedikpaşa’daki evimden çıkarak, yürümek için tek fırsat olduğu için, Divanyolu’na çıkan küçük yokuşu tırmanır, Türbe’den dönerek Cağaloğlu’nu bir koşu yarışı yaparcasına geçer, yokuştan aşağı akar; Bahçekapı, Köprü, Karaköy, işyerimde odama girerdim.

 

Ortalık yeni süpürülmüş, eşya daha yerli yerine konmamış, memurlardan hiçbiri daha gelmemiş bulunurdu. Küçük yaşımdan başlayarak bugünün yaşlılığına kadar süregelen erkencilik alışkanlığı beni gene bir gün Gedikpaşa evinin kapısına kadar getirdi. Evden ayrılmak, eşiği aşmak üzereydim. Birden sol tarafımda, belimde bir demir pençenin ağır sıkıştırmasını duydum. Önce ne olduğunu anlayamadım, bu türden bir ağrıyı ilk duyuyordum. İrkilip durdum.

 

Eşimin şaşkınlığına karşılık olacak bir cümleyi bulmaya vakit kalmadan, pençenin sıkıştırması dayanılamayacak kadar artıp çoğaldı. Dudaklarımın derileri çatladı, alnımdan soğuk bir ter boşandı. Hemen anlaşıldı ki ortada hiçbir neden olmadan, o zamana kadar hiçbir ön belirtisi görülmeyen korkunç bir böbrek sancısı başlamıştı.

 

Bu halde sokağa çıkmak, akla bile getirilmeyecek bir delilik olurdu; kıvranarak yatak odasına götürüldüm, ve…

 

Ömrümde
bir daha yinelenmeyen bu hastalığın o güne ilişkin acılarını, iyileştirme ve iyileşme evrelerini anlatmaya gerek yok. Yalnız akşamüzeri baygın, sersem yatağımda serilmiş, bulanık gözlerle çevremdekilere bakıyordum. Daha konuşmaya gücüm yoktu. Kapı açıldı:

− Enişte Bey gelmiş, aşağıda bekliyor, yukarıya çıkmak istiyor!

dediler. Evimizin yakınında oturan halamın kocası İzzet Bey’den söz ediliyordu. Eniştem içeri girer girmez beni yatakta ve o halde görünce irkildi, dudakları titreyerek:

− Her neyse, geçmiş olsun!

diyebildi. Yatağın yanına bir iskemleye kendisini salıverdi. Acı ve kuşku dolu gözlerini eşime çevirerek:

− Üzüntüden mi yoksa bir yerini incitecek bir kaza mı oldu?

diye sordu. Eşimin açıklaması daha başlar başlamaz eniştemin yüzünden acı kuşku bulutları silindi; tam tersine birden bir sevinç parıltısıyla tutuştu, onun sözünü keserek:

− Demek bugün sokağa çıkmadı, işine gidemedi öyle mi?.. Allah’a şükretmelisiniz, her işte bir hayır vardır.

Ve inancı tam olanlara özgü bir şükür anlamıyla gözlerini kapayarak dudaklarının arasından bir dua geçirdi; sonra:

− Demek haberiniz yok öyle mi? Öyleyse dinleyiniz…

diyerek başladı.

 

Ermeni ayaklanmacılarının Osmanlı Bankası’nı nasıl birdenbire basarak burayı işgal ettiklerini, oradan ve çatı katından Reji yönetimine geçerek her iki binayı bombalarla egemenlikleri altına aldıklarını, memurlarla hizmetlileri yavaş yavaş dışarıya çıkardıklarını, kolluk kuvvetlerini öldürdüklerini, bundan sonra halkın kızgınlığının artıp karşı harekete geçmeleriyle sokaklarda iş, karşılıklı birbirini öldürmelerine vararak iki tarafın kent içinde savaşa giriştiklerini anlattı.

 

Kendisine kadar zaten biraz abartılarak gelen haberin etkisi, benim için duyduğu merakla daha da genişlemiş olduğundan, oranları büyütülmüş ayrıntılarla anlatmasını sürdürüyordu:

 

Osmanlı Bankası ve Reji Dairesi baskıncıların bombalarıyla enikonu yıkım görmüştü. Ermeniler taş yapılı hanlarda, evlerde, mağazalarda barınarak bombalarla ateş yağdırıyor, asker silah kullanıyor, sokaklardan kan dereleri akıyor, yığın yığın ölüler, inleyen yaralılar kenti bir cenk alanına çeviriyordu. Köprü’nün iki ucunda tutuşan korkunç ayaklanma ateşi dakikadan dakikaya iç mahalleleri de sarmak tehlikesi gösteriyordu ve eğer hükümetin önlemlerini sonuçlandıracak biçimde askerin işin önünü alması yoluna gidilmezse…

 

Eniştemin yeniden kuşkuyla dolan gözleri, Gedikpaşa’dan kıyıya doğru inen mahallelere çevrilerek (ki o zamanlar bu yörede yoğun bir Ermeni toplumu vardı), olasılıklar ufkunda: “Artık işin sonunu Allah bilir” demek isteyen büyük bir soru işareti çiziyordu.

 

Ben yavaş yavaş yatağımda doğrulmuştum. Onun sözlerini hiç kesmeyerek gittikçe uyanan kavrama güçlerimi toplamış, bir tek sözünü kaçırmayarak ve her cümlesinin altına türlü varsayımlar ekleyerek dinliyordum.

