Ali Sekülü

“Allah, Âdem babamızı yaratmış, onun sol kaburgasından, Havva anamızı var etmiş. Cennette mutlu bir yaşam başlamış. Yasaklanan tek özel bir ağaç ve meyvelerinden yememek koşulu ile ebedi bir mutluluk vaadini vermiş. Ama melun şeytan, bir yolunu bularak Cennete sızmış, sahtekârlık yaparak, yasak her ne ise, onlara tattırmış.Şeytan Cennete nasıl girmiş? O zamanlar ayakları üzerinde, bir binek hayvanı olarak yaşayan yılan, onu üzerinde taşımış, Cennete. Tabi bunun sonucu olarak da, cezalandırılarak, Cennetten kovulduğu gibi, ayaklarından mahrum bırakılarak, yaşadığı sürece sürünmeye mahkûm edilmiş.”

Sponsor Bağlantılar

Âdem aleyhisselam, bize göre “kün” emri içinde var oldu. Onun ve kıymetli annemizin var oluşu yaradılışın zamansal süreci içinde, sırası gelince açığa çıkmış ve sahnede yerini almıştır. Bizlerde buna, belki de ifade güçlüklerinden veya zihinlerde karışıklıklara sebebiyet vermemesi için kısaca yaratıldılar diyoruz. Her şey zaten yaratıldı. Fakat bizim burada dikkat etmemiz gereken husus, bütün her şey belli bir tek emrin içinde oluştu. Yani ayrı, ayrı yaratmalar düşünemeyiz. Daha doğrusu bir yaratma sürecine başlayabilmek için önce başlanılanın bitmesini, sonra sıradaki yaratma işleminin başlamasını düşünemeyiz. Çünkü kitabımızda bize noksan sıfatlardan beri olduğu haber verilen Allahımız var. Bir iş çok geleceği için azar, azar yaratacağını düşünemeyiz. Bu eksiklik olur ve Ona ( hâşâ! ) hakaret olur.  Ama hüküm onun değil mi? İsterse, daha sonra tekrar bir yaratma daha yapabilir. Şeklinde kurulan bir cümlede ancak bizi aldatır. Allahın daha sonra ne isteyeceğini, daha önce hatırlamaması mümkün müdür? Hâşâ! Aklına gelince bir daha yaratsın, sanki unutmuş gibi. Ona bu sıfatları yakıştıramayız. En az onun kadar önemli olanı da bir kere O zamandan münezzehtir, bağımsızdır. Bütün bu olanlar bizi birer oldubittiye getirilmemesi için, zamana bağlandı, diye düşünüyorum.

Künfekan sırrına ermek ne hacet bize

Aşka ermektir muradım nam-u nişan istemem

                                                     Salihbaba

Fakat birinci paragrafta, bu cümlelerden sonra bizim dilimizle çözülemeyecek gibi duran çünkü düz mantığa aykırı cümleler ve dolayısıyla sorular baş göstermektedir. İlk paragrafta geçen cümlelerin bazılarının yıllar içinde değişime uğramış olabileceklerini düşünsek bile, tamamının değişime uğradığını iddia etmek, en azından bazı âlimlerin hışmını üzerimize çekmek olur. Bu durumda da yine sembol dilinin çalışmaya başladığını düşünebiliriz. Rumuzlu, çifte manalar ve cümle paketleri içine sıkıştırılmış mesajlar. Neden mi? Bin sene önce yaşayan birine, şeytan ışık hızında hareket ediyor diyemezsiniz. Ama “Allah mekir sahibidir, Şeytan bile bir kere Allah deyince dünyayı yedi buçuk tur atar” derseniz, o gün yaşayanların zihninde bir şey uyanır. Bu gün yaşayanlarsa dünyanın çevresi olan 40 000*7,5 hesabını yaptıkları zaman 300 000 rakamına ulaştıklarında, bir kere Allah diyene kadar yani bir saniyede 300 000 km yol aldığını bulurlar. Sonrada demek ki şeytan ışık hızında hareket ediyormuş derler. Ne de olsa ateşten yaratıldı. Hatta ışık hızı bilinmeden önce dünyanın çevresini bilen bilim adamları böyle bir bilgiyi ciddiye alsalardı, peşine düşeceklerinden, ışık hızını daha önce bile bulabilirlerdi. Ya da meleklerin hızı kendisine sorulan Erzurumlu İbrahim hakkı hazretlerinin “yıldırım hızındadırlar dediğini” Marifetname adlı eserinde okuyabilirsiniz. Ama Azrail aleyhisselamın hızını düşünecek olursak, ya da kâinatta var olan bildiğimiz, bilmediğimiz bütün canlıların rızkını dağıtmakla görevli Kasım-ül erzakı düşünecek olursanız, başka hız viteslerine de sahip gibi duruyorlar. Ayrıca bana bunlar şunu da hatırlatıyor ki, Eğer Allah, düşmanlık eden şeytana bile bu ve benzeri özellikleri vermişse, acaba yaratılanların en mükemmeli dediği insan aşağıların aşağısından kurtulup da, övüldüğü makama erişirse neler yapar? Belki de hiçbir şey yapmadan teslimiyeti, yani tamamen Allahın emrine terk edebilme faziletini gösterir. Manisalı merkez efendiye sorulan eğer Allah olsaydın neler yapardın sorusuna verilen cevap manidardır. “Zaten bir Allah var, o ne yapıyorsa yine onlar yapılırdı” diyor ve işleri merkezinde topluyor.

