Yazar: sabahattin

Siyaset, Genel Ahlâk ve Şeref

“Siyaset mesleğinden daha şerefli bir meslek var mı?” demiş, ismi “Ayrıcalıklı” anlamına gelen ve mümtaz bir kişilik olduğu anlaşılan CAMBAZ’ER HEPDÖNE. Daha önce de; “Apo’yu serbest bırakalım, TSK’ya komutan yapalım, bu iş bitsin” demiş, kendisini parçalarcasına avukatlığını yaptığı siyasette ne denli akil biri (!) olduğunu, bu ulvi düşüncesiyle ortaya koymuştu döne döne.Bakın daha neler demiş son yazısında muhterem; “Bütün meslek grupları içinde genel ahlâk ilkelerine riayet dendiğinde, politikacılardan daha iyi durumda kim var? Karşılaştırın ve hüküm verin; En çok fire hangi meslek grubunda?” diyerek başlamış sözlerine ve dayanamamış kendisi karşılaştırma yapmaya karar vermiş. Önce, “siyasetçi” ile “sanatçı”yı karşılaştırmış ve demiş ki; “Türkiye, Baykal olayı ile çalkalanıyor. Baykal istifa etti. Hangi meslek grubundaki kişi, başından böyle bir olay geçse bulunduğu yeri terk etmeye razı olur? Tersine, sanat dünyasında, eşini, sevgilisini aldatarak gündemde kalmaya çalışan bir yığın teşhirci var. Ağzından tek düzgün cümle çıkmayan, sadece fiziği veya taklit yeteneği ile şöhret olanların, üzerine şeref konduracağınız kişilikleri bile yok”. “Toplumun bütün kesimlerini tek tek karşılaştırın, siyasetçilerin ahlâk standartları her zaman bir adım öndedir” diye devam eden muhterem’er, bu sefer siyasetçi ile asker’i birbiriyle kıyaslamış ve kıyaslamasını dokunulmazlık konusu üzerinden yapmış. Demiş ve buyurmuş ki; “Köpekleri salıp, taşları bağlayamazsınız. Terör suçundan (!) yargılanan bir ordu komutanını Hâkim karşısına çıkartamıyorsanız, halkın temsilcilerine (!) masumiyet tanımalısınız. Askerin, elinde silahla siyaset yaptığı bir ülkede, siyasetçiyi korumak boynumuzun borcu olmalı”. “Teşbihte hata olmaz” denir ama, bu teşbih...

Devamını Oku

BBG’den MOBESE’ye Özgür Yaşam!

Bir zamanlar yakın geçmişte televizyonlarımızda, “kimim eli kimin cebinde” anlamında “Biri Bizi Gözetliyor-BBG” adlı programı nefeslerimizi tutarak izledik. Biraz tartıştık, biraz eğlendik, biraz kızdık, biraz sinirlendik. Programın kime faydası oldu? Hiç kimseye. Sadece anlamsız, beyinlere katkısız vakit geçirdik, boşa zaman öldürdük. Neyse ki BBG bitti, sıra geldi “MOBESE”ye… MOBESE; “Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu” demek oluyor, uzunca. Aslında “Görüntü Tespit Cihazı” da denebilir bu sisteme. Kısaca; “GÖTECİ” yani. Ancak birileri; “Bu isim KÖFTECİ gibi oldu” diye itiraz edebilir veya birileri; “Ben GÖTE’ci değilim, ben Hans Müller’ciyim” dese, ne diyebilirsiniz ki! Bu yüzden biz yine dönelim orjinaline.  Şehirlerimiz, özellikle İstanbul ve Ankara “MOBESE” ile izleniyor. BBG’den tek farkı; bizler seyredemiyor, yorum yapamıyor, dert edemiyor, gülüp geçemiyoruz. Sadece, izleniyor ve gözleniyoruz. MOBESE’deki amacın; güvenlik olduğu söyleniyor, ben söylemiyorum. Hırsızlık, gasp, kapkaç neredeyse bitmiş İstanbul’da! Trafik de bu sayede denetlenebiliyormuş, kazalar çok çok azalmış! İstanbul’da 2 bin, Ankara’da bin adet kamera varmış, hemen hemen her kavşakta, irili ufaklı her göbekte, her alt ve üst geçitte, hem de birkaç tane. Ben söylemiyorum, İçişleri Bakanı söylüyor. İnsanın aklına, “madem böyle huzurlu olunacaktı da neden daha önce bu sistemi uygulamadınız?” sorusu geliyor. Trafik, hırsızlık, gasp, kapkaç, son altı ayın yoğun gündemi değil ki, yeni baş göstermedi ki! Üç sene, beş sene evvel değil de neden şimdi! MOBESE kameralarının konulduğu bazı yerler de oldukça dikkat çekici! Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi güzergâhlarındaki tüm göbekler, Ankara’nın Bakanlıklar semtindeki askeri...

Devamını Oku

Temiz Hava Sahası!

Bir süre önce Türkiye çapında “Temiz Hava Sahası” adı altında bir proje başlatıldı. Bu proje kapsamında ilk olarak, kapalı mekânlarda sigara içme yasağı getirildi. Kimsenin kimseyi zehirlemeye hakkı yoktu ve bu nedenle aklıselim herkes tarafından, hatta aşırı nikotin bağımlısı birçok insan tarafından dahi projeye önemli oranda destek verildi, yasağa harfiyen uyuldu, uymayanlara milyarlık para cezaları kesildi. Her şey çok güzel başlamıştı, ancak yüz binleri aşkın başta kıraathane olmak üzere, kafeterya, restoran, birahane, meyhane, gazino türü işyerlerinin, müşterisizlikten birer birer ve neredeyse her gün kapanıyor olması, neticede on milyonları aşkın malum işsizler ordusu yığınına yeni yüz binler, üç yüz binler, beş yüz binlerin katılması, yeni tartışmaları, rahatsızlıkları, hoşnutsuzlukları beraberinde getirdi. Belki yasağa az da olsa bir yumuşatma getirilebilirdi en baştan. Örneğin, insanların sigara içildiğini bilerek gittikleri, sadece ve sadece kıraathane, bar, meyhane, gazino gibi işyerlerine bu yasa uygulanmaz, yoksa havalandırma sistemlerinin kurulması, varsa daha da geliştirilmesi mecbur kılınır, sıklıkla denetlenmeleri de sağlanabilirdi. Maalesef yapılmadı, binlerce işyeri kapandı, yüzlercesi kapanmaya yüz tuttu, sonuç olarak işsiz ordusuna yüz binler, milyonlar katılmak zorunda bırakıldı. Konumuz pek tabii ki bu “sigara yasağı” değil, konumuz; son derece çelişkili “temiz hava sahası”… Malum, içerisinde bulunduğumuz mevsim kış mevsimi. Dolayısıyla, mevsim normalleri altında da olsa, hava geceleri biraz soğuk oluyor. Özellikle gecekondu mahallelerindeki vatandaş, kendisine “Sosyal Yardım Fonu” çerçevesinde bedava dağıtılan ucuz ve son derece kalitesiz kömürleri yakarak ısınmaya çalışıyor. Vatandaş ısınıyor da, bedava kalitesiz kömür nedeniyle...

Devamını Oku

PKK mı Yumurtadan, Yumurta mı PKK’dan

PKK’nın ortaya çıkmasına ilişkin, kapatılan DTP’nin temsilcileri tarafından, özellikle son birkaç yıldır ve neredeyse her ortamda dillendirilerek kamuoyuna kanıksatmaya çalışılan bir söylem var; “PKK, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, 80 yıldır var olan Kürt Sorunu nedeniyle ortaya çıkmıştır”. Devamında ise hemen şu söylem ısrarla tekrarlanır; “Kürt sorununa ilişkin PKK, 29 ncu isyandır”. Bölgede irili-ufaklı çeşitli isyanlar olmuştur. PKK, 29 uncu isyan mıdır bilinmez ama, bilinen bir gerçek vardır ki, o da tüm bu isyanların çok büyük bir bölümünün, hatta neredeyse tamamının, günümüzde halen devam etmekte olan feodal yapının kırılmasından, aşiret erkinin zayıflamasından, akarın kesilmesi gibi menfaat ilişkisinden ve kemikleşmiş muhafazakar dini yapının bozulmasından kaynaklanan, asla etnik ve ideolojik olmayan çeşitli isyanlar olmasıdır. PKK’nın kuruluş amacı bellidir ve bu, 78’deki Fis Köyündeki ilk toplantıda net olarak açıklanmıştır; “Doğu ve Güneydoğu’da Marksist-Leninist bağımsız bir Kürdistan kurmak”. Öcalan’ın liderlik yaptığı 8 kişilik PKK kurucularının tamamı sosyalist fikirleri benimsemişlerdir. Öcalan’ın beyin takımım dediği, öncü liderlerim dediği Haki Karer, Duran Kalkan ve özellikle Kemal Pir’in “Türk” kökenli olmaları, ne ile, hangi mantıkla açıklanabilir? Bu nedenle PKK, var olduğu öne sürülen “Kürt sorununun çözümü amacıyla ortaya çıkmıştır  iddiası” koca bir yalan, sinsi bir kandırmacadır. Ayrıca, gerçekten ortada 80 yıldır yaşanan bir “Kürt sorunu” olsa ve bu sorun nedeniyle bugüne kadar aynı amaç doğrultusunda birbirini takip eden 29 adet isyan çıkmış olsa, tüm Kürt vatandaşların bugün, bu isyanların halihazırda sonuncusu olan PKK etrafında birleşmeleri, O’nunla tamamen bütünleşmeleri,...

Devamını Oku

Faili Meçhul Sakızı

Son dönemde her nedense(!), PKK’ya karşı yaklaşık yirmi beş yıldır verilen yoğun mücadelede, Devlet’in güvenlik güçlerine yönelik suçlamalar gündeme getirildi, getirilmeye de devam ediliyor. Hatırlarsanız, bundan 5-6 ay öncesinde bazı itirafçıların beyanları üzerine (ki şu an bu şahıslar PKK’nın kontrolünde, himayesinde) faili meçhul cinayet iddialarıyla ilgili olarak “Ölüm çukurları” konusu gündeme getirildi. Televizyon ekranlarında hemen hemen her gün konuya ilişkin görüntülü haberlere, alt yazılara yer verildi. Kimileri çıkıp; “Meğer o bölgede neler yaşanmış! Suçsuz insanlar hunharca katledilmişler. Devlet’in güvenlik güçleri suç işlemiş. Gizli gerçekler gün yüzüne çıkartılmalı ve suçlular cezalarını bulmalı” mealinden açıklamalarda bulundular. Her gün yeni bir kuyu ihbarı yapıldı. Kapatılan eski DTP’li Milletvekilleri, Belediye Başkanları kollarını sıvadılar, kuyu açmalara bizzat ve gönüllü iştirak ettiler. Kuyular açıldı, varsa çıkan kemik parçaları Adli Tabip’e incelenmek üzere gönderildi. Sonuç; “Kemikler, insana ait olmayıp, çeşitli hayvanlara ait kemiklerdir” raporları geldi. İhbar sahipleri yaptıkları “asılsız” ihbarlarla, söylem sahipleri yaptıkları “haksız” suçlamalarla, yayın sahipleri de günlerce yaptıkları yayınlarla, oluşturdukları “sanal” gündemlerle kaldılar. Hiç kimse hesap sormadı nedense! Aralarından hiç kimse çıkıp da; “Hata yapmışız. Sonucu beklemeden karar verip, haksız yere suçlamışız, karalamışız, yargısız infaz yapmışız” demediler. Bu zevatların arasından bazılarının; “Keşke kemikler çıksaydı da, biz de haklı çıkıverseydik, şöyle bir adam gibi keyifle suçlasaydık” diyerek hayıflandıklarını duyar gibi oluyor insan nedense! Her nedense… Geçelim ve gelelim şu meşhur “faili meçhul cinayetler” konusuna yeniden… Yaklaşık 15 yıldır sürekli dillendirilen, her ortamda bilerek sarf edilen...

Devamını Oku

Önce Uzan dı, Sonra Gül dü, Sonuçta Düşündür dü!

2002 genel seçimleriydi. Birden bire Cem Uzan liderliğinde “Genç Parti” adıyla yeni bir siyasi parti çıktı ortaya. Neredeyse her gün ve bir başka şehirde mitingler yapıldı. Mitinglerde, Cem Uzan’ın, elini sürmediği, öpüşmediği, terini bulaştırmadığı, tokalaşmadığı kimse kalmadı. Bazı medya organları “Genç Parti” pompalaması yapıyordu sürekli olarak. Oysa partide Cem Uzan haricinde, bırakın siyasetçiyi, tek bir tanınmış sima da yoktu, var olanlar halk tarafından hiç bilinmiyordu, tanınmıyordu. Daha sonra bu partiye ünlü türkücü İbrahim Tatlıses katıldı, böylece partide tanınmış sima sayısı ikiye çıkmış oldu. İ.Tatlıses’in türkü söylediği mitingler bitti, sandık başına geçildi. Sandıklar çok kısa süre içerisinde açıldı, oylar sayıldı, sonuçlar gece yarısını bulmadan açıklanıverdi; % 5… 40-50 miting, harcanan milyon dolarlar, el sürmeler, şak şaklar, söylenen türküler ve elde edilen % 5’lik büyük bir başarı… Parti programı yok, tanınmış, bilinmiş, inanılmış tek bir siyasetçi yok. Sadece, karşılanamayacak, yerine asla getirilemeyecek son derece abartılı, hayali büyük vaatler var. Peki, kim suçlu? Oy verenler mi, her gün poh pohlayan, saatlerce görüntülerini bilerek veya bilmeden yayınlayan basın yayın organları mı? Yoksa, ortada gerçekten büyük bir başarı mı var!  Cem Uzan bugün nerede? Yurt dışında, kaçak, aranıyor. Bugün seçime girse 50-100 oy alabilir mi? Gerçekten garip bir ülkede yaşıyoruz veya bir şekilde yaşatılıyoruz. Görünen o ki, yaşatılmaya da devam ediliyoruz… Önce Uzan dı, şimdi Gül, yani Sarıgül… “Türkiye Değişim Hareketi” adlı yeni bir parti ve lideri Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül… Sarıgül’den başka...