 

Sonunda, ne vakitten beri kaynayan ayaklanma kazanını patlatmış, ateşten dalgalarını artık Erzurum’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da, Van’da, Zeytin’de… uzaklara değil, ta Abdülhamid’in korku ile dolu başkentinde, zaten Türk soyunun çıldırtılmış onurunun en duygusallık noktasında, kötü sonun nereye varacağı kestirilemeyecek korkunç bir yangın tutuşturmak üzere, salıvermişti.

 

Bu birden patlak
veren kötü olayın sorumlusu kimdi? Sorumluluğu kime, neye yüklemeliydi: Devlet yönetiminin bozulduğuna mı, dış odakların kışkırtmalarına mı, ayaklanmanın delilikten başka bir nedene yorumlanılamayacak temelsiz savlarına mı, yoksa bunların ayıklanamayacak kadar birbirine geçmiş karışıklığına mı?..

 

Bu soruları çözümleyecek yanıtları araştırmanın zamanı değildi. Ortada korkunç bir tehlike vardı. (İlk olarak ne olursa olsun) bunu söndürmek gerekliydi. Küçük bir yanlış adımla ülkeyi baştan başa ateşe, kana bulamak mümkündü. Küçük bir adam sende’cilik, hemen dört bir yandan Türkiye’nin bölüşülmesi saatinin artık çaldığını sanan hırsların korkunç toplarının ağızlarını kente, saraya çevirmiş deniz ejderhaları biçiminde İstanbul sularını doldurabilirdi.

 

Artık sorun sadece vakit vakit biri sönerken öteki patlayan; Kürt, Arap, Arnavut ayaklanmalarından, Makedonya komitalarının, Bulgar iştahlarının ayrı ayrı bastırılan belirtileri değildi. Şimdi bunların hepsi birden, doğal bir birleşmeyle birbirine eklenir, içte ülke yanarken, bütün çevresini kuşatan başka bir ateş çemberi hemen tutuşabilirdi. Bu kundaklamanın, bir saat bile kaybedilmeden, bu olayın başladığını gören güneş yeniden çıkınca onun sürmekte olduğuna tanık olmaksızın, bulunduğu yerde bastırılması gerekliydi. Bu nasıl olabilirdi?..

 

Eniştem (Allah’ın koruması anlamına gelen) “Sıyânet-i Samdâniye”den söz ediyordu. (Bir iki yıl önce Marmara bölgesini ve İstanbul’u yıkan depremi anımsayarak):

“− Büyük zelzelede de böyle olmuştu!..”

diyordu. Gerçekten de iki yıl önce İstanbul’un bir bölümünü harabeden büyük depremde ben böyle bir rastlantı ile tehlikenin dışında kalmıştım…

 

Ancak (bu anda) ben içimden, büyük bir gözlem fırsatını kaçırmış olduğuma üzülüyordum. O sırada iş yerimde bulunmak, tehlikenin içinde kalmış olmak, ondan başkalarıyla birlikte sıyrılmak, ateş altında sokakları geçmek, sözün kısası eniştemin anlattıklarındaki ayrıntıların hepsini kendim yaşamak isterdim.

 

Elbette bundan söz etmedim, bana gülebilirlerdi. Belki gülmekte haklı da olurlardı. Sonra içimde başka bir merak daha vardı. Madem ki kent kan ve ateş içindeydi, bunların asıl orta yerinde Reji İderesi’nde neler olmuştu? Kimler kurtulmuş, kimler kurban gitmişti. Kolluk kuvvetlerinin erlerinin öldürüldüğünden söz edilmişti; gözümün önüne aile babası çavuşun ağırbaşlı yüzü, sonra genç, yakışıklı inzibat erinin düzgün boyu posu geliyordu. Ve birer birer ölmüş olmaları olasılığı bulunan tanıdıklarımı kanlar içinde sokaklara serilmiş görüyor gibiydim.

 

Ertesi gün bacaklarımın titremesine, gözlerimin bulanmasına, yakınlarımın önlemek istemelerine aldırmayarak çıktım.

 

Kent bir savaş gününün ertesini andırıyordu. Yolumun üstünde daha kolluk kuvvetlerine boyun eğmeyen ayaklanmacı direnişleri vardı. Yangın daha sürüyor ve yeniden daha da şiddetle tutuşmak olasılıkları gösteriyordu.

 

Bu görüntünün arasında hep geleceğin doğuracağı tehlikeleri düşünerek, yüreğimde acılı bir burkuluşla yürüdüm. Zavallı yurdum son günlerine mi yaklaşıyordu? Bütün insan hakları yüzyıllardan beri acımasız bir bağnazlığın, kudurmuş bir çıkarcılığın dişleri arasında kemirilen yurdumun varlığı sonunda sekiz on ihtilal kundakçısının ateşiyle küllere mi dönüştürülecekti?

 

Köprüden geçerken hemen oraya çöküvermek ve gözlerimi nice nice yücelik-üstünlük-onur görkemliliklerine tanık olan minarelere dikerek ağlamak isteğiyle kıvrandım.

 

Alınyazımda, o günden sonraları da kaç kezler, gene böyle unutulmaz acılar içinde Köprü’den geçmek varmış!..

 

(Halit Ziya Uşaklıgil, “Kırk Yıl”)

  

 

Zavallı ve Sevimli – Aşk Tutkunluğu – Komşu Komşu – Saklanan Adam – Fiskeler – Sonunda Bir Gün – Yürek Çarpıntısı – Bilmecenin Çözümlenmesi – Derin İnleyişler – Bir Gece – Didik Didik – Ölüme Kadar

 

Kırk YılÜlkenin talihine egemen olan olayları, 31 Mart ayaklanmasına kadar genel çizgileriyle götürdükten ve o yılların bir tablosunu büyük fırça vuruşlarıyla taslak biçiminde gösterdikten sonra, şimdi biraz geriye doğru bakmak ve kişisel anıları toplamak uygun olacak.