Gelelim ilk paragrafa, sol kaburgasından Havva anamız var oldu? Neden önce bir anne ve onun doğurduğu bir adam değil? Hikmetinden sual sormuyoruz. Sadece düşünüyoruz acaba rumuzlu manalar olabilir mi diye? Aslına sadığız ve Allah neyi nasıl dilemişse öyle olduğuna inanıyoruz. Ayrıca meselenin tamamı da iman meselesi değildir. Bu bizim daha önceki konularda da değindiğimiz erkek ve kadının bir kuşun kanadı gibi Allaha yükselmeliler, beraberce, ahenk içinde, kadını görmemezlikten gelmeyerek, dediğimiz meseleye de uyuyor sanki. Kadın annedir ama önce eştir deniyor belki de bize. Erkek ve kadın olgun beraberliklerinin neticesinde erkek ve kadın olmalı önce, sonra olgun, Allaha ulaşmaya aday, geleceğin erkek ve kadınlarına annelik ve babalık yapmalı. Yani karı ve kocalık, anne ve babalıktan daha önemli, güzel çocuklar yetiştirebilmek için. Bence hostesler doğru söylüyor, eğer acil durumda yaşamsal kaynaklara önce kendimiz ulaşmazsak, oksijen maskesini önce kendimiz takmazsak, çocukları da kurtaramayız. Böylece olgun ve yeterli bilgiye sahip olmayan ebeveyn zürriyetini kaybedecektir. Sanki burada alınması gereken gerçek mesaj bana eşleriniz sizin diğer yarınızdır. Peygamberlerin hanımları da onlar gibi kutsaldırlar. Onlar bu işi bildikleri için hanımlarına olması gereken hassasiyetleri göstermiştir. Hanımlarına bu hassasiyette kusuru olanlar tek kanatla Allaha uçmaya niyetlenmesinler. Belki de peygamberimizin evlenin demesinin sebeplerinden biride budur. Gerçi hanımlarla ilgili meselelerde biraz ileri giderek onları ilahe yapanlar olduysa da, güzel dinimiz “la ilahe” diyerek bu meseleyi noktalamış görünüyor. Ama belki de yine, buda OZİR (Türkçe kökenden özdür) ve İSİS gibi Allahın esmalarını hakkıyla öğrenenlerin, zamanla sapıtanlar tarafından tapılır hale getirilmesiydi. Bu tip konuların evvelini, ahirini, zahirini, batınını Allahtan başka kimsenin hakkıyla bilemeyeceğini düşündüğüm için kati bilişler ve fetvalar asla değildir. Bu sebeple “belki” leri sıkça kullanıyorum. Amacım hayra vesile olabilecek düşüncelere geçebilmek. Bu konuya da böyle bakınca elimde olmadan şu diyanet takviminde okuduğum, “Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır”  hadisi şerifini tekrar hatırlıyorum.  