Devamını Oku

Önemli Olan Köşe Yazarlığı Teklifi Değil

İtalya’da haftalık yayımlanan ve marjinal olarak bilinen komünizm yanlısı “İl Manifesto” adlı dergi, Abdullah Öcalan’ın “Kürtler İçin Adil Bir Barış” başlıklı bir yazısını yayınlamış. Anlaşıldığı kadarıyla dergi, Apo’nun avukatları aracılığıyla bir yıl önce Öcalan’a köşe yazarlığı teklifinde bulunmuş. Bir başka söyleme göre, Avrupa’da PKK’ya yakın bazı şahısların girişimleriyle köşe yazarlığı işi ayarlanmış. “İl Manifesto” adlı dergi, başta da belirtildiği gibi “marjinal” bir dergi. Yani dergi, toplumda genel kabul gören görüşlerden farklı, hatta son derece zıt fikirlere ve bu fikirlere sahip yazarlara yer veriyor. Dolayısıyla, dergide kim bilir ne yönde görüşlere yer verilmiştir bugüne kadar. Bu nedenle Öcalan’a yer vermiş, vermemiş çok da önemli değil aslında. Önemli olan, Öcalan’a ait olduğu iddia edilen bu yazının nasıl dergiye ulaştırıldığı konusudur. Oysa, biliyoruz ki, avukatlarının Öcalan ile yaptığı haftalık görüşmelerinde herhangi bir doküman alış-verişi kesinlikle yasak ve çok sıkı denetleniyor. Bu durumda, ortaya iki sonuç çıkıyor. Bir; demek ki çok sıkı bir denetleme yok, iki; ya da yazı Öcalan’a ait değil. Yazı, Öcalan’a aitse ve avukatları vasıtasıyla İtalya’ya ulaştırılmışsa, bundan da tek sonuç çıkıyor; avukatların hafızaları son derece kuvvetli (!), ki her söyleneni harfi harfine akıllarında tutup, yazıya dönüştürebiliyorlar. Avukatlarına bravo (!) doğrusu, ama ben bu varsayıma pek katılamıyorum açıkçası. Çünkü, yazı 4 paragraflık uzunca bir yazı ve akılda tutulacak gibi değil. Buradan tek sonuç çıkıyor; Apo söylüyor, o’nu dikkatle dinleyen avukatları, daha sonra bir araya gelerek söylediklerini bir kez daha gözden...

Devamını Oku

Mardin'e Dönmem!

Kapatılan DTP’nin yasaklı eski Genel Başkanı Ahmet Türk, gazeteciler tarafından öğrenilmesi ve habercilerin sık sık kapısında beklemeye başlaması üzerine, ikamet ettiği, son günlerin ünlü semti Çukurambar’dan taşınmaya karar vermiş. Türk’ün hemşerisi ve 40 yıllık arkadaşı olan Mardinli bir müteahhit, A.Türk’e, Or-An semtinde yaptırdığı sitedeki boş bir dairesine taşınabileceği teklifini yapmış. Ancak, son derece lüks daireye taşınma hazırlıkları son aşamadayken, hatta eşyalar kamyona yüklenmişken, müteahhit tarafından, tekliften son anda vazgeçilmiş. Site sakinleri A.Türk’ü sitede görmek istememişler ve bunu Mardinli müteahhide bildirmişler, müteahhit arkadaşı da A.Türk’e. Sonuçta A.Türk açıkta kalmış. Bu gelişmelerin ardından A.Türk’ün Mardin’de yaşayan çocukları, “Sağlığın iyi değil, memlekete dön, biraz dinlen” diye Mardin’e dönmesini istemişler. Bir söyleme göre A.Türk; “Arkadaşlarımın bana ihtiyaçları var” diyerek, bir söyleme göre de; “40 yıllık Ankaralıyım. Buraya alıştım, Mardin’e dönmem” diyerek, çocuklarının önerisini kabul etmemiş ve Ankara’da yaşamaya devam edeceğini bildirmiş. A.Türk’ün İzmir/Çeşme’de yazlığı varmış. Kapatılan DTP’nin konvoyunun İzmir’de protesto edilmesi sonrasında A.Türk, İzmir için “Faşist İzmir” ifadesini kullanmıştı. Şimdi, OR-AN semti de O’nu istemiyor. Bu mantıkla OR-AN da aynen İzmir gibi faşist oluyor! O halde, “faşist dediğin yerde neden yaşamaya devam ediyorsun” sorusu, ister istemez akla gelmiyor mu! Siz de olsanız, ben de olsam Mardin’e dönmem. Niye dönelim ki? Mardin’de bir akşam yemeğinde 400 milyon ödenebilecek lüks restaurantlar yok. Oturulacak 300-350 m2’lik son derece lüks daireler yok. Peşinde basın ordusu yok. Orası küçük yer, unutulur gider insan. Niye Mardin’e dönülsün ki! Ama,...

Devamını Oku

Küfürbaz Baykuş

DTP içerisindeki bazı milletvekilleri ile ilgili olarak, “Güvercinler”, “Şahinler” benzetmesi yapılmıştı. Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Aysel Tuğluk gibi, diğerlerine oranla daha ılımlı olanlarına/görünenlerine “Güvercin”, Emine Ayna gibi sivri dilli olanlarına da “Şahin” deniyordu. Bu benzetme, mevcut tüm partilerde de vardı, aynen spor kulüplerinde, basın camiasında, şov, sanat ve edebiyat dünyasında, politika arenasında olduğu gibi. Herhangi bir ailede dahi, babaya “Şahin”, anneye “Güvercin” denebiliyordu örneğin.. Bu nedenle, bunda kızılacak, köpürecek bir şey de yoktu. Baydemir Osman niye kızdı bu kadar? Anayasa Mahkemesi tarafından DTP’nin kapatılması üzerine, “DTP amblemindeki meşe ağacı nerenize battı” diye Hükümet’e laf atan, bel altı soru önergesi veren Osman, gevşek ağzına gem vuramadı, dur diyemedi. Arkasından, hem Hükümet’e ve hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne salyalarıyla hiddetlenerek “Bizi, güvercin ve şahin diye bölenler için söylüyorum” dedi ve 72 milyonun gözleri önünde içine etti, hem de iki kez. Akşam, bir televizyon kanalına canlı bağlanan Osman Baydemir (Soyadındaki “Bay” hecesi biraz garip kaçıyor)’in, bir özür dilemesi beklenirken, tersine “Bu bir özgüvendir” dedi. Bir çuval inciri berbat etti Osman efendi. Hemen bez getirdiler tez elden, ancak getirilen bez, ne yazık ki Cafer’in ettiklerine yetmedi. Gerçekten, CAFER BEZGETİR niye kızdı ki bu kadar? Halbuki kendisinin, ne “Güvercin” olarak, ne de “Şahin” olarak ismi hiç geçmiyordu ki magazin dünyasında. Buna çok alınmıştı muhtemelen; “Siz beni bir halta benzetemediniz ha! Alın, görün bakalım, ben neymişim!” demişti, tahminen. Gördünüz mü Osman’ı? O, “güvercin”den de,...

Devamını Oku

Cümleten Günaydın!

DTP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma ihtimaline karşın, DTPli milletvekilleri istifa dilekçelerini ceplerine koymuşlar ve bunu günler öncesinden basına yansıtmışlardı. Hatta, kapatma kararını protesto etmek amacıyla, sadece DTP milletvekilleri değil, DTP’li il ve ilçe belediye başkanlıklarının da istifa edecekleri kamuoyuna açıklanmıştı. Derken, Anayasa Mahkemesi 11 Aralık günü DTP’nin kapatılmasına karar verdi. İstifaların ceplerinde olduğunu söyleyen DTP’den beklenen, hemen istifa etmeleri idi, ancak bu, ne hikmetse (!) gerçekleşmedi. Çünkü, avukatlarının 16 Aralık tarihinde Öcalan ile yapacakları haftalık görüşmeleri vardı. Bu nedenledir ki DTP, son kararlarını 18’i veya en geç 21’inde vereceklerini bildirdiler. Bunun tek nedeni vardı ve o da; 16’sında Öcalan ile yapılacak görüşmenin sonucu idi. Öcalan ne isterse, ne karar verirse o idi. Apo görüşmede “Devam” dedi ve bugüne gelindi, DTP, BDP bünyesinde siyasi faaliyetlerine devam edeceklerini açıkladı. Bütün bu olması muhtemel gelişmeleri, öngörü mahiyetinde, 16 Aralık tarihinde kaleme aldığım “DTP’nin Son Kullanılma Tarihi Sona Erdi” başlıklı yazımda ele almış, 18 Aralıkta “Tabanımız Böyle İstedi” başlıklı yazımla da sonuçlandırmıştım. DTP’nin “Devam” kararını açıklaması, bazı gazete “yazar”larının, televizyon “konuşur”larının gözünü açmış olmalı ki, neredeyse tümü şu ifadelerde bulundular. Dediler ki; “DTP, Apo’nun talimatına uydu. Apo’nun, DTP’yi yönettiği, hegemonyası altına aldığı bu kez anlaşıldı. DTP’nin, Apo’suz yapamayacağı, dediğinden çıkmayacağı/çıkamayacağı ortaya çıktı”. Cümleten GÜNAYDIN… Siz, bugüne kadar, DTP veya öncesi partililerin, Apo’nun söylemlerinden “farklı” bir söylemi dile getirdiklerini hiç gördünüz mü, duydunuz mu? Siz, bugüne kadar, Apo’nun söylemlerine “aykırı” bir söyleme hiç rastladınız...

Devamını Oku

Tabanımız Böyle İstedi!!!

Anayasa Mahkemesi, 11 Aralık tarihinde DTP’nin kapatılmasına karar verdi. DTP, mahkemenin alabileceği karara ilişkin değerlendirmelerini daha önceden yapmış, kapatılmaları halinde, nasıl bir hareket tarzı belirleyeceklerini de düşünmüştü muhtemelen. Ya, mevcut bir başka parti içerisinde, örneğin tedbir olarak iki yıl önce kurulan tabela partisi konumundaki BDP’de yer alacaklardı, ya da istifa ederek sine-i millete döneceklerdi. Mahkemenin aldığı kapatma kararının hemen ertesinde, DTP içerisindeki söylemler, “Artık TBMM çatısı altında kalmanın bir anlamı olmadığı, bu nedenle istifanın düşünüldüğü”, bir başka yolun da “BDP bünyesinde çalışmalara devam edilmesi” şeklindeydi. Ancak, bu söylemlere rağmen, kesin bir kararın henüz alınmadığı da ifade edilmiş, nihai kararın 18’i veya en geç 21’inde açıklanacağı belirtilmişti. Hatta, DTP’liler, “Tabanımız, dağa çıkın diyor” diyerek, üçüncü bir yolun varlığına da dikkat çektiler. “İstifa mı, devam mı, dağ mı?”… Buna, kim ve nasıl karar verecekti? Kapatma kararı 11’inde verildi. DTP, 18 veya 21’inde net bir karar vereceklerini açıkladı. Düşündürücü olan, neden bir hafta veya 10 gün sonrası! Çünkü, avukatların, 16’sında Öcalan ile haftalık olağan görüşmesi vardı ve bakalım İmralı bu konuda nasıl bir talimat verecekti. 18’ine gelindi… Televizyonlar, DTP’nin vereceği kararı saniye saniye takip etti. “İstifa edecekler, vazgeçtiler, taban öyle diyor, böyle diyor” dendi, karar bir türlü açıklanamadı, ertelendi de ertelendi… Ancak, ertelemeye rağmen nihai kararın istifa olmayacağı, DTP’li Selahattin Demirtaş’ın; daha önceki beyanın tam aksine “Tabanımız istifa etmeyin diyor” demesinden anlaşıldı. Talimat alındı, mesaj verildi; istifa etmeyeceklerdi. Oysa tabanlarının; “Ne duruyorsunuz,...

Devamını Oku

DTP'nin Son Kullanılma Süresi Bitti

İlk olarak, 1990’da HEP kuruldu. Daha sonra, 93’te DEP, 94’te HADEP, 97’de DEHAP, 2005’te DTP kuruldu. Ve nihayet DTP de diğerleri gibi aynı kaderi paylaşarak, 2009’un sonunda kapandı. Yenisi, aynısı, benzeri, devamı sırada… Tam bir, aç-kapa kısır döngüsü. Toplam geçen süre 19 yıl, bu dönemde kurulup kapatılan parti sayısı ise şimdilik beş. Birbirinin devamı niteliğindeki bu partilerin kurulup kapanma süresi, ortalama dört yılı bile bulmuyor. Bu partilerin kuruluş amaçları farklı gösterilmeye, dillendirilmeye çalışılsa da, gerçek amacın PKK’yı siyasi zeminde temsil etmek, O’nu korumak, kollamak, savunmak ve propagandasını yapmak olduğunu, artık bugün herkes biliyor. Kapatılmalarındaki ortak gerekçe; PKK ile dirsek temasın ötesinde kurdukları organik bağ ile örgütün siyasi söylemcisi/uzantısı gibi hareket etmeleri. Ortak gerekçe bu olmasına karşın, DTP’nin önceki diğer partilerden tek bir farkı var ki, o da; 1999’a kadar PKK, Öcalan’ın 99’da yakalanmasını müteakip ise tüm faaliyetlerini PKK’dan ziyade, bu sefer, açıkça Öcalan’a endekslemiş ve adeta Öcalan’ın kravatlı askerleri rolüne soyunmuş olması. Şimdi deniyor ki; “DTP, PKK ile arasına mesafe koymadı, bu nedenle haklı olarak kapatıldı”. Bunu söylemek için bugüne kadar açılmış olan diğer partilerden en az birinin, örgüt ile arasına az da olsa mesafe koymuş olması gerekirdi ki, maalesef bugüne kadar hiçbiri mesafe koymadı, koyamadı. Mesafe koyabilirler mi idi? Keşke koysalardı ama bu, pek de mümkün değildi. Çünkü yaşayamazdı. Çünkü, PKK ile, Öcalan ile, arasına mesafe koyan, örneğin HAKPAR gibi bir partinin durumu ortada idi. Genel başkanının ismini...