 

Bunları kurcalarken ilk önce birkaç dost yüzünü ve onların arasında Mehmet Rauf’un pek zavallı ve öyle olduğu için pek sevimli yüzünü buluyorum. Onda hem zavallılığına, hem sevimliliğine en büyük neden aşk tutkunluğuydu. Onun için aşk, ciğerlerinin soluklanması, damarlarında kanın durmadan akması demekti. Bunu bildiğim için Ada’da küçük evinde uslu uslu otururken, süt dökmüş bir kedi çekingenliğiyle ve bütün eski serüvenlerinden pişmanlık duymuş bir günahlı sessizliğiyle yaşarken gördükçe kendi kendime:

“− İnanmalı mı, yoksa ihtiyatlılıkla beklemeli mi?” derdim.

 

Bir ara o küçük evi bıraktı. Server Cemal’le -Talihsiz Server Cemal! Hayın ve kör bir kurşuna kurban olacak adam mıydı?- birbirine bitişik, gerektiğinde ikisi tek bir konut haline gelebilen iki küçük ve güzel eve geçti. Mehmet Rauf karısıyla ve kızıyla, Server Cemal de kendisine geniş bir yaşama imkânı veren parasıyla ve daha pek genç, bütünüyle bağımsız olduğu için olanca sevinç ve neşesiyle burada mutlu bir ömür sürmeye başlamışlardı.

 

Ben daha Yeşilköy’e geçmemiştim. Ve pek sık onlara giderdim. Mehmet Rauf’un yüzünde dalga dalga bir sevinç, yaratılışında büyük bir güldürmece gücü bulunan ve pek hoş bir taklitçi olan Servet Cemal’de de -ölçülü olmakla birlikte- özel dostlarının yanında taşmaktan çekinmeyen bir neşeli hal vardı. Bu çevrede geçirilen saatlerde hep bu yuvanın solunmakta olan mutluluk havasından büyük bir pay alınmış olurdu.

 

Ama ben Mehmet Rauf’ta hep saklanmak için kendi benliğini zorlayan bir adam anlamının kokusunu alırdım. Onun, kendisini unutarak dalgınlıkları, bu dalgınlıkların arasından birdenbire silkinişleri, olmayacak zamanlarda ortadan silinişleri, daha çok dostlarla geçirilebilecek saatlerde tek başına dolaşışları vardı ki, dikkatten vazgeçmeyen gözlerin içinde kuşku uyandırmaktan geri kalmazdı.

 

Ne kadar sıkı dost olursa olsun bir başkasının saklamak istediğine karışmak en basit görgü kurallarına aykırı olmakla birlikte, bende merak öyle şiddetliydi ki bu, içinde türlü gizliliklerle kaynayan kafatasına ara sıra hafif fiskelerle vurmaktan geri durmuyordum; ama her fiske bana içerisinin dolu olduğunu belli etmekle birlikte, bu içindekilerin niteliğini söylemezdi. O ne kadar gülerse gülsün, gülüşünde bile: “Doluyum!” diye haykıran bir anlam vardı. Evet ama neyle doluydu? Belki saf ve dupduru su, belki de bulanık ve niteliği karışık bir sıvı, belki bir kurşun ya da cıva… Daha çok cıva, avuca alınınca küçük tanecikler parmakların arasından kayıp dağılıveren kurnaz, yaramaz madde…

 

Ben, onu bu halde Ada’da bırakarak Yeşilköy’e, yeni evime geçmiştim. Epeyce zamandan sonra bir gün, görev yerimde kapısı hızla açıldı ve telaş içinde, darmadağınık bir halde Hüseyin Cahit içeri dalarak selam bile vermeden kendisini kanepenin üstüne attı. Soluk soluğa, göğsü körüklenerek, sanki bayılıyordu. Onun büyük bir belaya uğramış olduğunu sandım. Arkasından koşan bir tehlikeden kaçarak bana sığınmaya gelmiştir.

 

style=”font-family: Arial”>Bu (her zaman, her şeye) dayanıklı, soğukkanlılığına bağlı adamı hiçbir zaman böyle görmemiştim. Sonunda kesik kesik anlattı: Mehmet Rauf şu dakikada Büyükada’da belki ölmüş olarak yatıyordu. Gene bir aşk işi… Ondan bir mektup almıştı. Bunda bu umutsuzluk kararının nedeni anlatılıyordu. Odasına kömür dolu bir mangal koymuş ve…

 

Hüseyin Cahit arkasını getirme gücünü bulamayarak elleriyle yüzünü kapadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sonunda Büyükada’da giz olarak bıraktığım bilmecenin çözümü bu trajik olayla oluyordu. Bütün ayrıntıları, bu serüvenin olanca evreleri, üstelik bu umutsuzluk veren aşkın ne ve ney olduğu hep birden meydana çıkıveriyordu. Ama (şimdi) bunlarla uğraşılacak vakit yoktu. Belki büyük tehlike daha kesin bir sonuca varmamıştı, belki daha gidip onu ölüm yatağından çıkarmak ve yeniden diriltmek zamanıydı.