İlk paragraftaki birkaç cümleyi, sol kaburgadan gelişi asla inkâr etmeden, kazasız, belasız atlattık. Kendi zihnimizde makul gerekçeler ürettik. Üretemeyebiliriz de. Bu olayların böyle olmadığını ya da cümlelerde mesaj olmadığını göstermez. Biz bir yanıt bulamadığımızda, amenna Allah öyle dediyse aslı da odur diyerek, sorular soralım. Bu arada, ülkemizde zaman, zaman kimi çevrelerde rastladığımız, belki de kökünü tam bilemediğimiz davranışlar vardır, bilenler olacağı gibi. Bazen yeri denk geldiğinde, o anki aktör her kimse, sağ elini, sol koltuğunun altına koyar yani sol kaburga kemiğinin üstüne, sonra elini oradan bir kılıç gibi çekerek “biz onu koltuğumuzun altından çıkarırız” der. Mesela;
Mükemmel bir profesörü yetiştirmekte olan ordinaryüs gibi! Bu işin babası, ustası veya iş ortağı, yetiştireni benim, der gibidir. Bu hareketin aslını veya kökenini bileniniz varsa, beni de bilgilendirmenizi rica edeceğim. Ya da meni kaynağının aslında, sol kaburga altında olduğunu bilenlerden bir cevap beklerim. Ben yinede bu konuda bir şeyler öğrenmeye çalışacağım.

Cennet emin bir âlemdir. Öyleyse şeytan huzuru nasıl bozmuştur? Şeytan, Cennete kimden gizlice girmiştir. Cennette hayvan var mıdır ki yılan oradadır. Yoksa cennet, iradeyi cüzinin serbest bırakıldığı, Allahın müdahale etmediği bir mekân mıdır? Yoksa o zaman mı öyleydi? Kaynaklarımıza dönelim, bence bu en iyisidir, eğer Allahın yardımı ulaşırsa.

Bakara suresi 30-44

Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamt ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.

Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.

Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.

Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.

Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik.

Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.

“İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.

İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.

Araf suresi 11-37

Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” dedik. İblis’ten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı.

Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi.

Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi.

Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.”

Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi.

Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.”

“Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.”

Allah, dedi ki: “Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum.”

“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”

Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.”

“Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti.

Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.

Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”

Allah, dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.”

Allah, dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.”

Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik).

Ey Âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın. Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır.

Çirkin bir iş işledikleri vakit, “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?”

De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.”

Allah, bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık lâyık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.

Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

İsra suresi 61-65

Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik, onlar da saygı ile eğilmişlerdi. Yalnız İblis saygı ile eğilmemiş, “Hiç ben, çamur hâlinde yarattığın kimse için saygı ile eğilir miyim?” demişti.

Yine demişti ki: “Benden üstün tuttuğun kişi bu mu, söyler misin? Andolsun eğer beni kıyamete kadar ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, (azdırarak) kontrolüm altına alacağım.”

Allah, şöyle dedi: “Çekil, git.” Onlardan kim sana uyarsa, kuşkusuz cehennem tam bir karşılık olarak hepinizin cezası olacaktır.”

“(Haydi) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.” Hâlbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.

“Şüphesiz, (gerçek) kullarım üzerinde senin
hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!”

Taha suresi 115-123

Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme, diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.

Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de, İblis’ten başka melekler hemen saygı ile eğilmişler; İblis bundan kaçınmıştı.

Biz de şöyle dedik: “Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis), sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuz olursun.”

“Şüphesiz senin için orada aç kalmak, çıplak kalmak yoktur.”

“Orada ne susuzluk çekersin, ne de güneş altında kalırsın.”

Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”

Bunun üzerine onlar (Âdem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.

Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.

Allah, şöyle dedi: “Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Eğer tarafımdan size bir yol gösterici (kitap) gelir de, kim benim yol göstericime uyarsa artık o, ne (dünyada) sapar ne de (ahirette) sıkıntı çeker.”

(Mealler Diyanet mealleridir. Farklı meallerle de kıyaslanması uygun olur, diye düşünüyorum.)