Devamını Oku

Apolaman Kişilik, Avukatları ve Diğerleri

1999’a kadar, göbek kaşınarak, kahkaha atarak; “Yakın, yıkın, öldürün”. 1999’da yakalandığında helikopterde; “Benim anam da Türk. Devletin hizmetindeyim”. 1999’dan hemen sonra; “Barış ve kardeşlik”. Daha sonraları; “Anadil, kültürel haklar”. 10 yıl sonra şimdi; “Anayasal kimlik ve özerklik”. Bu, birbirinden farklı beş ayrı dönemin tek mimarı; “Öcalan”. “Yakın, yıkın, öldürün”den, “Hizmetinizdeyim”e geçişin tek sebebi; “Ölüm korkusu”. Bu dönemden hemen sonra devreye “Apo’nun avukatları” girdiler. “Aman Başkan, ne yapıyorsun, hemen teslim oluverdin” dediler ve “Sen yeter ki biraz dik dur, gerisini biz hallederiz” diyerek, Apo’yu yumuşak bir dille uyardılar. Ölüm korkusunun verdiği şoku atlatan Apo, avukatlarının telkini ile biraz kendine geldi ve bir süre beklemede, izlemede kaldı. Avukatları, hemen göreve koyuldular, PKK’yı ve PKK’lı kitleyi harekete geçirdiler. Sokak gösterileri ve eylemler başladı, devam etti, giderek arttı. Apo rahatladı, özgüven kazandı, bu sefer “Barış ve kardeşlik”ten bahsetmeye başladı. Daha sonra “Anadil ve kültürel haklar”a geçti, “demokratik” denebilecek çeşitli istekleri gündeme getirdi. Sonrasında, “Biraz başım ağrıyor” dedi Apo, avukatları “Apo’nun sağlığı sağlığımızdır” kampanyasını başlattılar, Apo’nun talimatıyla. “Bana kötü muamele yapıldı” dedi, başlattılar “Apo’ya uzanan eller kırılsın” kampanyasını. “Yalnızım, canım sıkılıyor” dedi, başlattılar “Apo’ya uygulanan tecride son” kampanyasını. Kampanya kampanyayı doğurdu, PKK sempatizanları sokaklara döküldüler, araçları yaktılar, molotof attılar, kırdılar, döktüler. Sokak eylemlerinden güç alan Apo, bu sefer tamamen kendine geldi… 22 Temmuz genel seçimlerinde bölgede ikinci parti durumuna düşen DTP’nin, son yerel seçimlerde kaybettiği bazı belediyeleri AKP’nin elinden geri almasıyla birlikte coşan, adeta...

Devamını Oku

Tokat Eylemi ve Torbayı Büzebilmek

Tokat’ın Reşadiye ilçesi kırsalında 7 asker şehit edildi, 7 ocak söndü, çocukları babasız, eşleri kocasız, ana-babaları evlatsız kaldı. Şehit olan Uzman Çavuş’un cenaze töreninde, şehidin 2,5-3 yaşındaki kızına, tabutun üstündeki babasının resmi gösterilerek “Baban nerede göster bakalım” diye sordular. Yavru, o küçücük, minicik işaret parmağıyla resmi gösterdi ve “İşte babam” diyerek, sevinçle, heyecanla gülümsedi. Oysa resimdeki babası, O’nu kucağına alan, okşayan, öpen babası, şimdi o tabutun içindeydi ve biraz sonra da ne yazık ki toprağa verilecekti. Olan bitenden hiç haberdar değildi… Olay, başta Reşadiye ve Tokat olmak üzere, cenazelerin defnedildiği illerde, Türkiye’nin birçok ilinde, PKK aleyhine atılan “Kahrolsun PKK” sloganları eşliğinde, Türk bayraklarıyla protesto edildi. Aynı sıralarda, Öcalan’ın yeni odasının 17 cm2 küçülmesini protesto etmek için Doğu ve Güneydoğu’nun birçok ili ve ilçesinde de PKK’lılar ve sempatizanlarınca taşlı-sopalı, molotof kokteylli, havai fişekli sokak eylemleri gerçekleştiriliyor, “Yaşasın Apo” ve ”Apo’ya Özgürlük” sloganları atılıyordu. Ne tezat bir durum… Bir yerde cenaze defnediliyor, beden 2 m2’lik toprağa veriliyor, “Kahrolsun PKK” deniyor, diğer tarafta 17 cm2 için ortalık yakılıyor-yıkılıyor, “Yaşasın Apo, yaşasın PKK, Apo’ya özgürlük” deniyor. Gelelim olaya ilişkin tepkilere ve yorumlara… DTP çevresi, bundan önce de birçok defa olduğu gibi, “Biz yapmadık, onlar yaptı”yı, yani “PKK yapmadı, Devlet yaptı”yı gündeme getirdi. Ancak bu sefer “Devlet”in yerine, “Derin Devlet” dedikleri, “Ergenekon” dedikleri sanal bir yapıyı adres gösterdiler, olayın yeri ve zamanlamasına güya dikkat çekerek, provokasyon şüphesi uyandırmaya çalıştılar. Hatta bu sefer daha da...

Devamını Oku

Nokta Kondu, Bayrak Açıldı

En baştan, “Marksist-Leninist bir Kürdistan” diyorlar, ülkeyi bölmeye çalışıyorlardı. Bu süreç, tam 21 yıl sürdü, kan aktı. Öcalan’ın yakalandığı 99’da, ani bir taktik değişikliği ile söylem ve amaçlarda değişim gözlendi ve bu sefer “Barış, kardeşlik, anadil, kültürel haklar” gibi ılımlı ve desteklenebilecek söylemlere yöneldiler. Sağ olsunlar, ülkeyi bölmekten vazgeçtiklerini de açıklayıverdiler. Devlet yönetmenin zor ve meşakkatli bir iş olduğunu belirten ve bu nedenle artık, Türkiye’yi bölerek ayrı bir “Kürdistan” devleti kurmaktan vazgeçtiğini söyleyen Öcalan, bunun yerine “Demokratik Özerklik” dediği projesini öne sürdü. Bu proje, kendi kendini yönetmek anlamına gelen “Özerklik” istiyordu. Hasan Cemal, Kandil’e gitti ve dönüşünde müjdeyi (!) verdi; “PKK, artık Türkiye’yi bölmekten vazgeçmiş”. Oysa bu müjdeli haber, Öcalan’ın ağzından daha önce üç-beş kez çıkmıştı zaten. Demek ki, Öcalan’ın bu açıklaması yeterince kamuoyunda yankı bulmamış, yankı bulması için Hasan Cemal bunu kendine vazife bilmişti. Hemen arkasından, Hükümet açılım sürecini başlattı. Akil adamlar toplandı ve karar verdiler; “Sorun, ancak böyle çözülür”. Kandil’den, Mahmur’dan PKK’lar şehre indiler, “Bizi Apo gönderdi” dediler. Kamera karşısında, “Apo’ya özgürlük, kendilerine özerklik” istediler. İzmir, faşist oldu, “Siz de Diyarbakır’a gelemezsiniz” denildi. 5 milyon dolar harcandı, yanına arkadaş verildi, yine yaranılamadı. Öcalan, “Beni 10 metre kareden, 6 metre kareye soktular, daraldım” dedi, PKK’lı basın, halkı sokaklara çağırdı, Güneydoğu’nun birçok yeri ile İstanbul, İzmir, Mersin ve Adana’da olaylar yaşandı, havai fişekler atıldı, araçlar yakıldı, işyerleri harap edildi, yollar kesildi, barikatlar kuruldu. Ahmet Türk, tüm DTP’li milletvekilleri ile...

Devamını Oku

Yine Kandil, Yine Yazı Dizisi

Gün geçmiyor ki, bir gazeteci Kandil’e gidip, röportaj yapıp, röportajını gazetesinde yazı dizisi halinde yayınlamasın. Bir süre önce Hasan Cemal gitti, Karayılan ile görüştü, yazı dizisi yaptı, akabinde “Kürt açılımı” başladı. Böylece, gidiş sebebi anlaşıldı. Yetmedi, bu sefer Osman Sağırlı adlı gazeteci gitti, görüştü ve yayınladı. Neden giderler, bir sürü zahmete katlanırlar, anlamak gerçekten mümkün değil! Çünkü, Karayılan’ın bugüne kadar ki tüm söylemleri, ne bir eksik ne bir fazla, tamamen ve birebir Öcalan’ın söylemleri. Karayılan’ın, sorulan sorulara cevaben “50 defa söyledik. Bir kez daha söylüyorum” demesi de bunun en açık ifadesi. Buna rağmen, bu gidişin de, aynen Hasan Cemal’de olduğu gibi, mutlaka bir sebebi olmalı! Röportajın özü, Karayılan’ın ifade ettikleri, ana başlıklarıyla şu hususlar; “Hükümet’in başlattığı açılım süreci, baştan bizi umutlandırsa da, pratikte net bir adımı henüz göremedik”. “Kürtçenin seçmeli dil olması, yerleşim yerleri isimlerinde Kürtçeye dönüş, Kürtçe televizyon, Kürdoloji Enstitüleri açılması gibi yeni uygulamalar, son derece basit adımlardır ve bizi asla tatmin etmez”. “Biz çözüm için, ana dilde eğitim hakkının sağlanması, siyasal örgütlenmeye imkân tanınması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve bir toplumsal uzlaşma projesinin imzalanmasını, sorunun, ÖZERKLİK temelinde çözülmesini istiyoruz”. “Çözüm sürecinde DTP önemli bir rol oynayabilir. Ancak alınacak bir kararda, DTP’nin PKK ile diyalog kurması şarttır”. “Türkiye, bu sorunu bugün çözmek zorundadır. Süreç bu haliyle devam ederse, tehlikeli bir hâl alabilir”. Görüldüğü gibi tüm açıklamalar, tıpa tıp Öcalan’ın söylemleridir. Söylemlerin özünün özü şu; “Sorun, sadece ve sadece ÖZERKLİK...

Devamını Oku

Mahalle ve Apartman Sakinleri

Mahalle, şehrin tam ortasında olması nedeniyle, hemen hemen herkesin gözü olan albenili bir mahalle, adı; “Ortadoğu Mahallesi”. Mahallenin en gözde en köklü ve temeli en sağlam apartmanı ise; “Anadolu Apartmanı”. Bu apartmanda yaşayan, maddi durumları, kültür düzeyleri ve dünya görüşleri birbirinden farklı aileler, zaman zaman aralarında küçük ve halledilebilir bazı sorunlar yaşansa da, apartmanın inşa edildiği ilk günden buyana, genellikle huzur ve mutluluk içerisinde yaşamlarını sürdürmüşler. Hatta, birbirlerinden kız alıp “akraba”, kurdukları ticari işbirlikleriyle de “ortak” olmuşlar. Derken, ailelerden biri, bir apartman toplantısında, “temizlik, güvenlik, elektrik, yakıt, çevre güzelleştirme gibi apartmanın genel masraflarına katılmak istemediğini, bu itibarla herhangi bir aidat da ödemeyeceğini, her türden ihtiyacını bundan böyle kendisinin gidereceğini” belirterek, sadece kendisinin kullanacağı ayrı bir apartman giriş kapısının yapılmasını da talep etmiş. Tartışmalar atışmaları, atışmalar çatışmaları beraberinde getirmiş ve bu huzursuz süreç, 25 yıl kadar devam etmiş. Zaman zaman; “Madem öyle, apartmandan taşın kardeşim” denilse de, “Ben ev sahibiyim, çıkmam, siz çıkın” cevabı alınmış her seferinde. Gerçi, “Çıkmam” diyen ailenin bazı fertleri, yan apartmandaki akrabalarının evlerine yerleşmişler ve orada yaşamaya başlamışlar, uzunca bir süredir. Kalabalık görünmek ve isteklerinden vazgeçmediklerini göstermek amacıyla da gizli gizli evlerine gelmeyi hiç ihmal etmemişler. Her gelişlerinde, duvarları karalamışlar, otomat lambalarını kırmışlar, bahçe suyunu açık bırakmışlar. Şimdilerde yan apartmanda bazı inşaat çalışmaları yapılmaya başlanmış. Müteahhit Abdi bey, neredeyse yeniden inşa edilircesine girdiği tadilat nedeniyle apartmandaki fazlalıkların biran önce atılmasını istemiş sakinlerden. Evlerine gelen akrabalarını geri...

Devamını Oku

Anlayamadıklarım(!)

Bana göre her şey, akil adam, has adam Hasan Cemal’in Kandil’e gidişiyle başladı. Amiyane tabirle “Ortada fol yok, yumurta yokken” Has Cemal, Murat Karayılan ile görüşüp, görüşmesini yazı dizisine dönüştürerek gazetesinde yayınladı. Neden buna gerek duydu veya duyuldu, anlayamadım. Çünkü, ne Karayılan’ın ne de Ahmet Türk’ün, Öcalan’ın söylediklerinden farklı, en ufak bir söylemleri bugüne kadar hiç olmamıştı. Bunu kendisi de biliyordu. Bu sefer de olmadı zaten. Karayılan, Öcalan’ın, avukatlarına dikte ettirerek kendi basın yayın organlarında yayınlanan söylemlerini, tek bir harfine dahi dokunmadan bir kez daha tekrarlamış oldu bu sayede. Ve bu sayede, Öcalan’ın söylemleri sadece belli bir kesimin bilgi dağarcığında bırakılmayıp, tüm Türkiye kamuoyuna taşındı, gündeme getirilerek yerleştirildi ve tartışma sürecinin başlatılması sağlandı. Öcalan’ın önemli iki mesajı vardı, altı çizilen, dikkat çekilen, bu sefer Karayılan’ın ağzından Has Cemal vasıtasıyla kamuoyuna yansıtılan. Bir; “PKK, Türkiye’yi bölmek istemiyordu ve demokratik çözüm istiyordu artık”, iki; “Ancak, bunun için Öcalan’ın demokratik özerklik projesi doğrultusunda adımların atılması da şart koşuluyordu”. Demokratik Özerklik projesinin aslı kısaca şu idi; “Kendi kendini, kendince ve kendi istediği gibi yönetmek”. Has Cemal, neden gitti, ne gerek duydu, ne amaçla gitti, nasıl gitti, gitmek için kimlerle ve nasıl temasa geçti. Orada nasıl karşılandı, nasıl uğurlandı, bunları tahmin edebiliyoruz, ama maalesef ki anlayamıyor, bilemiyoruz. Açılım süreci ve tartışmalar, bu tarih itibariyle başladı, giderek arttı ve nihayet TBMM’ne taşındı. AKP Hükümeti, yapılan şov ve gösterilen tepkiler nedeniyle, bir ara “Sil baştan” dese...

Devamını Oku

Bölmekten Vazgeçtim!!!