 

Bütün işleri bırakmak, evlere haber saldırmak ve iskeleye koşmak zamanıydı. Talih yardım etti, o sırada adalara gidecek bir vapur bulduk. Oraya varıncaya kadar geçirilen heyecan dakikalarının arasında da olup biteni canlandırmak imkânını buluyorduk. Ben birdenbire o zamana kadar karanlıklarda boğulmuş duran bir perdenin bir ışık sağnağıyla tutuşuvermişçesine tanık olmuş gibiydim. Nasıl olmuştu da bütün bu şeyleri vaktinde sezinleyemeyecek kadar gafilliğe bürünmüştüm.

 

Evet, evet… Hep anımsadım, onun arabasında nazlım nazlım yaslanarak, başındaki hemen her gün değişik bir tül örtüyü rüzgârın soluk alışlarına salıvererek sanki yanı yöresiyle hiç ilgili değilmiş de yalnız ta uzaklarda, ufkun belli olmayan bir noktasına bakıyormuşçasına geçerken, izleyeceği yollarda tek başına dolaşan Mehmet Rauf gözlerimin önünde bütün gizlerini yaymış oluyordu.

 

Ada’da koştuk, dört adımda evine vardık. Tam zamanında yetişilmiş oldu. Belki yarım saat sonra onu gerçekten ölmüş bulacaktık.

 

Odasından çıkarmak, aşağıda bir masanın üzerine yatırmak, bütün dostlar, bu arada birkaç hekim, özellikle Celal Muhtar, çevresinde çırpınmak; sonunda her türlü tehlike geçmiştir kanısına varıncaya kadar korku içinde hırpalanmak… Bunlar öyle şeyler oldu ki şimdi gözlerimin içinde bütün evreleriyle yaşıyor.

 

O, yemyeşil gözleri kapalı, göğsünün içine girebilen hava ile doyamayarak gergin ve şişkin, sade, ara sıra inliyordu ve bu inleyişler öyle derinden geliyordu ki, öyle güçlü olarak çıkıyordu ki bütün varlığını içinden birlikte söküp dışarıya kusacak sanılırdı.

 

Bu iniltiler ölümle yaşamanın pençeleşmesinden mi geliyordu, yoksa ölümden bile kurtuluşunu bulamayan uğursuz aşkının yakınmaları mıydı?

 

Onu ağlayan ailesine hasta olarak, ama artık tehlikeden kurtulmuş ve belki de hayatta kendisini bekleyen daha kimbilir ne kadar aşkların umutsuzluklarına, yoksunluklarına ve mümkün (olabilecek) mutluluklarına bırakarak ayrıldık.

 

Ben, artık dönüş imkânı kalmadığı için, o geceyi Ada’da Celal Esat’ın köşkünde geçirecektim. Celal Esat pek genç yaşından beri alışkın olduğu güzel sanatlara düşkünlüğüyle Büyükada’da Maden Yolu’na bakan sırtta bir köşk yaptırmıştı; daha doğru olarak yaptırmış değil, yapmıştı. Bir hiçten meydana çıkan bu yuvacıkta öyle yenilikler, öyle çizgiler vardı ki o zamanın mimarlarını belki kudurtacak şeylerdi; ama bugünün kübik stilini, yirmi şu kadar yıl önce haber vermek için gelmiş denebilirdi. Her zaman görülen şeylerden bezginlikle, bizler, bu tuhaf ama pek hoş ufak tefeğe alkışlarla karşılık veriyorduk.

 

İşte, bu daha büsbütün bitmemiş yuvanın bütün eksiklerini tamamlayan ev sahibinin ikramı ile o geceyi burada geçiriyordum. Benim orada bulunduğuma ve doğal olarak günün olayı üzerinde görüşüleceğine bilen dostlarla burada uzun saatler süren bir toplantı yapıldı. Epeyce kalabalıktık. Herkes görüşünü açıklıyordu. Konu yalnız günün olayı Mehmet Rauf’un aşkıydı.

Salah Cimcoz’un, zaten bir dostu ölümden kurtulmuş görmekle taşmaya hazır kahkahalara yol açan şakaları, Celal Muhtar’ın daha çok ayrıntılara girmek isteğiyle, birbiri ardınca sorguları arasında bu geceyi hemen hemen hiç uyumadan geçirdik ve bu toplantıda umutsuz aşıkın o denli özenle bezenle sakladığı aşk serüveni didik didik edildi. Herkesin önceden ayrımında olmayıp, sonradan anımsanıveren küçük şeylerle büyük bir sevda öyküsü canlandırılmış oldu.

 

Bu sevda öyküsüyle onun kahramanının aşk serüvenleri bitmiş olmadı. Elbette “Ferdâ-yı Garâm” ve “Eylül” yazarını ölüm yatağına kadar götüren o tutkular, bu ilk ölüm tehlikesinden sonra uzun yıllarda gene onu hırpalamak üzere bekleyip duruyordu.

 

Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan “itirafları” hep böyle baştan başa aşk tutkunluğunun kasideleriyle doluydu.

 

Pek zavallı ve zavallılığından dolayı pek sevimli olan dost; seni burada yeniden anarken şu satırların arasına damlamak isteyen gözyaşlarını zor zaptedebiliyorum.