“Âdem için saygı ile eğilin” = Bu cümle başka meallerde örneğin Elmalılı Hamdi Yazır mealinde “secde” diye geçmektedir. Ayrıca orijinaline bakıldığında ise Arapça S, C ve D harfleri görülmektedir. Ben “Âdem için saygı ile eğilin” ve “secde” aynı anlamı taşımayabilir diye endişeleniyorum. Acaba buradan hareketle insana secde edilmesi gibi bir yanlış anlamadan kaçınmak mı istenmiştir? Belki “saygı ile yere eğilerek başınızı yere koyun”  ve ardına ilave edilecek diğer tamamlama tarifleri ile secde kelimesine yaklaştırılabilirdi. Eğer bir çekinme durumu varsa, Allah “secde” kelimesi kullanmış, biz neden çekinelim?

Araf suresi 29 uncu ayeti kerimede ise orijinalinde “mescidi” diye geçen kelimenin yerine “Her secde yerinde” denmesinden çekinilmemiştir.

Tabii ki onlar daha iyisini bilirler, benimki merak. Ayrıca, eğer “secde” kelimesi Arapça olduğu için tercih edilmemişse “ahret”, “Cennet”, “Cehennem” gibi kelimelere de birer çözüm bulunmalı diye düşünüyorum. Halkımızın tamamen benimsediği kelimeleri de yerine öz Türkçe kelimeler kendiliğinden geçene kadar kullanabiliriz, diye düşünüyorum.

Bundan başka;

“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.”

Diye, diyanet mealinde gösterilen ayeti kerime, Elmalılı mealinde ise;

“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin.” dedi.”

Bakara 33 – (Allah): “Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.” dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): “Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim” dememiş miydim?” dedi. ( Elmalılı )

Bakara 33 – Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi. ( Diyanet )

İki farklı mealdeki ifadeler böyledir ve arada bana göre önemli bir fark vardır. “Söyleyin” yerine “haber verin” ve belki de onun yerinede başka bir kelime geçebilecekse, durum adeta boyut değiştirebilir. Hele bir de ayeti kerimenin devamı olan “”Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim” dememiş miydim?” sorusunu ilave edince, Hz. Âdem neyi haber verince, Allahın daha önce bildiği ve artık meleklerinde anladığı gaybı ve belki de Hz. Âdemin gizlediklerini anladılar? Sorusu da bizim aklımıza düşüyor. Sanırım bu, dudaklardan söylenen eşya isimleri değildir.

Üstelik bu ayeti kerimeler, belki de kâmil insanda olması gereken ve sonunda meleklerden üstün hale gelebilen, halini anlatıyor bile olabilir. Zaten özünde de “ey melekler, cinler Âdeme secde edin çünkü…” anlamı çıkmıyor mu? Ben bu sebeple, daha aydınlatıcı ve tutarlı meal ve tefsirler için, İslam âlimlerimizin “Allahım ümmetimi yanlışta birleştirme” duası gereği çalışmalara devam ettiklerine inanıyorum. Aslında hepsinden Allah razı olsun ne güzel çalışmalarla, bizlere kaynak hazırlamışlar. Fakat bu konularda zayıf olan bizlerin etkilenmeleri de doğaldır, diye düşünmelerini talep ediyorum.

Bundan başka, yine farklı meallerde “söyle” yerine “haber ver” gibi farlı kelimeler doğal olarak vardır. Ayeti kerime devamında “Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim” dememiş miydim?” tarzındaki yaklaşımla, Allahın, meleklerin anlayamadığı bir şeylerin iç yüzünü ortaya çıkardığını da anlayarak,  özde “Biz Âdeme esmayı öğrettik. Ya Âdem, meleklere esmayı göster” şeklinde anlam çıkarmamız mümkün olan mübarek emri şerifler zincirini okuyunca, insanın aklına bazı sorular geliyor;

Acaba mübarek melekler neler gördü de secde ettiler?

Âdem babamızın kendine has göstermesi nasıl olmuştur?