Birçok şeyin bir karşıtı var; siyah’ın beyaz, uzun’un kısa, güzel’in çirkin, zayıf’ın şişman, fakir’in zengin, kirli’nin temiz olduğu gibi. Öcalan’ın, PKK’ya yaptığı çağrı üzerine Kandil ve Mahmur’dan seçilerek oluşturulan bir grup Türkiye’ye geldi. Öcalan, PKK ve DTP, bu grubu “Barış Grubu” olarak adlandırdılar. Her şeyin bir karşıtı olduğuna göre, düz mantıkla “Barış” adlı bu grubun karşıtının veya muhatabının adı ne olabilir; “Savaş Grubu”. Peki, bu durumda savaş grubu kim oluyor; PKK ile 25 yıldır mücadele eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti. PKK grubunun adı, barış grubu olduğuna göre, bu durum, PKK’nın barış istediği anlamına gelmez mi; gelir. Peki, barış kimden istenmektedir; Devlet’ten.   Barış isteyen biri, karşı tarafa şartsız koşulsuz elini uzatmaz mı; uzatır. Uzattılar mı; hayır. Şartlar, koşullar öne sürdüler mi; evet. Siz hiç, müsabaka esnasında zor duruma düşen boksörünün imdadına yetişmek ve maçı sona erdirmek amacıyla ringe havlu atan bir antrenörün, zafer çığlıkları attığını gördünüz mü; hayır. Barışalım diyen birinin zafer işareti yaptığını; hayır. O halde!!! O halde bu grup, bir barış grubu asla olamaz, olsa olsa, “zeval olmaz” diye bildiğimiz elçidir ve Öcalan’ın “Elçi Grubu” olarak adlandırılmalıdır.   Olması gerekeni daha iyi anlamak için, durumun tam tersini düşünelim. Barış adımı atılmış olsun ve Türk askeri memleketine dönmüş olsun mesela. Manzara ne olurdu sizce? İnsanlar, zafer işaretleri ve çığlıkları yerine, sevinç gözyaşlarıyla kucaklaşır, sarmaş dolaş olurlardı herhalde, bunu şova dönüştürmeden.   Öyle veya böyle, “Barış Süreci” denilen bir süreç yaşanıyor şu aralar...

Devamını Oku

Gücümü Görmek İstedim…

“Mahmur ve Kandil’e çağrı yapmamın amacı; onları sınamak ve gücümü görmekti”. Öcalan’ın sarf ettiği bu söz, üzerinde hassasiyetle durulması, önemle altı çizilmesi gereken bir sözdü, ancak bu söze, nedendir bilinmez, ne basın, ne de siyasi partiler gerekli ilgiyi pek göstermediler. Öcalan, bilindiği üzere 22 Eylül tarihinde, Kandil’den ve Mahmur’dan seçilecek iki grubun, “sorunun çözümüne ve sürece katkıda bulunmak üzere” Türkiye’ye gelmeleri çağrısında bulunmuş ve gruplar 19 Ekim günü Irak’tan Türkiye’ye gelmişlerdi. DTP tarafından şova dönüştürülen (bu arada M.A.BİRAND buna “show” diyor) geliş sonrasında Öcalan, önemsiz gibi görülen şu açıklamayı yaptı; “Gelen gruplar için şükranlarımı sunuyorum. Bu gruplara çağrı yapmamdaki amaç; sınamaydı. Hem tıkanan siyasetin önünü açmak, hem bağlılıklarını görmek/göstermek için çağrıda bulundum, onlar da geldiler ve bana bağlılıklarını gösterdiler” dedi ve arkasından, gelinen durumu; “Bu sayede PKK, devleti, devlet de PKK’yı sınamış oldu” sonuç cümlesiyle özetledi. Kendine güvensiz, gelip giden ve oturmamış bir kişiliğin, narsist, megaloman bir kişilik ile birbirine karışmasının tezahürü denebilecek Öcalan’ın bu sözlerinin ne anlama geldiğini kavrayabilmek için galiba biraz daha açmak gerekiyor. Aslında son derece açık olmasına rağmen, ne demek istenildiğini, arkasındaki olası mesajları ve bu mesajların kime veya kimlere ve ne amaçla verilmek istediğini ortaya koymak ve dikkat çekmek gerekiyor. Öncelikle, ilk mesaj kendinedir. Örgütün, DTP’nin ve bağlı sempatizan kitlesinin ne denli kendisini dinlediğini, izlediğini, takip ettiğini, talimatlarının birebir yerine getirilip getirilmediğini görmek, öğrenmek istiyor Öcalan. Bu nedenledir ki, örgütü PKK için; “Onlara şükranlarımı...

Devamını Oku

Hepsi Çöpe …

Tarih; 19 Ekim 2009, 29 Ekim’in tam 10 gün öncesi. Bu tarihi, bir kenara not edin. Çünkü, milat oldu bu tarih. Öcalan’ın talimatı çerçevesinde, Mahmur ve Kandil’den seçilmiş 34 PKK’lı, konvoy halinde ve törenler eşliğinde Türkiye’ye geldiler. DTP, yaklaşık 50 bin kişinin katılımıyla coşku mitingi düzenledi. DTP’li milletvekillerinin bazıları, TBMM’ne ait resmi plakalarla etkinliklere iştirak ettiler, konuşmalar yaptılar. Öcalan için “Kürt Halk Önderi” ifadesini kullandılar. Zafer işareti yapan ellerde, Apo resimleri, PKK bayrakları vardı, atılan slogan ise; “Yaşasın Başkan Apo” anlamına gelen “Biji Serok Apo” idi. Özellikle Kandil’den gelen teröristlerden bilgi alabilmek için, onlarla röportaj yapabilmek için, ulusal gazete ve televizyonların muhabirleri birbirleriyle adeta yarıştılar. Bugüne kadar yakalanan veya teslim olan teröristlere soruları, güvenlik güçleri, hakimler ve savcılar sorarlardı mahkemelerde, şimdi ise eli mikrofonlu muhabirler sordular, hem de sokak ortasında. Apo’nun çağrısı gereği, ellerini, kollarını sallayarak Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye gelenlerin tümü, “Biz teslim olmuyoruz. Biz, demokratik açılım sürecine katkı yapmak üzere, Önderliğimizin (Apo) çağrısı üzerine kendiliğimizden geldik. Af’tan yararlanmak gibi bir durumumuz da asla yok” dediler, üstüne basa basa. Dört tane “özel savcı” görevlendirildi, yani 2 teröriste 1 savcı düştü. Kaba bir hesapla, 5 bin teröriste, pardon “Demokratik katkıcıya” 2.500 savcıya gerek olacak önümüzdeki dönemde. Dört günlük “gözetim süresi” hakkı kullanılmadı, demek ki ciddi bir soruşturmaya da gerek duyulmamıştı! Daha önce örgütten kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan teröristlerin ne suçu vardı! Öyle ya onlar, Apo’nun talimatı üzerine Türkiye’ye...

Devamını Oku

“Öcü”den “Halk Önderi”ne !!!

Öcalan’a ve örgütüne “Öcü” diyorlar ve korkuyorlardı en baştan. Sonra, “Apo” demeye başladılar, bilahare “Öcalan”. Öcalan; “Yakın, yıkın öldürün” diyordu Şam’dan, yakalanmadan. Uçakta; “Hizmetinizdeyim” dedi Öcalan. Avukatları kibarca uyardı O’nu; “Ne demek hizmetinizdeyim!, yapma, dik dur, eğilip büzülme Başkan”. Şimdi, yol haritası çiziyor, Türkiye’nin geleceğine ilişkin, hem de Devleti ve hükümeti açıkça tehdit ederek İmralı’dan. Siyasi söylemcisi DTP, “Kürt Halk Önderi” diye adlandırıyor O’nu, 70 milyonun gözleri önünde, hem de canlı yayından. Yayın neden kesildi, anlamadık! Hal bu ki, ne düşündüklerini açık açık söylüyorlardı, bizler baka kalmıştık. Suç mu idi bu söyledikleri, yoksa kamuoyu bilmesin, öğrenmesin diye mi yayın hemen kesildi anlayamadık!, ağzımız açık, öyle baka kaldık. Yaaa, neredeeen nerelere, ne günlere geldik! Evet, “açıldık”, hem de çoook çok açıldık… Sabahattin...

Devamını Oku

Tek Parçada mı, Dört Parçada mı!!!

DTP eşbaşkanı Ahmet TÜRK, DTP Muş milletvekili Sırrı SAKIK ile birlikte katıldığı bir televizyon programında, oturum yöneticisinin, DTP’li Emine AYNA’nın, “yerel seçim sonuçları bu coğrafyanın adını koymuştur. Bu coğrafya Kürt coğrafyasıdır” mealindeki söylemini hatırlatarak, “Bu konudaki düşünceniz nedir? sorusuna cevaben, belli bir sıkıntı duyarak ve biraz da mecbur kalarak, “Evet kabul ediyorum. Arkadaşımız haddini aşan bir cümle sarf etmiş” demişti. Başından beri TÜRK ile AYNA arasındaki bilinen çekişme ve rahatsızlık, TÜRK’ün vermek zorunda kaldığı bu cevap ile daha da derinleşmiş ve bu konu, sadece televizyon ekranlarında kalmayıp, ilk bir araya gelişlerinde aralarında tartışılmıştır da muhtemelen. Ve kuvvetle muhtemeldir ki TÜRK; “Ne yapayım mecbur kaldım. Evet, o coğrafyanın adı Kürdistan’dır mı deseydim” diyerek, bir anlamda AYNA’dan kendisine anlayış göstermesini istemiş ve ortaya çıkan yeni tartışmayı, böylece tatlıya bağlamaya çalışmıştır. “Haddini aşan bir cümle!!!”. Oysa, “Kürdistan”, “Kürt coğrafyası” gibi ifadeler, ilk kez AYNA tarafından kullanılmadı ki! Bu ifadeleri DTP’li milletvekillerinin, belediye başkanlarının neredeyse tamamı, özellikle yurt dışındaki ve bölgedeki etkinliklerinde olmak üzere çeşitli platformlarda sıklıkla ve uzunca bir süredir kullandılar, kullanıyorlar. Yine, AYNA’nın yanı sıra, Aysel TUĞLUK ve eski DEP’li Leyla ZANA da, adına “Kürt sorunu” denilen bu sorun ile ilgili olarak; “Kürt sorunu sadece Türkiye’nin değil, Kürtlerin yaşadığı tüm coğrafyaları kapsar, dolayısıyla bu sorun Ortadoğu sorunudur” dediler. Onlara göre bu sorun, İran, Irak ve Suriye’de de vardır ve çözülmelidir. Ne demektir bu kısaca; “Siz bu sorunu Türkiye’de çözseniz dahi, diğer...

Devamını Oku

İMF Eylemleri ve Hatırlattıkları

Gençliğin, ülke sorunları ile yakından ilgilenmesi, gelişmeler karşısında duyarlı olması, kendisinin ve ülkesinin geleceğine ilişkin alınacak olan kararlar konusunda belirleyici olma çabası, isteği, arzusu, elbette ki çok doğal ve olması gereken, hatta bir görev. Ancak, ne yazık ki, İstanbul’daki güya İMF’yi protesto eylemleri, 80 öncesini hatırlattı, o günleri bizzat görmüş ve yaşamış olan bizlere. O dönemde, sağ-sol çatışmaları, sol fraksiyonlar arasındaki çatışmalar, ülkenin tüm şehirlerinde, şehirlerin tüm mahallelerinde, mahallelerin tüm sokaklarında, üniversitelerde, lise ve hatta ortaokullarda bile ve istisnasız her gün yaşanmış, binlerce gencin maalesef yaşamlarını yitirmesine, birçoğunun hayatlarının kararmasına sebep olmuştu. Kurtarılmış mahalleler ve hatta şehirler ortaya çıkmıştı. Sonra 12 Eylül oldu. Yaşam güvencesizliği nedeniyle sokaklara çıkamayan insanlar, sevinçten ağlayarak sokaklara döküldüler. Sırası değil belki ama, bugün bazıları, o günlerin 12 Eylül’ünü “Demokrasiye darbe” olarak değerlendiriyorlar. Öyle ya; 80 öncesinde demokrasi vardı, huzur vardı ülkede ve herkes, istediği her şeyi çok rahatlıkla ve serbestçe yapabiliyordu, sonuçta “özgür”dü çünkü! Örneğin, ölüyor öldürüyordu, dövüyor dövülüyordu. Okullar, işyerleri kapatılıyor, kapattırılıyordu. Polis bile fikir özgürlüğünden (!) ikiye bölünmüştü. Sağcı “POLBİR”, solcu “POLDER” vardı. POLBİR solcuların, POLDER sağcıların peşindeydi. Neyse, o kara günlerin bir daha yaşanmaması dileğiyle, dönelim gündeme dair sözde İMF eylemlerine ve ekranlara yansıyan görüntülere… Bu, ne bir İMF protestosu idi, ne bir hak arayış idi, tam bir terördü ve Devlet’e, sisteme, rejime, sermayeye güdülen birikmiş büyük bir kinin tam anlamıyla kusulmasydı. Bazı televizyon kanallarının eylemler ile ilgili yaptığı yayınlar, yorumlar...

Devamını Oku

Tek Çözüm, Tek Çare, “Referandum”

Özetleyelim… Hükümet, PKK’dan kaynaklı “Kürt sorunu”nun çözümü konusunda “Demokratik Açılım” adı altında bir açılım başlattı. Son 3-4 aydır Türkiye gündemine oturan ve hemen hemen herkesin ve her kesimin tartıştığı ve her kafadan bir sesin çıktığı “Açılım ve kapsamı” ile ilgili olarak aslında hiç kimse net bir bilgiye de sahip değil. Başbakan Erdoğan; “Her ne şart ve koşulda ve ne pahasına olursa olsun demokratik açılımı hazmettire hazmettire gerçekleştireceğiz” dedi. Muhatap alınmasına karar verilen DTP; “Yapılması düşünülen açılımlar bizi tatmin etmez. Muhatap Apo ve PKK’dır. Çözümün anahtarı Öcalan’dır” diyor. Öcalan; “Serbest bırakılmaz isem, çözümde çare olamam ve PKK da gereğini yapar, örgütü ben bile engelleyemem” diyerek Devlet’i tehdit etti, örgüte de mesaj gönderdi. Durum kısaca böyle. Açılım devam mı edecek, kapsamı daha da mı genişletilecek, yoksa tamamen sona mı erdirilecek, bazı müneccimler dışında kimsenin herhangi bir fikri yok, belki de var, ancak biz bilmiyoruz. Bilinen ve görülen bir şey var ki; siz ne açılım yaparsanız yapın, DTP, PKK ve taraftarları tatmin olmayacaklar ve çözümsüzlük aynen devam edecek. Çünkü, her şey Öcalan’a ve özgürlüğüne kilitlenmiş durumda. Buna karşılık, değil bugünkü iktidar partisi AKP, bundan önceki veya bundan sonraki, gelmiş, geçmiş, gelecek hiçbir siyasi irade, bunu, yani Öcalan’ı serbest bırakmayı asla ve asla göze alamaz, almaz, alması da mümkün değildir. Hal bu olduğuna göre, açılım ve çözüm süreci tamamen kilitlenmiştir. Peki, kan akmaya devam mı etsin? Elbette ki koca bir “HAYIR”. Öyleyse, bu...