 

(Halit Ziya Uşaklıgil, “Kırk Yıl”)

 

 

KABADAYILIKLARIM

 

Anamın KitabıBu hâdiseden, daha doğrusu bu olgunluk imtihanından sonra bana öyle bir güven öyle bir cür’et gelmeye başlamıştı ki, gözüm artık hiçbir şeyden, hiç kimseden yılmaz olmuştu. Öyle ya, ben kendimden en az altı, yedi yaş büyük bir çocuğu; tekme yumruk, sindirip kaçırtmamış mıydım? En yaşlısı henüz on üçüne basmamış okul ve mahalle arkadaşlarım arasında, bundan böyle, artık kimden pervam kalabilirdi? Ben de onlar gibi pekâlâ söğüp saymasını, ben de onlar gibi tekme atıp yumruk savurmasını biliyordum. Hattâ bu yeni melekelerimi daha ziyade geliştirmek için eve döner dönmez -Siyahî bacımın küçücük oğluyla mı olur, yahut herhangi bir gözüme kestirdiğim komşu çocuğuyla mı- hemen güreşe başlıyor, evvelâ şakadan, sonra sahiden bir alt alta, üst üste didişmeye girişiyordum. Bazı günler benimle boy ölçüşecek birini bulamazsam, zavallı ablama sataştığım ve onu hüngür hüngür ağlatıncaya kadar hırpaladığım oluyordu. Bunu da yapamadığım zamanlar, kendi hayalimin icadı birtakım manevralar vardı ki, bunlar sayesinde savaş kudretini tek başıma denemek imkânını bulmaktaydım. Meselâ, kargıdan bir ata binip elime değnekten bir silâh alarak avlunun içinde tozu dumana katar ve Don Quichotte’un yeldeğirmenlerine hücum edişi gibi önüme cansız şeylerden ne rastgelirse saldırır, kırar geçirirdim. Bu gazalar arasında dinlenmek için seçtiğim en zararsız oyun da sokak kapısının kol demirinde, saatlerce süren tropez idmanlarıydı. Sonraları işi büyütüp, gizliden gizliye, babamdan kalma silahlara musallat olmağa başladım.

 

Bu silahlar, öteden beri, yukarı katta bir yüklükte kapalı dururdu ve hiçbirine el sürmek aklımdan geçmezdi. Lâkin, efelik ve kabadayılık merakım arttıkça ben artık o yüklüğün önünden ayrılmaz olmuştum. Ne de çok silahları vardı babamın! Çakmaklı tüfeklerden tutun da en son sistem karabinalara kadar türlü türlü, boy boy av ve harp âletleri burasını âdeta bir manganın mühimmat deposuna çevirmişti. Her fırsat buldukça -ve annem ayak seslerimi duyup da işin farkına varmasın diye kunduralarımı çıkararak hırsızlama adımlarla- buraya yanaşıyor; o silahlar içinden bir tanesini çekip alıyor; buz gibi soğuk, ipek gibi pırıltılı çelik ve nikel kısımlarını vahşi bir zevkle elleyip okşuyor; sonra coşarak iki elimin var kuvvetiyle tetiklerinin üstüne bastırıyordum: Çat çut, çat çut, çat çut… Bu madeni sesler o kadar hoşuma giderdi ki, parmaklarıma kan oturuncaya dek tekrar eder dururdum. Bunların kutular dolusu fişekleri de vardı ama, annem, daha babamın sağlığında, hiç açılmayan sandıklarından biri içine saklamıştı. Saklamamış olsaydı da neye yarardı? Bütün tetkiklerime rağmen ben henüz bir silâhın nasıl ve neresinden doldurulacağını bilmiyordum. (Hâlâ da bilmem ya. Bu yaşa geldim -ilk milletvekilliği yıllarım hariç- ne tüfek, ne tabanca kullandığımı hiç hatırlamam.) Onun için, ister istemez bu kuru sıkı atıcılıklarla yetinip gidiyordum.

 

Hem Kışla meydanında, ara sıra talimlerini seyrettiğim koca koca askerlerin silâhları da
benimkiler gibi boş değil miydi? Bunların boş oluşları, ne yüzü koyun, yere uzanıp nişan almama, ne silâh omuzda bir aşağı, beş yukarı dolaşmama ne de bir elimden öbür elime geçirerek “Has dur! Selâm dur!” vaziyetleri almama mâni oluyordu. Hattâ bütün bunları yaparken ben kendimi o askerlerden daha kuvvetli, daha becerikli buluyordum. Neden mi diyeceksiniz? Çünkü, o kadar maharetle kullandığım bu tüfekler benim boyumdan uzun, cüssemden ağır ve tutamak yeri avuçlarıma sığmayacak çapta kalın olduğu halde bana fazla bir zorluk ve yorgunluk vermiyordu.

 

Lâkin, bir gün nasıl oldu bilmem, bunlardan biri elimden kayarak çıplak ayağımın baş parmağı üstüne öyle bir şiddetle düşüverdi ki, az kalsın canım ağzıma gelecekti. Tüfek bir tarafa, ben bir tarafa yıkılıp kaldık. Aşağı kattan gürültüyü işiterek imdadıma koşan annem evvelâ neye uğradığını bilememişti. Bir yerdeki tüfeğe, bir bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben iki elim ayağımın baş parmağında, gözlerimden yaşlar akarak, kıvrım kıvrım kıvranıyordum. Annem, bir müddet daha bu halimi seyrettikten sonra eğildi; yerde duran tüfeği aldı, yüklüğe koydu ve bana bir şey söylemeksizin küskün bir tavırla odadan dışarıya çıktı.

 

Bu muamele, bana, parmağımın acısından ziyade dokunmuştu. Nitekim, asıl bunun üzerinedir ki, böğüre böğüre ağlamağa başlamıştım. Fakat, annem geriye dönmemişti ve günlerce bana bir kere başını çevirip de “Ne oldun?” diye sormamıştı. Yaralı parmağımı günlerce Siyahi bacımın kapkara elleri sarıp sarmalamıştı. Kundura giymeye tahammülü kalmayan ayağıma eski bir lâstik geçirmek suretiyle bana yürüyüp dolaşma, okula gidip gelme imkânını da yine Siyahi bacım vermişti.