Melekler perdesiz gözleriyle sırlar müşahede ederken Âdem babamızın işaret parmağı ile olacak bir göstergesini çoktan algılamış olurlardı. Meleklerin ancak ve en az Âdem baba gibi birinin yardımıyla gördüklerini eşya işte deyip geçemeyiz. Bu görüş Kuran-ı Kerimde zikredilmeye layık görülmüş ötelerin ötesinde bir görüştür. Belki de arşa, kürse sığmayan Allahın ve tabii doğal olarak esmalarının, Âdemin kalbine yerleştikten sonra oluşan bir görüştür ki o kalp aynasından tecelli eden esma-ı hünsanın bir aksamasıydı. Tabii ki o zaman melekleri secdeden kim alı koyar. Ya da “vel evveli, vel ahiri, vel zahiri, vel batın”, ”evvel odur, ahir odur, zahir odur, batın o” emri ilahisinde ki gibi her şeyin önünde, arkasında, içinde, dışında odur diyerek eşyanın onunla kaim, dik ve ayakta, var olduğunu anlar gibi olduğumuz gerçeğini meleklerin müşahede etmesini sağlamıştır. Ya da her iki türde ve başka görüşlerle beraber ama “bak işte şu şey, ismi de şu”, türünde asla değil.  Melekler programları gereği öğretilmiş olanın dışına çıkmazlar ve görmedikçe Allah’tan başkasına asla secde etmezler. Nitekim üstünlük duygusu galebe çalarak perde arkasına düşen şeytan göremediği için secde de etmemiştir, bence. Yani ancak tevazu ve Allah ile kul arasındaki farkı huşu ile kabullenmenin ardında açılacak bir idrak ile görmek olabilir. Allah için alçalan kulun Allah tarafından yükseltilmesi gibi…  Keşke kelimesinin sıklıkla kullanılmasını sevmem ama onunda kullanılması gereken yerler vardır. Bence işte öyle bir yer, keşke bu mübarek ayeti kerimelerin orijinallerini anlayabilseydik. Allah doğruları bilen tek hâkimdir.

Konumuzla ilgili referans alabileceğimizi düşündüğüm
ayeti kerimeleri yukarıda sıraladım. Kuran-ı Kerimde geçen hiçbir şeyi asla inkâr etmeyiz, anlayamasak bile. Ama doğrusunu anlayabilme çabalarında hatalar, düşersek de Yüce Allahın affediciliğine sığınmayı doğru buluyorum. Bu sebeple de önce, Taha suresi 115 inci ayeti kerimede  “Doğrusu bundan önce Âdem’e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık.” şeklinde bize işaret verildiği gibi, Hz. Âdem asla günah işlememiştir. Bütün peygamberlerin tamamı, bütün günahlardan beridir. Onlar ancak zaman, zaman çeşitli amaçlar doğrultusunda hataya düşürülmüştür. Ve bu unutturularak olmuştur, Yüce Yaratan da olayda kararlılıkla yapılan bir suç unsuru yani günah görmemektedir. Düşürülmüştür diyorum, çünkü her şeyden önce üzerinde durduğumuz konu bize açıkça bağırmaktadır. Bir dünya hayatı başlayacaktır, bu yaratılmıştır. Çeşitli nedenlerden dolayı, kim bilir belki de Âdem babamızın ve kıymetli annemizin içine düştükleri zelle ile üzüntü çekmeleri onların Allaha daha da yaklaşmalarına vesile olmuştur. Çünkü artık dünyada kazalara, belalara sabretmenin ve Allaha karşı kusurlu olduğunu ya da noksan olduğunu gerçekten bilmenin, kulu Allaha yaklaştırıcı olduğunu öğrendik. Sanırım “kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz”, “Nefsini bilen, rabbini bilir” mübarek kibar kelam ve hadisi şerifleri bize konuyu biraz daha aydınlatmaktadır. Kul demek ki noksanlarını kavradığı oranda nefsini ve böylece de geceyi görenin gündüzü fark etmesi gibi veya kim bilir ne kadar güzel bir bilişle ise Rabbini daha iyi anlıyormuş.