Devamını Oku

Sürecin Anlattıkları

Son 3-4 aydır Türkiye’de bilgili-bilgisiz hemen hemen herkes, ilgili-ilgisiz her kesim, yemiyor içmiyor, yatmıyor uyumuyor, varsa yoksa açılımı konuşuyor, yorumluyor, tartışıyor. Kimileri, sadece ve sadece “Artık kan akmasın” düşüncesiyle açılımdan yana tavır sergilerken, kimileri de “Tamam, kan akmasın, çözüm gelsin. Ancak, önü alınamaz belli ödünler verilmesi ile Türkiye ileri dönemde bölünme sürecini yaşar” gerekçesiyle, gelinen sürece karşı duruyor. Açılımın tek amacı, şu olarak gösteriliyor; “25 yıllık bu sorun çözülsün ve artık, kan akmasın”. Bu amaç doğrultusunda; “Kürtçe’ye serbestiyet getirilmesi, Kürtçenin geliştirilebilmesi için üniversitelerde Kürdoloji bölümleri açılması, yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerle anılması, çocuklara Kürtçe isimler verilebilmesi, Kürtçenin her ortamda rahatlıkla konuşulabilmesi, çalınabilmesi, söylenebilmesi” gibi konularda açılım mahiyetinde yenilikler planlanıyor. Eğer gerçekten, tüm bu yenilikler sayesinde kan duracak ve çözüm gelecekse, sürece karşı durmamak, “Can-ı gönülden Eyvallah” demek gerekiyor. Peki, durum bunu gösteriyor mu? Hayır. Çünkü, muhatap alınan, bence de alınması gereken DTP, farklı dayatmalarda bulunarak tek ve yegâne adresi “İmralı” olarak gösteriyor. Ayrıca, Kürtçeye serbestlik konusunda ciddi yanıltmalar ve yanılsamalar olduğu da bir gerçek. Kürtçe konuşmak, anadil öğrenmek, Kürtçe isim vermek, bu ülkede gerçekten ve ciddi anlamda yasak mı idi, bugüne kadar! Peki, en basitinden Hülya Avşar’ın kız kardeşinin ismini, “Yuva” anlamına gelen Kürtçe “Helin” ismini, kim ve nasıl koydu, koyabildi? Hülya Avşar, ününü ve gücünü kullanarak torpil mi yaptırmıştı, 70’li yıllarda! Helin doğduğunda H.Avşar belki ilkokula gidiyordu, belki de gitmiyordu bile. Demek ki, nüfus memuru Hülya’nın “adam olacak çocuk”...

Devamını Oku

Bataklığı Kurutmak

Türkiye, yaklaşık 25 yıldır PKK terör örgütü ile mücadele ediyor. Bu dönemde 35-40 bin insanımızı kaybettik. Ülke olarak, çok büyük maddi ve manevi kayıplar yaşadık ve maalesef ki yaşamaya da devam ediyoruz. Adına, “Kürt Sorunu”, “Kürtçülük Sorunu”, “Terör Sorunu”, “PKK Sorunu”, “Güneydoğu Sorunu”, “Bölücülük Sorunu”, her ne derseniz deyin, ortada gerçekten çok önemli bir sorun var ve kolay kolay çözülebilecek gibi de görünmüyor. Bunca verilen mücadeleye rağmen sorun yıllardır çözülemediğine göre, çözümün olası çarelerini farklı alanlarda da aramayı ve sorunun kökenine inerek uzun vadeli akılcı stratejiler geliştirmeyi ve bu stratejileri bıkmadan, yılmadan, usanmadan, ısrarla uygulamayı kaçınılmaz kılıyor. Teslim olan veya yakalanan örgüt mensuplarının, örgüte katılışlarına dair verdikleri ifadeler, bu konuda son derece önemli ve belirleyici. Örgüte katılış gerekçeleri, genellikle, en başta “eğitim eksikliği, işsizlik, yoksulluk, yaşam ve geçim koşullarının zorluğu ve nihayet aile ilgisizliği” olmak üzere, “arkadaş ve akraba telkininin yanı sıra, kısmen kan davasından kurtulma ve özellikle bayanlarda görülen aile baskısı, aile içerisinde değer verilmeme, zorla ve genç yaşta evlendirilme” gibi çeşitli sosyolojik, kültürel ve ekonomik koşullar olarak açıklanıyor. Tüm bu olumsuz koşulların, örgüt için bulunmaz bir nimet olduğunu ve örgütün bu olumsuz koşullardan azami seviyede faydalanarak bir anlamda bataklıktan beslendiğini görmek ve anlamak için de âlim olmaya gerek kalmıyor. “Eğitim eksikliği, işsizlik, yoksulluk, yaşam ve geçim koşullarının zorluğu ve aile ilgisizliği” gibi gerekçelerin en büyük sebebi, ortak paydası ve tek kaynağı ise bölgedeki sürekli artan ve durmak...

Devamını Oku

Garip Karabulutlar

Bana ne, bize ne, 72 milyonluk halka ne, ayrıca size ne? Tamam, şimdi başınız göğe ermiş olmalı! Sorunlar tamamen bitti! Açılımlar tamam; terör bitti, Ermeni sorunu bitti. Birkaç gün önce başımıza gelen, on’larca insanın canına mal olan, bin’lerce insanın mahvına sebep olan sel felaketinin izlerini sildik, yaralarını sardık! Milyonlarca insanı, aylardır taa derinden etkileyen dev ekonomik krizi, topluma yaşattığı büyük travmayı çözdük, aştık! Artık nihayet sorunumuz kalmadı ve huzur içerisindeyiz. Münevver KARABULUT cinayetinin 197 gündür firari sanığı Cem GARİPOĞLU sonunda teslim oldu ve bizler rahata kavuştuk! Evet, çocuk kanalı “Yumurcak TV” haricindeki tüm TV kanallarının, reklam dahi vermeksizin dün akşamdan başlayarak sabaha kadar devam ettirdikleri yayınları ve bugün neredeyse tüm gazetelerin ön sayfalarının tamamını işgal eden yazı ve resimleri, “pes” dedirtiyor. Bakın, olay kısaca şu; “varlıklı bir ailenin 17 yaşındaki eğlenceye düşkün oğlu”nun, “orta halli bir ailenin kızı ile olan ilişkisi”nin “hunharca bir cinayet” ile sonuçlanması. Cinayet gerçekten hunharca, kabul. Genç kız testereyle kesiliyor, gitar kutusunun içine konularak bir çöp konteynırına atılıyor. Ya ötesi? Ötesi; polisin işi. 197 gündür hemen hemen her gün, basın vasıtasıyla işlenerek kamuoyunu meşgul eden bu konu, bir 197 gün daha devam edecek gibi görünüyor maalesef. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst makamları bile bugün, İstanbul Emniyet Müdürünü ve Valisini, olayı sonuçlandırdıkları için tebrik etmek gereğini duydular. Büyük bir zafer kazanıldı(!) ve polis, Cem’in teslim olması konusunda ailesini ikna etti. Yakalayamadı, ama olsun ikna etti ya!...

Devamını Oku

Kırca'nın Çocuk Açılımı

Geçtiğimiz Perşembe günü Show TV’de yayınlanan Ali Kırca’nın sunduğu “Siyaset Meydanı” programının konusu; “Kürt açılımı”, katılımcıları ise; çocuklar idi. Genelinin yaşları 14 ila 16 arasında değişen çocukların bir kısmını, ön saflarda oturan, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizden gelen çocuklar oluşturmuştu. Son ayların moda tartışması “Kürt açılımı” konusunda çocukların ne düşündüğü çok önemli olmalıydı ki (!), Kırca, böyle bir programı, çocukların uyku saatlerini bir anlamda gasp ederek, sabah 02:30’a kadar sürdürdü. Dolayısıyla, açılım konusunda çocukların ne düşündüğü, çocuklardan ziyade büyükler tarafından izlenilmiş oldu. Program, son derece ılımlı başladı. Çocuklar, doğu-batı, Kürt-Türk ayrımı yapmaksızın çok çabuk kaynaştıklarını, hemen arkadaş bile oluverdiklerini söylediler. Ortak problemlerinden bahsettiler, doğu ile batı arasındaki eğitim farklılıklarının giderilmesinden, öğretmen açığından bahsettiler. Ancak, açılıma biraz girildiğinde farklı görüşler de ortaya çıkmaya başladı ve gayet ılımlı ortam biraz bozulur gibi oldu. Oysa, diğer illerden gelen öğrencilerin neredeyse tümü, Doğu ve Güneydoğu’daki çocukların problemleri ile yakından ilgilenmiş, sorunlarına ortak olmuş ve hatta sorunlarının bir an önce giderilmesi için önerilerde dahi bulunmuşlardı. Çocuklar, basit bir “Lunapark” örneğinden yola çıkarak, doğu ile batı arasındaki gelişmişlik farkının giderilmesi, öğretmen ve okul açığının kapatılması, anadil öğrenimi ve konuşulmasının serbest bırakılması gibi birçok konuda hemfikir olduklarını beyan ederlerken, yurdun diğer illerinden gelen çocukların daha da bir istekli oldukları, can-ı gönülden destekledikleri görüldü. Neydi bu güzel ılımlı ortamı bozan? Özellikle iki erkek çocuğun konuşmaları, ortamı gerdi ve karşılıklı tartışmalara sebep oldu. Çocuklardan biri; “Nasıl, sizin lideriniz Atatürk...

Devamını Oku

Akıl Tutulması

Önce “Kürt açılımı” denen, bilahare, eleştiri alınacağı düşüncesiyle “Demokratik açılım”a dönüştürülen ve neredeyse tüm Türkiye’yi etkisi altına alan bu süreçte, muhatap alınmasına karar verilen DTP, 1 Eylül Barış Günü nedeniyle Diyarbakır’da “Onurlu Bir Barışa Evet” adlı bir miting düzenledi. Süreç nedeniyle son derece önem verilerek yoğun katılım çağrısı yapılan ve DTP tarafından 1 milyon kişinin katılacağı iddia edilen mitingde, daha önce de on’larca kez ağızlardan çıkartılan baklalar, yine ve bir kez daha göz ve kulaklara sokula sokula gün yüzüne çıkartıldı. Ahmet Türk ve arkadaşları, sorunun çözümünde tek adres olarak, yine Öcalan’ı gösterdiler. A.Türk, “barış, kardeşlik” gibi söylemlerini “Mübarek Ramazan ayı, Rabbim” gibi ifadelerle süslerken, “Kürt halkı 30 yıldır büyük acılar çekti. 30 yıldır canını vererek bu sürecin içinde olanlar mutlaka müzakereler içinde olmalı” dedi ve Kürtler ile PKK’yı her zamanki gibi yine özdeşleştirdi. Osman Baydemir de aynen A.Türk gibi, konuşmasında; “Barış güvercinleri 7 gök katına kadar halkımın sorunlarını götürün. Allah’ın yanına götürün” diyerek, ilk defa kullandığına şahit olduğumuz “Allah” ifadesini telaffuz etti. Bu vasıtayla DTP’nin, bir anlamda “dini söylem açılımı” yarattığına da tanık olmuş olduk. DTP Eşbaşkanı Emine Ayna’nın açıklamaları ise komik ve son derece asap bozucuydu. PKK tarafından Hakkâri’de şehit edilen askerlerin şahadetiyle ilgili olarak Ayna; “Operasyonlar dursaydı, Hakkâri’de 4 asker bugün yaşıyor olacaktı. İşte operasyonların devamında ısrar edenlerin eli, o gençlerin kanıdır. PKK bir kez daha barışın ve yaşamın altına imzasını attı ve bayram sonuna kadar eylemsizlik...

Devamını Oku

Hem "Tarihi” ve Hem de “Tam” Bir Fırsat

Son birkaç aylık dönemde tüm Türkiye “Tarihi fırsat” ile yatıp kalktı ve halen de boyutlanarak devam ediyor. Bırakın bürokratı, siyasetçiyi, yazarı, çizeri, düşünürü, şarkıcı ve türkücülerden tutun, manken ve sunuculara, hatta spor spikerlerine, magazincilere kadar hemen hemen herkes, bu konudaki görüşünü beyan ediyor ve gündemdeki belki de haksız yerini alıyor. Demek ki herkesin bu sorun ve çözümü konusunda öyle veya böyle bir görüşü var ve bunu da dillendirme ihtiyaç duyuyor. İşte, hem tarihi ve hem de tam bir fırsat; Re-fe-ran-dum.Geçtiğimiz yerel seçimler sonrasında, seçim kazandıkları düşüncesinin sarhoşluğuyla DTP Muş milletvekili Sırrı Sakık, bir televizyon programında; “Kürt halkı tercihini yaptı. Referanduma gidelim, böylece sorunu çözelim” demişti. DTP’li Emine Ayna; “Bu coğrafyanın adı kondu” derken, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir de; “Bu coğrafyanın adını bir gün mutlaka kabul edecekler” diye açıklamada bulunmuştu. Bir diğer DTP’li belediye başkanı da, topluluğa karşı yaptığı bir konuşmasında; “Size, buradan, yani Kürdistan’dan sesleniyorum” deme cesaretini kendisinde bulmuştu. Bütün bunların sebebi ne idi? Net bir zafer kesinlikle değildi ama, bir önceki seçimde bölgedeki tek rakip olan AKP’nin kazandığı bazı il ve ilçe belediyelerini, bu sefer kazanmışlardı. Alınan oy ise, bugüne kadar tüm yerel ve genel seçimlerde alınan en yüksek sayıya, yani 1.8 milyona ulaşmıştı. Kısaca, % 5’e tekabül eden 1.8 milyonluk bu oy, DTP’yi ve onları destekleyenleri zafer sarhoşu yapmış ve ulusal basında da “DTP, tüm doğu ve güneydoğu bölgesini sildi süpürdü” şeklinde lanse edilmiş, hatta...