 

Annem, bütün bunları görmemezlikten geliyordu. Hattâ, ne tuhaf bir şekilde topalladığımın, hattâ, ara sıra parmağım bir yere sürtülür sürtülmez can acısıyla nasıl yüzümü buruşturup gözlerimden yaşlar aktığının farkına varmıyor gibiydi. Nezle ve baş ağrısı gibi en basit, en hafif keyifsizliklerimizden bile görülmemiş bir telâşa düşen; en gelip geçici mızmızlığımızdan, en sebepsiz bir neşesizliğimizden bile içlenip tasalanan; yüzümüzdeki incecik bir diken çiziğini veya soğuk vurmuş ellerimizin çatlaklarını derin birer bıçak yarasını tedavi ediyormuşcasına türlü türlü sularla yıkayıp, türlü türlü melhemlerle ovalayan annemiz, geçirdiğim bu büyük kaza karşısında neden bu kadar kayıtsız ve merhametsiz davranıyor? Neden halime hiç acımıyordu? Ayağımın baş parmağındaki korkunç bere o çiziklerden o çatlaklardan daha mı ehemmiyetsiz bir şeydi? İşte, neredeyse, kapkara bir renk bağlayan tırnağım yerinden kopup düşmek üzereydi. Bunu anneme nasıl anlatmalı, nasıl bildirmeliydim? Sanıyordum ki, onun eli yarama dokunur dokunmaz bütün sızılarım birden diniverecek ve ben eskisi gibi zıplayıp koşmağa başlıyacaktım.

 

Fakat, ne mümkün? Annem yüzüme bile bakmıyordu. Dikkatini tekrar üzerime çekmek için baş vurmadığım çare kalmadı. Kâh parmağımın sızısı yeniden tahammül edilmez bir dereceye çıkmışcasına inim inim inliyordum. Kâh birtakım açlık grevi gösterileri yapıyordum. Kâh evin bir köşesine gizlenip onu telâşa düşürmeye çalışıyordum. Kâh yatağıma girer girmez hemen uykuya dalmışım da yüksek sesle rüyalar görmeye başlamışım gibi İzmir’deki nineme acı acı dert yanıyordum. “Gel beni kurtar nineciğim, gel beni kurtar!” diye bağırıyordum. Nafile. Aynı odada, hemen yanıbaşımızda yattığını ve henüz uyumadığını hissettiğim annem, yine aldırmıyordu.

 

Nihayet, burnumu kırıp dadımla ablamı araya koymak istedim. Ama, her nedense onlar da bu işe karışmaktan çekinmişlerdi. “Sen kendin gider, elini öpersen daha iyi olur” demişlerdi. Lâkin, böyle bir teşebbüste bulunmayı bir türlü kibirime yediremiyordum. Hem, bu işte benim suçum neydi? Hem, gücenmesi, küsmesi lâzım gelen biri varsa o da ben değil miydim?

 

Hayır; böyle düşünmekte meğer çok yanılıyormuşum. Bir gün, ablam baklaları birer birer ağzından çıkarınca içinde bocaladığım durumun bütün ciddîliği, bütün vahimliği gözlerim önünde serilivermişti. Meğer, annem bana, yalnız babamın silahlarıyla oynadığım için küsmemiş; meğer, yukarıdan beri sayıp döktüğüm ne kadar suçlarım varsa -kalfamla aramda geçen hâdise de dahil olmak üzere- hep annemin işittiği, bildiği şeylermiş. Kaç zamandır, hal ve tavrımdaki değişiklikler, şivemde peydah olan kabalıklar, şuna buna savurduğum küfürler, güreş ve döğüş gibi vahşi oyunlara sardığım merak kızkardeşimin kısaca, “arsızlıklarım” sözünde topladığı hareketlerimin hiçbiri onun gözünden kaçmamakta, onun gözüne batmakta, ondan için için üzülüp durmaktaymış. Kızkardeşim: “Hattâ, diyordu, annemi senin ‘arsızlıkların’ yüzünden birkaç defa ağlarken gördüm.” “Benim yüzümden ağladığını nereden biliyorsun? Belki babam içindir.” “Biliyorum; çünkü dadımın önünde dizlerine vurup ‘son ümidim bu çocuğun istediğim gibi yetişip adam olmasındaydı. O da boşa çıktı. Ben ne talihsiz bir kadınmışım’ diye söyleniyordu.”

 

Bunun üzerine, ben de hüngür
hüngür ağlamaya başlamıştım. Anneme karşı inadım, gücenikliğim bu gözyaşlarıyla eriyip gidiyor, bu gözyaşlarının seli, sanki, ruhumu ablamın “arsızlık” dediği bütün kötülüklerimden, bütün yaramazlıklarımdan yıkayıp temizliyor gibiydi. Biraz sonra, iki yaşında bir sabi masumluğuyla annemin yanına gidecek ve dizlerine kapanarak ve bir elini bırakıp öbür elini öperek, “Bir daha yapmam, bir daha yapmam. Tıpkı istediğin gibi olacağım” diye figan edecektim.

 

Bu pişmanlığım ne kadar sürdü? Anneme verdiğim sözü ne dereceye kadar tuttum? Bilmiyorum. Fakat, Sırat köprüsünü geçmeden farksız bu kefaret sahnesinden sonra benim gerek okuldaki durumumda, gerek evdeki hal ve tavırlarımda epeyce büyük bir değişiklik olmuştu.