Arapçada kullanılan zelle kelimesi hatadan bile hafif olaylar için kullanılmaktadır. Bu arada, bizlere bıraktıkları kibar kelamlar için müteşekkir olduğumuz atalarımızın “Allah isterse düşman elinden dost lokması yedirir” sözünden yola çıkarsak, ( kendisine göre maalesef ki ) şeytan dahi ancak arada hayırlara vesile olmaktan öteye geçememiştir, kendini yırtmasına rağmen. Cennetten dünyaya inmek hayırlı mıdır? Elbette imanın altıncı şartı gereği ondan gelen her şeye razı olmak, bizi nereye götürür acaba? Allahtan hiç şer gelir mi? Aslını kavrayabilseydik hayrın ve sonunda teslim olursak hayra dönecek şerrin Allahtan geldiğine inandık derdik. Tabii böyle bir cümle eğip bükmeye çok müsait olurdu. Burada alınacak en büyük derslerden biri ise görüntü itibarı ile Allahın emrine aykırı davranan kullardan bir kısmının Ya! Rabbim noksanlık bende sen beni affet diyerek peygamberlere layık bir tutum sergilerken, kimilerinin de benim ne suçum var sen benim ayağımı kaydırdın diyerek şeytanlık makamına yerleştiklerini görmektir.

Konu ile ilgili sorduğumuz sorular şunlardı.

Cennet emin bir âlemdir. Öyleyse şeytan huzuru nasıl bozmuştur? Şeytan, Cennete kimden gizlice girmiştir. Cennette hayvan var mıdır ki yılan oradadır. Yoksa cennet, iradeyi cüzinin serbest bırakıldığı, Allahın müdahale etmediği bir mekân mıdır? Yoksa o zaman mı öyleydi?

Soruların cevapları yukarıda ki metinde çıkmıştır. Yılan bahsini orada görememekteyiz. Eğer bizim gözümüzden kaçmamışsa yılan bahsi iman meselesi de olmaz. Yılan meselesine de belki başka kültürlerden etkilenilmiş gözü ile de bakabiliriz fakat Türkçemize kalp vasıtası ile hâkim olmuş kavuksuz âlimleri düşünürsek, onların bulunduğu ortamlarda bu konuların açıldığında tefsir olan sözlerle anlatılmış olabileceğini düşünüyorum. Bu sebeple yılan da bir sembol olmuş olabilir. Mezar yılanlarından bahsedilmesine rağmen, aslında acıyı belki de ölü bedenlerin değil ruhların özel kabir yılanı diye isimlendirilen yaratıklardan almaları gibi. Burada da toprak altında ki gariban sürüngenlerin bu işi yaptığını düşünenler de vardır, ruhların özel azabı diye düşünenler de vardır. Buna da iman meselesi olarak bakılmaz. Örneğin;”Öldüğünüz zaman kabirleriniz Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur olacaktır” hadisi şerifi gereği, demek ki kabir de azap vardır diyerek ilk iddiaya inanlar vardır. Bu hadisi şerif gereği kabir azabı haktır, ama nasıl? Allah öğrenmekten uzak tutsun inşallah. Bu noktada ben bilmem ağam bilir. Kabirden kasıt nedir? Âlemi ervah mı? Yanarak buhar olan Adamın yılanlar neresini yiyecek?  Desem de, öte yandan sürekli tazelenen beden, ama ben onu her ölçmeye kalktığımda başka boyutlardan benim boyutuma döndürülerek bana iskelet gösterilmesi mümkündür. Belirsizlik artık bilimde bile söylenmeye başlandı. Allahın istediği belirsizliği ise biz hiçbir şekilde çözemeyeceğiz. Bu olaydan alabileceğimiz tek gerçek azap olacağıdır. Zaten o da yetmez mi?

İlk paragrafta bazı şeyler rumuzlu olabilir dedik. Şeytan diyor ki, ağaçtan yiyin de ebedi yaşayın, sanki yaşam ağacı. Şeytan acaba bu sefer hangi yılanın şah damarlarına girip de onu şahlandırmıştır, dimağınızı zorlayın. Elma ağacı yeni elmalar verir, yaşam ağacı yeni yaşamlar mı verir? Yaşam ağacı nedir? Yılan, tıptaki sembol olarak sağaltıcıyı temsil etmekte, bazen düşmanı ama bazen de başka. Benim bu konu ile zanlarım var. Sizinde olabilir. Gaye hikmetleri anlamaya çalışmak. Allah bizi bize bırakmasın.