Devamını Oku

İç İçe'den Yan Yana'ya

Lafı hiç uzatmaya, evelemeye gevelemeye gerek yok artık. Çünkü, önemli şahsiyet (!) Öcalan, yaptığı son açıklamalarla, aramızdaki bazı saf ve romantikleri bile, girdikleri son on yıllık, belki de yirmibeş yıllık derin uykularından uyandırmış olmalı artık. Eğer, buna rağmen halâ uyanmadılarsa, yapacak başka bir şey kalmıyor artık. Pes, bırakın, rahatsız etmeyin onları, ilelebet uyumaya devam etsinler ve böylece bizleri de uyutmayı bıraksınlar artık. Sorun’un adı, gerçekte hiçbir zaman “Kürt sorunu” olmadı. Bu ad, sıkışan, daralan PKK’nın ve siyasi uzantılarının bir dayatması idi ve maalesef ki büyük ölçüde kabul gördü. Amaç zaten buydu, daha geniş kitleleri olayın içine katmak, ortak etmek, yaymak ve içinden çıkılamaz bir hale getirmekti ve kısmen de olsa başarılı olundu. Öcalan’ın yakalandığı 1999’a kadar sorun’un adı; “PKK’dan kaynaklı bölücü örgüt sorunu” idi. Apo bunu; “Önceleri, devlet kurmak istiyorduk. Sonra bundan vazgeçtik” diyerek açıkladı. Yani, adam, “anadil, kültürel haklar, ezilmişlik, büzülmüşlük hikâye idi. Amaç, devlet kurmaktı” diyor. O diyor da, bazıları halâ anlayamıyor, anlamıyor. 1999’dan sonra sorun’un adı birden bire değişti. Bu dönemde de taraftar toplamak ve çeşitli platformlarda tartışılarak gündemde kalmak için “anadil, kültürel haklar, ezilmişlik, büzülmüşlük” gibi kamuflaj malzemeleri, daha bir boyutlandırılarak kullanıldı. Ancak tüm etkinlikler, faaliyetler, gösteriler, açıklamalar Apo’ya endekslendi. Varsa yoksa Apo idi. Sorun “Apo sorunu”na dönüştü. Avukatları Apo’ya “Sayın” dediler, O da yanlış anladı başladı saymaya. “Burada yalnızım, canım sıkılıyor” dedi, “Apo’ya uygulanan tecrit kaldırılsın” sloganıyla sokaklara çıktılar. “Biraz üşütmüşüm galiba, karnım ağrıyor”...

Devamını Oku

Çözümde Ortak Payda ve Kırmızı Çizgiler

“Tarihi fırsat”, “açılım”, “çözüm”, “çalıştay” derken, Türkiye öyle veya böyle içinde bulunduğumuz bu dönemde son derece ciddi ve hassas bir sürece girdi. Bu sürecin, belki çok geç kalınmış bir süreç, belki de alelacele girilmiş bir süreç olup olmadığını yaşayıp göreceğiz. Belki sonuçta “Oh be” deyip rahatlayacağız, belki “Tüh be” deyip pişman olacağız. Ancak, kesin olan şu ki; artık ok yay’dan çıktı. Fırsat mı, hata mı, hep birlikte yaşayıp, hep birlikte göreceğiz. En baştan belirtmek gerekirse, artık akan bu kan bir şekilde durmalı. Bu kesin. Kimsenin kan’dan yana olması, kavgadan, kaostan, çözümsüzlükten yana olması, tavır alması, desteklemesi asla ve kat-a düşünülemez. Bu da kesin. Sorunun çözümünde bir tarafta hükümet ve bir tarafta da DTP var. Çünkü, İçişleri Bakanlığı’nca gerçekleştirilen çalıştaydan çıkan sonuç bu; “DTP muhatap”.Hükümet ne yapmalı veya yapacak? Yeni bir anayasada yapılacak düzenlemeler ile temel hak ve özgürlükler geliştirilebilir. Örneğin, anadilde eğitim ve konuşma hakkı, yazılı ve görsel basında Kürtçenin kullanımı, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri, enstitüler açılması gibi. Yerleşim yerlerinin isimleri Kürtçe ile değiştirilebilir, yeni doğan çocuklara Kürtçe isimler verilebilir, vesaire, vesaire. Peki, DTP ne yapmalı? İşte DTP’nin burada işi zor. Çünkü, sorunun çözümündeki sorumluluğun büyük kısmı DTP’nin üzerinde. DTP, bu tarihi sorumluluğu üstlenir, sağduyuyla hareket ederse, sorunun çözümünde çok ama çok büyük bir adım atılabilir. Bir anlamda, “tarihi fırsat” denilen şey, tamamen DTP’nin elindedir. DTP, öncelikli olarak kendi, ama sadece kendi fikir ve düşüncelerini net olarak ve samimiyetle ortaya...

Devamını Oku

Tarihi Fırsattan Tarihi Hata’ya Doğru

Tüm dünya coğrafyasını kasıp kavuran “Küresel ısınma” ve milyonlarca insanı aç ve işsiz bırakan “Küresel ekonomik kriz” gibi yaşamsal iki devasa sorunun iliklere kadar işlenip yaşandığı içinde bulunduğumuz bu dönemde bizler, yaklaşık üç ay önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından sarf edilen “Tarihi fırsat” ve “Önümüzdeki günlerde güzel gelişmeler olacak” sözlerinin yarattığı sözde “Kürt sorunu”na ilişkin “Demokratik açılım ve çözüm” konusunu hep birlikte tartışıp duruyoruz.Son olarak, İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından, bazı gazeteci ve akademisyenlerle bir araya gelinerek “Kürt Meselesinin Çözümü; Türkiye Modeline Doğru” konulu bir çalıştay gerçekleştirildi. Çalıştaydan çıkan görüşlerin özetinden ve konulan adına dikkat çekmeden önce, çalıştaya katılan gazeteci ve akademisyenlerden bazı isimleri, son derece manidar bulduğumu özellikle belirtmek isterim. Çalıştaydan çıkan görüşlerin özeti kısaca şu; “Muhatap DTP. Ana muhalefet partisi CHP ve özellikle MHP’siz bir çözüm asla olmaz. Konu son derece hassas. Açılım sürecinde tüm dengeler gözetilmeli. Süreç yanlış yönetilirse tehlikeli ve çatışmalı sonuçlar doğabilir. Kürt açılımının Öcalan’a endekslenmesi rahatsızlık yaratır. Siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin, üniversitelerin ve ilgili tüm kesimlerin katılımı mutlaka sağlanmalıdır. Açılımın tek adresi TBMM’dir”. Ayrıca, “Kürt Açılımı” ifadesinin bazı kesimlerce istismar edilebileceği çekincesinin (!) dile getirilmesi üzerine Bakan Atalay, bu çekincenin en baştan bertaraf edilmesi amacıyla çalışmaların “Türkiye Atılımı” (!) adı altında yürütülebileceği önerisinde bulunmuş. Devamla, “Sürecin, dış ülkelerin (!) yanı sıra Türk kamuoyuna anlatılması, muhtemel riskler ve demokratikleşme paketinin kapsamı” gibi konular görüşülmüş ve nihayet çalıştay, daha sonra yapılacak toplantılara, yazarlar, fikir...

Devamını Oku

Hadi Gelin Çözelim. Olmaz, Önce Şartlarımız Var.

Şu sıralar herkes bir “çözüm” tutturdu gidiyor. Yaklaşık 25 yıldır akan kan ve gözyaşı için çözümün çareleri aranıyor. Bu sürecin başlangıcı ve tetikleyeni ise “tarihi fırsat” ve “önümüzdeki günlerde güzel şeyler olacak” açıklamaları. Açıklamaların sonuçlarına ilişkin emareler ise, PKK ve sözcüsü DTP tarafından özellikle takip ediliyor. DTP, şu sıralar “Hani? Ortada bir şey yok” derken, Öcalan ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne iki aylık bir süre veriyor (!) ve ekliyor; “Eğer önemli gelişmeler olmazsa, Devlet sözünde durmazsa, ben bile örgütü engelleyemem (!), onlar (PKK) da gereğini yapar” diyerek, hem Devleti tehdit ediyor ve hem de örgüte mesaj gönderiyor. “Tarihi fırsat”tan kasıt; hükümet, muhalefet, asker ve daha önemlisi halkın, artık terörün bir şekilde bitmesinden yana olduğu ve bu işin de sadece askeri tedbirlerle ve mücadeleyle bitmeyeceğinin topyekün olarak anlaşılması olabilir.  “Güzel şeyler”den kasıt ise; TRT ŞEŞ ile başlayan, Kürtçe köy adları ve Kürtçe eğitim imkânlarının artırılması ile devam eden sürecin, bölgeye önemli ekonomik kaynakların aktarılması, yatırımlara hız verilmesi gibi daha çok ekonomik, sosyal ve kültürel uygulamalara ivme kazandırılması olabilir. Peki, “Tarihi fırsat” ve “Güzel şeyler”den, PKK ve sözcüsü DTP ne anlıyor? Bakın, PKK ve DTP’nin ne anladığı değil, asıl önemli olan, neyi anlamak istediği. Tüm boş zamanlarını tarih, sosyoloji, toplum bilimi üzerine yazılan kitapları okuyarak geçiren Öcalan, okuduklarından anladığı kadarıyla bazı çıkarımlarda (Onlara göre bunlar, çözümleme) bulunuyor. Tarihteki en bilinen filozofları, sosyologları, bilim ve ideoloji adamlarını dahi eleştirme cesareti ve donanımını kendinde...

Devamını Oku

Önce Adını Doğru Koyun

Yaklaşık 25 yıldır yaşanan bir sorun var ortada. Bu sorun, yakın döneme kadar “terör sorunu”, “Güneydoğu sorunu”, “PKK sorunu”, “Yıkıcı-Bölücü terör örgütü sorunu” adları ile anıldı. Ancak son dönemde ise, başta basın olmak üzere neredeyse her kesim tarafından sorunun adı; “Kürt sorunu” olarak adlandırılmaya başlandı, kanıksandı. Hatta Devlet’in en önemli ve bu konuyla en ilgili organlarında görevli bazı bürokratlar dahi bu soruna, aynen diğerleri gibi “Kürt sorunu” dediler. Gerçekten sorunun adı “Kürt sorunu” olabilir miydi peki?Kürtçü kesim, Türkiye’de 20-25 milyon Kürt’ün yaşadığını iddia ediyor. Eğer rakam gerçekten bu ise, sorunun 25 milyon Kürt vatandaşın tamamınca yaşanması gerekmiyor mu? Kesinlikle gerekiyor. Oysa DTP ve öncesi tüm Kürtçü partilerin, bugüne kadar yapılmış, gelmiş geçmiş tüm yerel veya genel seçimlerde aldıkları en yüksek oy sayısı sadece 2 milyon civarında. Yani 25’te 2 oluyor bu oran. Hal böyleyken bu soruna “Kürt sorunu” denilebilir mi? Denilemez. Denilse denilse “2 milyonluk Kürt sorunu” denilebilir, az pilav üstü mahiyetinde. Yine, Kürtçü kesim, yaşanan bu sorunun 80 yıllık bir tarihi geçmişi olduğunu ve PKK’nın da 20 küsürüncü Kürt isyanı olduğunu da iddia ediyor. Oysa, PKK öncesindeki bölgedeki tüm isyanların gerçek sebebi, ne yazık ki günümüzde halen süren “feodal yapı”. Bölgede birçok aşiret var ve çoğunun da eli silahlı. Genellikle ekonomik ve dini sebeplerle ortaya çıkmış olan kısmi ve geçici mahiyetteki tüm bu isyanların neredeyse hiçbiri siyasi nitelikte değil, hele hele Kürt kimliğine dayalı hiç, ama hiç değil....

Devamını Oku

Kürt Sorunu, Açılımlar ve Çözüm Önerileri

Son birkaç aydır herkes, bir “çözüm” tutturmuş gidiyor. Gazetelerde hemen hemen her gün insanlar köşelerinde, adı “Kürt sorunu” olarak dayatılan sorunun çözümü konusunda naçizane fikirlerini ortaya koyuyor. Televizyonlardaki tartışma programlarının neredeyse tamamı bu konuya endekslenmiş durumda. DTP’lisi MHP’lisi, AKP’lisi CHP’lisi, yazarı çizeri, siyasetçisi tarihçisi herkes, sorun ve sorunun çözümünden bahsediyor. Bütün bu gelişmelerin en önemli birincil sebebi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı “Tarihi fırsat” ve “çok güzel gelişmeler olacak” açıklamaları.   “Tarihi fırsat” ve “çok güzel gelişmeler olacak” açıklamalarının ne anlama geldiği henüz bilinmediğinden, kamuoyunun bir kesimi, bazı soru işaretlerinden hareketle bu açıklamalara tepki gösterirken, diğer bir kesimi de “bekleyelim görelim” mantığını kendi içinde yürütüyor. Bunca yıldır bir türlü yakalanamayan “Tarihi fırsat” nedir ve “nasıl yakalanmıştır”ı henüz bilmiyoruz, aynen “güzel gelişmeler”i de bilmediğimiz ve tahmin edemediğimiz gibi. Ancak sadece, son dönemde bu konudaki bazı gelişmeleri biliyoruz. Neler bunlar? Birilerinin açılım dediği; Kürtçe TV, Kürtçe köy isimlerinin yeniden verilmesi, İmralı’ya ek cezaevi yapılarak Öcalan’ın yalnızlıktan kurtarılması, Irak ve Bölgesel Kürt Yönetimi ile gelişen ikili ilişkiler, genel bir af tartışmaları ve PKK’lı üst düzey yöneticilerin Avrupa’ya kaydırılması, falan falan. Bütün bu gelişmelere ek olarak PKK ve sözcüsü DTP de; “bölme ve bölünmeyi artık istemiyoruz. Üniter yapı içerisinde özerk bir yönetim istiyoruz” dedi. Bakın, eğer gerçekten bir “fırsat” var ve yakalanmış ise, bunun tek taraflı olması hiç, ama hiç mümkün değildir. Olayın iki tarafı var mı, kesinlikle var. O halde fırsatın “çift taraflı”...

Devamını Oku

Kürtçe Köy İsimleri ve Âkil Adamlar

Şu son birkaç aydır, gerçekte adı “PKK kaynaklı dayatılan Kürt sorunu” olan, ancak birçok kişi ve kesimin, ya bilgi yetersizliği, ya kafa yormadan ya da belli bir kulak alışkanlığı gereği üşenerek kestirmeden “Kürt sorunu” olarak adlandırdığı sorunun çözümü konusunda sevinçli bir telaş yaşanıyor. Bunda en önemli etken, hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, iki ayrı kez “Kürt sorunu”(!!!)’nun çözümüyle ilgili umut verir görünen yaptığı açıklamalar.Cumhurbaşkanı Gül’ün, Kürtçe TV TRT ŞEŞ’in yayın hayatına başlaması ile birlikte sarf ettiği “Güzel şeyler olacak” ifadesi ve bilahare Prag seyahati sırasında; “Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunudur” ve “Bu bir fırsat” şeklindeki cümlelerin, sarf edilen ilk cümleler olması, basından izleniyor ve görülüyor ki birçok kişiyi heyecanlandırmış ve bir beklenti içerisine sokmuş. Yine, “keskin” radikal bir gazetenin İsmet adlı “Berkan” yazarı da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı bir görüşmeden; “Kürt sorunu (!) konusunda bazı adımlar atılmaya niyetli olunduğu, bu adımların; Kürtçe yayınların genişletilmesi, Kürtçe köy isimlerinin geri verilmesi ve DTP’nin muhatap alınarak Genel Başkan Ahmet Türk ile görüşebileceği” gibi hususları içeren izlenimler edindiğini, müjde verircesine yazısında belirtmiş. Büyük, önemli ve çok hayati bir müjde! Tamam artık, dağdakiler dağdan inerken tabelalarda gördükleri Kürtçe köy isimleri sayesinde yollarını rahatlıkla bulup evlerine dönebilecek ve ailelerine kavuşabilecekler. Yok, bu “açılım”a rağmen dönüş yollarını bulamazlar ise, yanlarında bulundurdukları küçük cep radyolarını bir kez açmaları yeterli olacak. Çünkü Kürtçe yayınlar daha da gelişecek ve taaa dağdakilere kadar çok rahatlıkla ulaşabilecek. Zaten...