 

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Anamın Kitabı”)

 

  

EYVAHLAR  OLSUN

 

FalakaKendisinden yazı alıştırmasını aldığım günün ertesi değil, daha ertesi sabahtı ki bizim evin kapısı çalındı. Yakup Hoca beni istiyordu. Ben de zaten bekliyordum. O her şeye karışan sütninem Arap karı, namazı kılar kılmaz beni uyandırmış, bir gün evvel kendisine pay verdiğimin henüz intikamını alamamış olduğu için mırıl mırıl söylenerek yüzümü gözümü silmiş, giydirmiş, sefer tasımı hazırlamıştı. Yakup Hoca’nın sesini alınca:

− Hah, geldi! İnşallah falakalar yersin! Kırgın haykırışı ile bir Sudanlı gibi homurdanıp elimden tutarak kapıya kadar götürdü, teslim etti. Yola düştük. Fatih’in Akdeniz medreseleri tarafındaki kapılarından geçerek sola büküldük. Çörekçiler Kapısı denilen, kapısı kalmamış bir giriş yerinden kös kös ilerleyerek giderken ilk sesleri duymaya başladım. O zamanlarda bir yerde mektep olduğu, yapısının biçiminden, önüne asılmış levhasından değil, bağıra bağıra okuyucu “elif bâ”cı, “amme”ci, “tebâreke”ci, “mushaf”çı birçok çocuğun hep bir ağızdan, türlü perdeler, makamlarla kopardıkları gürültülerden anlaşılır, bilinirdi. Bu gürültünün bazen sınırını aştığı da olurdu ki herhâlde içlerinden birinin falakaya yatırılarak tabanlarına sopa yemekte olduğuna işaret ederdi. Öyle ya! Ne pat küt işitilsin, ne vay aman! Hep bir ağızdan bağırış çağırış, “Efradını cami, ağyarını mâni”, daha kısa, daha faydalı değil mi?

 

O ilk aldığım sesler her adımda bana yaklaştıkça ben de mektebe yaklaşmakta olduğumu hissederek daha önce bilmediğim türden bir korkudan çıkıp başka bir heyecana giriyordum. Çocukluk bu türlü korkular için pek hassastır. Özellikle bir taraftan da gizli açık çıtlatılmış bir şey varsa?.. Bendeyse, çıtlatılmış değil, çat diye âdeta çatlatılmış kocaman, korkunç bir vakanın her adımda görünen, yaklaşan bir hayali vardı. Bu hayal bir gün önce hasıl olmuştu. Mahalleye yeni taşındığımız için “Safa geldiniz”e gelmiş kadınlardan birinin anneme:

− Aman hanım, evladına nasıl kıyıp da Hafız Paşa Mektebi’ne yollayacaksın? O sarığı boynuna dolanası herif, falakada, üç çocuk öldürmüştür, dediğini Dilfezâ’nın Karanne’me söylediğini, sütninem pay verdiğim sırada, intikam alırcasına, yüzüme karşı söylemişti. Bu kara haber kulağımda olduğu için o sesler hızlı hızlı yaklaştıkça, o hayal de az çok korkunç bir gerçek duygusu bağlıyordu. Bir yeni, yapışkan bela arasındaydım. Gitmem desem evimizin yanı başında o kanlı bıçaklı, tabancalı enişte var. Şakasız bir adam. Gitsem, sabahtan akşama kadar ha şimdi falakaya yıkacaklar, Hoca beni ya öldürecek ya sopalarla tabanlarımı patlatacak azabı var.

 

Bir an oldu ki Yakup Hoca beni elimden tutarak bir kapıdan içeriye daldı. Daha bir iki merdiven çıkar çıkmaz evvelki seslere fısıltı dedirtecek bir büyük çığlık koptu. Birdenbire irkildim. Yakup Hoca bileğime yapışarak:

− Korkma, zaten Enişte Bey’e söylemiş, şimdi ben de söyleyeceğim… Seni dövmez; dedi, dedi ama… Kaç para eder? Evet, eder mi etmez mi, bu konuda sizin de fikrinizi almak için hakiki bir manzara sunayım:

 

Birkaç merdiven daha çıkıp da ufak bir aralıktan geçer geçmez girdiğimiz geniş, tavanı basıkça,
hıncahınç bir dershanenin sokak tarafına çıkık bir kümbelti yerinde o ana kadar hiç görmediğim bir şeyler oluyordu. Kötü tesadüf! İnsan korktuğuna uğrar derler ya. Bu manzara o gün bugün gözlerimin önünden gitmez. Korkulu gözlerim bir anda bu kümbetlinin üstünde ayağa kalkmış, elindeki sopayı, önünde iki hafızın kıvıra kıvıra tuttuğu büyük bir falakanın ta ortasından sıkı sıkı, yan yana duran iki çıplak tabana gerile gerile, birbiri ardınca indiren, sarığı çözük, benzi atık, gözleri dönük, bıyığı sakalına karışmış, safi sinir kesilmiş birine gitti, geldi. Bundan ötesini bilmiyorum. Kendime geldim ki bizim evin kapısının önündeyim. Durmadan dinlenmeden çalıyorum. İçeriden bir koşuşma… Kapı açıldı, düşmüşüm, bayılmışım.