Devamını Oku

Taş Düşse Devlet'ten!!!

Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde hunharca işlenmiş bir katliam sonucu 44 kişi öldü, 6 kişi ağır yaralandı. Hayatını kaybedenlerin 6’sı maalesef ki çocuk ve 3’ü hamile olmak üzere 16’sı da kadın. Olayın tarafları, aynı köyde yaşayan ve aynı aşirete mensup iki akraba aile, sebebi ise; kendilerine verilmeyen amcakızının bir başkası ile nişanlandırılması. Anlayışa göre, “onur”ları kırılmış! 300 nüfuslu köy, korucu köyü. Yani, hem öldürenler, hem de öldürülenler korucu ve aileleri. Saldırganların yüzleri maskeli ve ellerinde uzun namlulu silahlar. Amaç; aileyi çoluk-çocuk ayrımı yapmadan tamamen yok etmek. Çünkü, “başlayacak bir kan davası ile kendi hayatları ileride tehlikeye girebilir” ve örneğin, hamile kadınların, yaşasalardı doğuracak oldukları çocukları ileride büyüyüp, “başlarına bela olabilir” diye düşünülmüş, kuvvetle muhtemel.Adı konamıyor. Vahşet desek, değil. Çünkü az kalıyor, yetmiyor, oturmuyor, içini doldurmuyor.  Bu nasıl bir anlayıştır böyle; nasıl bir “onur”dur ki, anneleri ile birlikte, karnındaki çocukları öldürmek!  İnsanlık dışı desek, değil. Çünkü, hayvanlar bile böyle yapmaz. Dünyadaki en vahşi hayvan bile, doğası gereği sadece aç kaldığında saldırır, o da sadece yiyeceği kadarınadır, fazlasına değil. Anlamak gerçekten çok zor. Alacak verecekmiş, kız davasıymış, namus davasıymış, kan davasıymış, kinmiş, nefretmiş, husumetmiş, onurmuş, her ne olursa olsun, değil biri, tümü birlikte de olsa anlaşılamaz, hiçbir şekilde açıklanamaz.  Ama onlar açıklamışlar; “onurları kırılmış”!!! Son derece vahim bu olay, şu birkaç gündür yerli ve yabancı basında sürekli olarak işleniyor.  Yerli basın, “vahşet” anlamında yorum yaparken, genellikle olayın oluş şekline ve...

Devamını Oku

Sorun’un Adını Şimdi Daha Net Koyabiliriz

Artık bu bir milat olsun ve “Kürt Sorunu” denilen sorunun gerçek adı bundan böyle net olarak ortaya konulsun. Daha önceleri bu sorunun adı; “Terör sorunu”, “PKK sorunu”, “Bölücülük sorunu”, “Güneydoğu sorunu” ve son olarak “Kürt sorunu” olarak adlandırıldı ve çeşitli platformlarda tartışıldı. Hatta öyle kanıksandı ve pas geçildi ki, sorunun özüne inilmeden; “adına ne derseniz deyin, ortada bir sorun var ve çözülmeli” gibi yaklaşımlar sergilendi. Ancak, eğer siz bir sorunu çözmek adına tartışmalar yapıyor ve kafa patlatıyorsanız, ilk olarak, kafanızı patlatmadan önce, bu sorunun adını “doğru” koymanız gerekir. Sorunu; terör, PKK, bölücülük, Güneydoğu veya Kürt sorunu adları altında, tümünü veya bazılarını birbirine karıştırarak işin içinden çıkamazsınız. Bunca yıldır çıkılamadığı da bu nedenle ortadadır zaten. Öyleyse gelin, bu sorunun gerçek ve olması gereken adını burada birlikte koyalım. Çünkü, “benim ekonomik sorunlarım var” diyen bir adama ilaç, “ailevi sorunlarım var” diyen bir adama iş, “açım” diyene de huzur vererek veya vermeye çalışarak, sorunlarını çözemezsiniz.Önce, sorun’un taraflarından biraz bahsedelim. Bir tarafta Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve diğer tarafta PKK ve DTP. Bakın, “barış, kardeşlik, birlikte yaşam, demokrasi, kültürel haklar, anadil isteği” gibi herkesin hoşgörü ile bakabileceği bu masum ve son derece haklı talepleri bir kenara bırakalım artık ve artık birbirimizi kandırmaktan, oyalamaktan biran önce vazgeçelim. Aksi taktirde, bu sorunun çözümü kolay da olsa çözemeyiz, çö-ze-me-yiz. Aslına bakarsanız, PKK ve PKK’nın siyasi uzantısı ve sözcüsü olduğu artık gizlenemeyen DTP ve öncesi partilerin ileri gelenleri,...

Devamını Oku

Son Kullanılma Tarihi

ABD’nin eski Başkanı George Bush’un danışmanı General Brent Scowcroft, bir gazeteye vermiş olduğu röportajında, tarihi bir itiraf anlamında çok önemli açıklamalarda bulundu. General Scowcroft’un bu açıklamaları, aslında bilinen, ancak pek de dillendirilmeyen, hatta dillendirilmesinden özenle kaçınılan açıklamalardı. Ne dedi Danışman General… “Irak operasyonu sırasında terör örgütü PKK’ya göz yumduk. Hatta onları cesaretlendirdik. Çünkü, PKK’yı İran’a karşı kullanmak istiyorduk” Devam etti General ve dedi ki;“İran’a karşı kullanmayı planladığımız PKK’nın İran kolu PJAK’ın rolü bizim için önemliydi. Onları destekledik ve cesaretlendirdik”. “Ancak durum değişti ve şimdi PKK’ya ihtiyaç kalmadı. Çünkü artık İran’ı yanımızda istiyoruz” diyen Scowcrof, bu 180 derecelik politika değişikliğinin sebebini de hemen arkasından açıkladı; “Obama dönemi ile birlikte, yeni bir Ortadoğu politikası izleyeceğiz. İran’la savaş değil, diyalog istiyoruz. Ayrıca, bu yeni Ortadoğu politikamızda Türkiye’ye çok ihtiyacımız var. Bu nedenle terör örgütü PKK’nın tasfiyesini de destekliyoruz”. Ne acı değil mi, kullanılmak, kullanılmak, işi bitince de bir kenara fırlatılıvermek!!! ABD’nin Irak işgali sonrasında, Saddam’ın devrildiği 2003 yılından bu yana gerçekleşen süreci, şöyle bir yeniden gözden geçirelim. ABD, Irak’a girdi ve Saddam devrildi. KYB lideri Talabani Irak Cumhurbaşkanı, KDP lideri Barzani de Bölgesel Kürt Yönetimi Başbakanı oldu. Böylece, Irak operasyonunda kullanılan Barzani ve Talabani ödüllendirilmiş oldular. Irak’tan sonra sıra, önce İran’a ve bilahare Suriye’ye gelmişti. Özellikle İran’da kullanılacak en uygun vasat PKK’nın İran kolu PJAK idi. Çünkü silahlıydılar ve kullanılmaya da can atıyorlardı. Bu arada PKK, ABD’ye mesajlar vermeye başladı ve geniş...

Devamını Oku

Nereden Nereye…

Abdullah Öcalan, 70’lerin başında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı. 80 öncesi öğrenci olaylarının yoğun yaşandığı dönemde Öcalan, ilk olarak dini örgütlenme içerisinde yer aldı. Cuma namazlarını kaçırmayan Öcalan, kimlik arayışı ile girdiği bu ilk gruptan, dini bilgi yetersizliği nedeniyle dışlandığını hissederek ayrıldı. Bu dönemde az da olsa ülkücü harekete de sempati duymuştu. Kimlik ve bir grup üyesi olma arayışındaki Öcalan, daha sonra sol örgütlere transfer oldu. Bir süre bu grup içerisinde yer almaya çalışan Öcalan, Güneydoğulu olması nedeniyle DDKD’yi fark ederek Kürtçü sola geçiş yaptı. Bir o yana, bir bu yana gezen şaşkın Öcalan, daha sonra bir grup arkadaşıyla birlikte “APOCULAR” adlı örgütü kurdu ve örgüt 1978’de isim değişikliğine giderek bugünkü “PKK” adını aldı.Marksist-Leninist ideoloji temeli ve ideali ile kurulan PKK, 84’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla silahlı mücadeleye başladığını açıkladı. O yıllarda, adam öldürerek, baskınlar düzenleyerek ün kazanmaya başlayan örgüte “ÖCÜ” gözü ile bakılıyor, hem korkuluyor ve hem de nefret ediliyordu. PKK, militan kadro temini anlamında zorla dağa adam kaçırdı, yaşamını sürdürmek anlamında da zor ve baskıyla para topladı, el koydu, gasp etti. Burada, küçük ama çok önemli bir not düşmek gerekiyor; PKK’nın nasıl ve ne amaçla kurulduğu, doğduğu, ortaya çıktığı, bu kısa tarihçeyle bile net olarak ortaya konulabiliyorken, PKK ve sözcülerinin iddia ettiği gibi “PKK, Kürt sorunu olduğu için, Kürtlere yönelik 80 yıldır sürdürülen inkâr ve imha politikaları nedeniyle doğdu” yönündeki bildik mağduru oynama senaryosunun ne denli komik...

Devamını Oku

Delinin Biri, Uyanıklar ve Akılsız Başlar

Bir süre önce, ne olduğu, kim olduğu, kim tarafından yönlendirildiği şüpheli olan ve Türkiye’den kaçarak Kanada’ya yerleşen ve bilahare “Haham” olduğunu açıklayan Tuncay Güney diye biri, aniden ortaya çıktı ve korkunç iddialarda bulundu. Haham Güney’in iddialarına göre; “Ergenekon” soruşturması kapsamında tutuklu bulunan bazı TSK mensupları, 90’lı yıllarda Güneydoğu’da faili meçhul cinayetler işlemişlerdi ve cesetler, Silopi’de bulunan BOTAŞ’a ait “Asit Kuyuları”na atılmıştı.Benzer iddialar, geçmişte PKK itirafçısı olan ve daha sonra İsveç’e kaçarak PKK güdümüne giren Abdülkadir Aygan tarafından da yapılmış ve soruşturmadan herhangi bir sonuç elde edilememişti gerçi ama, Ergenekon davasının kilit adamı ve bilirkişisi (!) GÜNEY’in iddiaları çok önemliydi ve derhal ciddiye alınmalıydı(!) Bilindiği gibi, Şırnak ve Diyarbakır Baroları ile Diyarbakır İHD Şubesi’nin başvuruları sonucunda, Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hemen soruşturma başlatıldı. Başta DTP olmak üzere, İHD ve TİHV gibi bölgedeki sivil toplum örgütleri (!) de peşi sıra işe koyuldular. Sevinçli bir telaş başlamıştı böylece. DTP’liler, “Kimin kayıp yakını varsa, hemen başvursun” diyerek kapı kapı dolaştılar, imza topladılar. DTP’li belediyeler, iş makinelerini kazı çalışmalarında gönüllü olarak görevlendirdiler. Diyarbakır Barosu, İHD ve TİHV şubeleri, gözlemci olarak kazılarda yer almak için sıraya girdiler. Ulusal basında, hemen hemen her gün, kazılarda çıkan küçük kemik parçalarından bahsediliyordu “ilk haber” olarak kulaklara, alt yazı geçiliyordu gözlere; “Bugün Cizre’de 2 kemik, bir çorap, Silopi’de 3 kemik, bir fanila bulundu. Toplamda; 17 kemik parçası, bir eldiven, 2 çorap, 4 saç kılı, vs”.   Derken, bir ayakkabı eskisi...

Devamını Oku

Mesajların Düşün“dürtdükleri”

ABD’nin çiçeği burnunda Başkanı Barack Obama, Avrupa’da katıldığı birkaç zirve toplantısının ardından Türkiye’ye geldi. Ankara ve İstanbul’da alınan güvenlik nedeniyle trafiğin felç olduğu bu ziyaretlerde Obama, Ankara’ya çeşitli konularda mesajlar verdi. Obama’nın verdiği mesajlardan önce, üzerinde durduğu konuları şöyle bir sıralayalım. Ele aldığı ilk konu; “terör ve terör ile mücadele”, ikincisi “demokratik adımlar ve açılımlar”, üçüncüsü “azınlık hakları”, dördüncüsü “Türkiye-Ermenistan ilişkileri” ve son olarak “Türkiye-AB ilişkileri” idi.Terör konusundaki fikirlerinden ötürü Obama mecliste alkışlandı. Obama, bakın bu konuda ne söyledi; “Teröre, mazeret bulmak mümkün değil. PKK’nın bitirilmesi konusundaki kararlılığımız devam ediyor. PKK terörüyle mücadelede, Irak Hükümeti, Irak’ın Kürt liderleri ve Türkiye arasında işbirliği şart”. Mesaj; “PKK’ya karşı, Barzani ve Talabani ile ilişkilerini iyileştir, geliştir”. Mesajın devamı ise şöyleydi; “Ben Irak’tan gidince onlara iyi bakın, üzmeyin”. Terör konusunun devamında, “ancaaaak” dedi Obama, ve ekleme yaptı; “Eski bir Türk atasözü var; Yangına körükle gidemezsiniz. Tabii ki bazılarına güçle karşılık verilmesi lazım. Ama güç, tek başına sorunları çözemez. Gelecek, güç kullananların değil, tahrip edenlerin değil, yaratanların elinde olmalıdır”. Mesaj; “Silahlı mücadele tamam da, demokratik çözüm için yepyeni adımlar atmak, açılımlar yaratmak daha etkili olur”. Ne demek istediğini hemen arkasından açıkladı Obama ve dedi ki; “Son bir kaç yıl içerisinde Devlet Güvenlik Mahkemelerini kapattınız, ceza yasası reformları yaptınız. Basın özgürlüğü (!) adına gelişmeler sağladınız. Kürtçe yayınlara başladınız. Bu gelişmeleri dünya, saygı ile izlemektedir (Bütün dünya işi-gücü, açlığı, işsizliği, ekonomik krizi, küresel ısınmayı, enerji kaynaklarını,...