 

Sonradan anlatırlardı: Yakup Hoca da ters yüzüne dönmüş ama yetişmek değil, beni görememiş bile! Korku bu ya! Bunun sağlam, çevik bacaklara verdiği kaçma gücünü hiçbir dinamo makinesi veremez! Otomobil. O ne imiş? Her gün görüyorum, bunlar yetişseler yetişseler, geçseler geçseler bizim sarsak arabalarla alık tramvaylara yetişirler, onları geçebilirler… O gün olmalıydılar da bana yetişeydiler!

 

Dedim ya, bela bir değil ki… Yakup Hoca konağa dönüşünde olup bitenleri enişteye anlatmış. Anlatır anlatmaz bizim Yeniçeri Ağası hükmü vermiş:

− Öyle şey mi olurmuş! Yarın mutlaka gidecek… Mesele çatallanmış. Halam, annem eteğine varmışlar, benim için: “Hastadır, yatıyor” demişler. O da, durmadan:

− Hocadan korkmayan çocuk okumazzz, diye “z”lerin üzerine basa basa reddedermiş… Sonunda, kadınların yalvarışları boşa çıkmamış, yumuşaya yumuşaya:

− Eh, öyleyse gelecek cumartesiye kadar gitmesin de o gün ben kendim götürürüm, demiş.

 

Bilir misiniz? Bir hafta bir haftadır! Hem sütninem, o kapkara dert ortağım da benden yana olmuştu. Hocanın falaka karşısında almış olduğu korkunç vaziyeti Karaanne’me anlattıkça kadının gözleri kaybolmuş, dudakları ağarmıştı. Hele halam, dinleyemiyor:

− Sus Rasim, söyleme… İçime baygınlıklar geliyor, diyordu. Annemle pek resmî olduğumuz için onun karşısında tafsilata girişemiyor idiysem de, o zavallı hâlden anladığı için yüzüme üzgün üzgün bakıyordu. Görüyorsunuz ya, bu mektebe gidişim iki aileyi yaslara boğdu. İçlerinde sevinen biri vardıysa o da enişte idi. Bir gün beni karşısına aldı:

− Anlat bakalım, Hoca nasıl dövüyordu, dedi. Ben de iyice anlatırsam belki derdime deva olur zannıyla bütün varlığımla (Of! Ne manasız kelime) anlattım. Sonuç ne olsa beğenirsiniz? Bir taraftan bıyıklarını burmakla beraber:

− Kah, kah, kah! diye bir kahkaha… Ondan sonra kalın kalın “tecvîd” üzere dolu bir ağızla:

− Demek ki sen o kadarcık bir sopa tatlısı yiyemezsin, öyle mi? Yazık sana be! Artık herkese söyleyeceğim: Sana Laz Mehmed Bey’in Rasim’i demesinler. Vay tabansız herif vay! Ulan, insan onun yüz tanesini yer, kalkar; hocasının yine elini öper, gider, yerine oturur. Vay muhallebici vay!

 

Meğer bana karşı bu kadar katı yürekli görünen o yüce gönüllü halama, anneme:

− Siz karışmayın, ben onu götürür Hoca’nın da kulağını çekerim. Şayet bir sopa vuracak olursa sarığını da boynuna geçiririm. Mektebe gitmeyen çocuğun sonu ya tulumbacılıktır ya beygir sürücülüğü… Siz Rasim’i bana bırakın, dermiş. Bu sözleri bari bana da söylesin. Hayır… Söylemezler, söylerlerse yüz bulur şımarırmışım!

 

Evet, bir hafta bir haftadır ama her geçen hafta gibi o da geçer. Ben bu hafta zarfında yumuşak ve iyi huylu hocam Yakup Hoca’dan “Nasara, yansuru”dan “Fezâke mansûr”a kadar manaları ile birlikte Arapça okuduğum gibi karalamalarımla da elimi, yüzümü, aşağı odanın minder örtülerini mürekkebe buladım. Hatta annem azarlamakla beraber sütninemle de:

− Ne olsa senden süt emdi. Bir tarafı kararmasa olmaz, diye şaka etmişti.

 

− Büyük Hafız İsmail Efendi, deyip karşıladı. Benim eniştem, biri gelince ayağa kalksın… Görülmüş şey değil! Bana da emretti:

− Hoca Efendi’nin elini öp!

 

Öptüm. Yumuşak bir el ama sopa vuruşu pek sert…

 

Kahveler geldi. Bu aralık Ali Çavuş beni alarak karaman Çarşısı’na doğru götürdü. Yemiş, öteberi aldı. Hatta yemişten daha tatlı bir şey söyledi:

− Şimdi bizim Miralay Bey senin için Hoca’ya tembih ediyor. Artık sana bir fiske bile vuramaz.

− Ya vurursa!

 

Ali Çavuş kaşlarını çattı:

− Vuramaz. Sen benim dediğime bak. Bizim Miralay Bey vurma diyecek de o da vuracak ha? Ona karşı gelmek için (Tesadüf bu ya! Eliyle göstererek) İnsanda şu manda kadar yürek olmalı!

 

Bu güven veriş benim için oldukça hayırlı idi. Geleceği görmemekle beraber şimdilik büyük bir ümit veriyordu. Biz Ali Çavuş’la Şehzadebaşı’na kadar aktık. Gezdik, seyrettik, dolaştık. Akşama doğru döndük. Eve girdiğim anda idi ki sütninem:

− Beyefendi, Hoca’ya tembih etmiş; Hoca seni dövmeyecek. Hem de yanı başında oturtacak, demesin mi?

 

Eyvahlar olsun! Hem kadın, hem de Arap aklı… Bilmiyor ki dayak vurulduğunu seyretmek de hemen hemen dayak yemektir.

 

(Ahmet Rasim, “Falaka”)