Devamını Oku

Bardağın Boş Tarafı

 Yerel seçimler nihayet bitti, ancak tartışmaları hala sürüyor.  Herkesin de katıldığı gibi seçimden çıkan sonuç kısaca şu; AKP Hükümeti güven tazeleyemedi ve % 8’lik önemli bir oranda oy kaybetti.  Kaybeden belli de, kimler, hangi partiler kazandı?  Oy artış oranlarına göre sırasıyla; Saadet Partisi (SP), MHP, DTP ve CHP.  AKP’nin azalan oylarını Batıda, SP, MHP ve CHP paylaştılar, Doğuda ise, başka parti olmadığı için tek başına DTP götürdü. AKP’nin oy kayıplarının sebepleri neler idi?  Batıda; ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk-usulsüzlük, sert üslup, gerginlik politikaları vs idi.  Buraya kadar hemen hemen herkes hemfikir.  Doğu’daki oy kaybının sebepleri konusunda ise genellikle “Kürt Sorunu’ndaki açılımların ve çözümüne ilişkin yaklaşımların yetersizliği” hususu ön plana çıkartıldı/maya çalışıldı.  Bunu DTP’liler dile getirdi, ancak bazı aklı evvel ve at gözlüklü kalemler de onlara uydu.  Gelin şöyle bir rakamlara bakalım…  Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadıkları bölge neresi; Doğu ve Güneydoğu.  Bu bölgelerde kaç il var; 20.  DTP kaçında var; Diyarbakır, Van, Hakkâri, Batman, Siirt, Şırnak, Tunceli ve Iğdır olmak üzere 8 ilde. Ki, Iğdır’ı bunun içine koyamayız aslında. Iğdır’da AKP-MHP kapışmasının arasından sıyrıldı DTP. Kaldı mı 7 il. Sonuç; 20’de 7!  İşte, bardağın, gösterilmeye çalışılan dolu tarafı bu! Peki, ya boşu; 20’de 13!  Rakamlar gerçek ama, maalesef dili yok.  Devam edelim ve yaklaşık rakamlar üzerinden konuşalım…  Toplam seçmen sayısı; 40 milyon.  DTP’nin toplam oy sayısı; % 5,56’dan hesaplarsak 2 Milyon 200 bin.  22 Temmuz’da ne almıştı DTP; 1 Milyon...

Devamını Oku

Sen Tek'sin, Bir'sin, En'sin, Çok'sun (!)

Eski DEP’li, yeni iş kadını Leyla Zana, yanlış hatırlamıyorsam Diyarbakır’daki bir mitingde; “Bizim liderlerimiz; Apo, Barzani ve Talabani’dir” demişti. Yani, “Biz Kürtlerin üç lideri var” demiş ve hiçbirini birbirinden de ayırmamıştı. Bu söz, sadece Zana’ya ait değildi elbette. Zana’nın temsil ettiği kitle de aynı şeyi düşünüyordu, Zana dillendirmiş oldu sadece. Oysa, Zana’nın “liderlerimiz” dediği Barzani ve Talabani, yıllarca birbirleriyle çatıştılar, savaştılar, kan döktüler geçmişte ve halâ da aralarında belirgin sıkıntılar, hissedilir çekişmeler devam ediyor.  Ayrıca, 90’lı yıllarda kâh Barzani, Türkiye’nin yanında yer alarak PKK ile, yani diğer lider Apo ile savaştı, kâh Talabani. Tarih boyu birbirleriyle didişmiş, çekişmiş, savaşmış üç liderin üçü de nasıl oluyorsa onların birbirinden ayrılmaz liderleri olabiliyor, anlamak çok güç gerçekten! Önümüzdeki yakın süreçte, Erbil’de, bölgedeki Kürt gruplarının temsilcilerinin katılımıyla “Kürt Konferansı” adı verilen bir toplantı gerçekleştirilecek. Öcalan, bu konferansın organizesini ABD’nin yaptığını ve konferansın amacının da ABD, bazı AB ülkeleri, Türkiye ile Irak Merkezi ve Bölgesel Kürt Yönetimlerinin ortak kararıyla PKK’nın tasfiye edilmesi olduğunu düşünüyor. Bu nedenledir ki konferansı eleştiriyor, eleştirmekle kalmıyor, “Konferans sonucunda ABD politikası gereği teslimiyet dayatılırsa, PKK da meşru direnme hakkını kullanır ve sorumluluk benden gider” diyerek, tehditkâr bir tavır takınıyor.Öcalan’a göre; ABD, Türkiye, Talabani ve Barzani anlaştılar, PKK’yı bitirecekler. O halde, Zana’ların üç liderinden ikisi uçtu, elde kaldı tek lider! Gelelim eldeki tek lidere… Öcalan, ABD konusundaki yaptığı eleştiri ve değerlendirmelerin arasına, kendisi ile ilgili engin görüşlerini de serpiştirme ihtiyacını hissediyor...

Devamını Oku

Ortada Kuyu Var, Yandan Geç

Ne olduğu, kim olduğu, kim tarafından olduğu, nasıl olduğu, niye olduğu, ne anlamı olduğu, kim tarafından yönlendirildiği halen anlaşılamayan, sırasıyla muhabir, gazeteci, istihbaratçı ve son olarak haham gibi sıfatlara haiz ve şu an Kanada’da yaşayan Tuncay Güney adlı şahıs ortaya çıkıverdi. Haham Güney, “Ergenekon” soruşturması kapsamında tutuklu bulunan bazı emekli TSK mensuplarının, geçmiş dönemde Güneydoğu’da işlenen faili meçhul cinayetlerin sorumlusu olduklarını ve cesetlerin Silopi’de bulunan BOTAŞ’a ait “Asit Kuyuları”na atıldığını iddia ederek, bazı televizyon kanalları vasıtasıyla kamuoyuna açıkladı.1990 ve 1999 yılları arasında Devlet’e çalışan, bugün ise örgütün organizesiyle İsveç’e kaçarak PKK güdümüne giren, eski PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan da, yayımladığı kitabında, “Devlet tarafından o dönemde PKK’lı oldukları gerekçesiyle 600 insanın öldürüldüğünü ve bunlardan 28’inin cesetlerinin Silopi ve Cizre’deki kuyulara atıldığını” iddia etmiş, ancak yapılan araştırmalardan ciddi bir sonuç alınamamıştı. Aygan’ın geçmişteki iddialarına Güney’in taze açıklamaları da eklenince, Şırnak ve Diyarbakır Baroları ile Diyarbakır İHD Şubesi’nin başvuruları sonucunda, Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldı. Başvuru sahipleri, “Ölüm kuyuları” adını verdikleri asit kuyularının bir an önce açılarak, sorumluların cezalandırılmasını, DTP de, “İşte tam fırsat!” diyerek, kayıpları bulunan tüm ailelerin başvuru yapmalarını istedi. Ne acı değil mi; Devlet’i, kurumlarını, bazı şahısları, bırakın bunları, herhangi bir şeyi suçlamak adına ve bunu ispat etmek adına, ceset çıkmasını, belki de elleri ovuşturarak beklemek, istemek, arzu etmek! Bu arada BOTAŞ’tan, “Silopi’de bulunan BOTAŞ’a ait asit kuyuları iddialarının asla gerçeği yansıtmadığı, BOTAŞ’ın sulama amaçlı kullanılan kuyularının dışında...

Devamını Oku

Dil'in Masumiyeti

Eski DEP’li, yeni işkadını Leyla Zana, 91’de, TBMM’den canlı yayınlanan milletvekili yemin töreninde “Kürtçe” olarak yemin etmişti. Zana’nın buradaki amacı belliydi; “Sansasyon yaratarak, konuyu tartışmaya açmak”. 2004-2005 yıllarında, Doğu ve Güneydoğu’daki bazı illerde “Kürtçe” özel kurslar açıldı. Sonuç; “Çok kısa bir süre sonra müşterisizlikten kapandı”. Dönem içerisinde, “Kürtçe” kasetler çıkartıldı, ülkenin her tarafında, barlarda, gazinolarda, düğün salonlarında, meydanlarda çalınıp söylendi. Ulusal televizyon kanallarındaki eğlence programlarında, dizilerde de sıklıkla “Kürtçe”ye yer verildi.1 Ocak 2009’da, TRT ŞEŞ adıyla “Kürtçe” televizyon kurularak yayın hayatına başladı. Şimdilik, halkın yoğun ilgi gösterdiği söyleniyor. TRT ŞEŞ’den hemen sonra, DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk, TRT 3’den canlı yayınlanan TBMM grup toplantısında, konuşmasının son bölümünü Kürtçe yaptı, canlı yayın kesildi. Ahmet Türk, “Kürtçe” konuşmasının sebebini açıkladı; “Kürtçe üzerindeki baskı ve yasakların sürüyor olduğunu anlatmak istedim. TV yayını kesildi. Anlaşıldı ki Kürtçe’ye tahammül yok. Kürtçe, herkese serbest, AKP’ye serbest, Devlete serbest, ancak Kürtlere yasak. Kürtçe yayın ve açılım maskesi düştü” dedi. Tam bir demagoji. Söylediğine kendisi de inanmıyordur muhtemelen, ama ne de olsa yılların siyasetçisi. Bazen kıvırmak gerekiyor… A.Türk’ün söylemleri üzerinden yola çıkarak, nasıl bir demagoji yaptığını ve bunu yaparken de hangi amacı güttüğünü, bütün çıplaklığıyla ortaya koyalım. “Kürtçeye tahammül yok”… Oysa burada “tahammül” söz konusu dahi değil. Kendisi de biliyor ki; -Zana olayı hatıralardadır- TBMM çatısı altında, resmi dil Türkçe dışında bir başka dil ile siyasi faaliyet gösterilemez. Meclis içtüzüğü ve siyasi partiler yasası açıktır. Bu bir ihlâldir...

Devamını Oku

Mensup Değilem…

Hemen hemen her gün on’larca e-mail alıyorum. Bunlardan bir tanesine önce çok güldüm. Önce diyorum, çünkü daha sonra anıyı, komik’ten ziyade daha çok düşündürücü buldum. Okuyucu, bir başka dostundan, sohbet esnasında derlediği anıyı aynen şöyle aktarmış. 70’li yılların sonları. O dönem, KUK, KAWA, RIZGARİ gibi örgütler bölgede faaliyet gösteriyorlar. Henüz o yıllarda PKK yok. Olay, Güneydoğunun küçük bir ilçesinde geçiyor. Güvenlik güçleri, adamın birini, KUK örgütü üyesi olduğu ve örgüt adına faaliyet gösterdiği gerekçesiyle gözaltına alıyor. Karakolda yapılan sorguda muhterem, biraz sıkıştırılmış olsa gerek ki, yaptığı her şeyi bir bir anlatıyor ve suçunu hemen itiraf ediyor. Muhteremi mahkemeye çıkartıyorlar.Hâkim, dosyaya şöyle bir baktıktan sonra, “Her şeyi itiraf etmişsin, öylemi?” diyor. Muhterem, “Evet Hâkim beg” diye cevap veriyor. Hâkim’in, “Bu ifadelerini vermende sana bir zor kullanma oldu mu? şeklindeki sorusunu muhterem bu sefer “Hayır, Hakim beg” diye cevaplıyor. Yapacak hiçbir şeyi kalmayan Hâkim, “Gereği düşünüldü” diyerek kararı açıklıyor. Hâkim; “KUK mensubu falanca ….” derken, yerinden kalkan muhterem, son günlerin moda sözüyle  “One minute – Van münüt” diyerek Hâkim’in açıklamasını kesiyor. “Bir dakika Hâkim beg, ben mensup değilem”. “Ne demek bu oğlum, işte bak, burada bütün suçlarını itiraf etmişsin”. “Yav tamam Hâkim beg, etmişem, ama ben mensup değilem”. Sinirlenen Hâkim, sesini biraz yükseltiyor. “Burada itiraf etmişsin. Şimdi de benim karşımda itiraf ettin. Halâ, mensup değilem diyorsun”. “Yav tamam Hâkim beğ, etmişem, ama ben mensup değilem, ben KUK’çiyam”. Siz de güldünüz değil...

Devamını Oku

Sen de mi Leyla!!!

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün, geçtiğimiz günlerde, TRT 3’den canlı yayınlanan TBMM grup toplantısında yaptığı Kürtçe konuşma, bana münfesih DEP’li Leyla Zana’yı hatırlattı. Leyla Zana da 1991 yılında TBMM’den canlı yayınlanan milletvekili yemin töreninde Kürtçe yemin etmişti. Merak ettim, yerel seçim öncesi olduğu halde şu aralar sesi pek çıkmayan Zana, ne yapıyor, ne ile uğraşıyor, nerelerde diye. Bir öğrendim ki Zana, meğer işkadınlığına soyunmuş, eşi Mehdi Zana’ya ticari aracılık yapıyormuş.Zana’nın eşi, Diyarbakır eski Belediye Başkanı münfesih DEP’li Mehdi Zana, Ankara’da müteahhitlik yapan Bitlis’li bir işadamı ile Irak’ın Kuzey bölgesinde ortak olarak müteahhitlik işleri yapıyorlarmış. M. Zana ve Bitlisli ortağı, birkaç yıl önce, Irak’ta, Erbil-Dohuk-Berderaj yolu inşaatının ihalesini almışlar. İhale bedeli çok daha az olmasına rağmen, M.Zana’nın ısrarı ile Irak Hükümeti’nden, yani Talabani’den, 17 Milyon ABD doları alınmış. Buraya kadar her şey normal. 17 Milyon dolarlık ihalenin ilk ödemesi olan 4 Milyon dolarını alan Mehdi Zana, ortağından habersiz Irak’ı terk ederek kayıplara karışmış. Muhtemelen, uzun süredir yaşadığı İsveç’e gitmiş. Münfesih DEP’in kurucularından olan ve geçmiş dönemde Mehdi Zana’nın gayretleri ile DTP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin altyapı işlerini alan, Zana’ların Bitlisli mağdur ortağı, o günden bu yana işi gücü bırakmış, yana yakıla, fellik fellik Mehdi’yi arıyormuş. Eee, kolay değil, 4 Milyon dolar bu!!!  Burada Leyla’nın suçu ne? Leyla Zana, “Bizim liderlerimiz; Apo, Barzani ve Talabani’dir” diyordu ya, meğer Talabani ile ihale aracılığını ve paranın çıkartılmasını bizzat kendisi sağlamış, yani tam bir aracı....

Devamını Oku
  • 1
  • 2