Eylül Romanının Özeti (Olay Örgüsü)

Süreyya, beş yıldır evli olduğu karısı Suad’la birlikte babasının köşkünde yaşamaktadır. Aynı evde babası, annesi, kız kardeşi Hacer, eniştesi Fatin, dadı ve hizmetçiler de vardır.Rahatına ve zevkine düşkün bir adam olan Süreyya, bir dairede memurdur. Yaz aylarını babasının Bakırköy’deki şehre uzak bağ evinde geçirmek zorunda kaldığı için sıkıntılıdır. Sürekli olarak yaz mevsimini Boğaziçi’nde bir yalıda geçirmenin hayalini kurar. Fakat aldığı maaş bu hayali gerçekleştirmek için yeterli değildir.
 
Süreyya’nın halasının oğlu Necib de ara sıra köşke misafir olarak gelir. Necib, çalışmadan yaşayan, vaktinin çoğunu eğlence yerlerinde geçiren, yaşı otuzu geçtiği halde evlilikten kaçan bir gençtir.
 
Suad, kocasına bir sevgiliden çok anne şefkatiyle bağlıdır. Evliliklerinde eski heyecanlarının kalmadığını üzülerek hisseder. Kocasını mutlu etmek için bir şeyler yapmak ister. Boğaziçi’nde bir yalı kiralayabilmeleri için elli-altmış lira gerekmektedir. Suad kocasından gizli babasına bir mektup yazar, babasından para ister. Suad, kocasına yapacağı sürpriz için Necib’e bir süre daha köşkte kalması için rica eder. Bu arada Hacer, ağabeyinin yalı kiralayabileceğine ihtimal vermediği için sürekli olarak gevezelik eder. Evli olmasına rağmen Necib’e sırnaşır. Suad, babasının gönderdiği otuz lirayı kocasına verir. Süreyya nihayet hayalindeki yalıyı kiralayabileceği için çıldıracak derecede sevinir. Süreyya ile Necib ev bakmak için beraber Boğaziçi’ne giderler. Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” dediği güzel bir yalıyı kiralık tutarlar. Yalı kiralandığı haberi evde duyulunca Hacer, kıskançlığından patlayacak hale gelir. O gece kocası Fatin’le kavga eder. Suad, Necib’i yeni evlerine davet eder.
 
On gün sonra Süreyya, Beyoğlu’nda alışveriş yaparken Necib’e rastlar. Mayıs ayında Boğaziçi ve Büyükada’nın çok güzel olduğunu söyleyerek Necib’i davet eder. Necib, Boğaz’daki yalıya gider. Süreyya, misafirine büyük bir heyecanla yalılarının güzelliklerini anlatır. Suad kendi elleriyle Necib’e yemekler hazırlar. Onun gelmesine çok sevinirler. Necib, bu mutlu çifte imrenerek bakar. Kendisini yalnız hisseder, yaşantısını bir cehenneme benzetir.
 
Necib ara sıra yalıya misafir olarak gelir. Süreyya ile Suad, Necib’in gelmesine çok sevinirler, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler uydururlar. Suad uzunca bir aradan sonra yeniden piyano çalmaya başlar. Kocası Süreyya’nın müziğe karşı en ufak bir ilgisi yoktur. Necib ise, Süreyya’nın aksine derin bir müzik birikimine sahiptir. Suad piyano çalarken, Necib hemen yanı başında onu zevk ve heyecanla dinler. Ünlü bestecilerin yaşamlarına dair bilgiler verir. Suad’ın nota kitaplarının eski ve yıpranmış olduğunu görünce içinden yenilerini alıp hediye etmeyi geçirir.
 
Denize aşırı derecede tutkun olan Süreyya, bir sandal satın alır. Sandalıyla gezintilere çıkarlar. Süreyya her gün kendisine yeni uğraşlar bulur. Yelkenlisiyle sık sık denize açılır. Suad baş dönmesi ve mide bulantısı nedeniyle kocasına eşlik edemez. Suad kocasını mutlu edebilmek için çırpınır durur, fakat onun yaşamını dolduramadığını, ona yetmediğini görür, tedirgin olur. Süreyya’nın karısına karşı tavırları günden güne değişmeye başlar.
 
“Ah, niçin ona yetmiyordu? Niçin ona her şeyi unutturamıyordu? Erkek kalbinin, kadın kalbinden daha çok isteyici olması, bir haksızlık değil miydi?
 
Buna karşı sessizlik ve dayanmadan başka yapılacak bir şey olmadığını düşünmek, sessizlik ve dayanmanın bu kadar güç olduğunu bilmek onu eziyordu. Önceleri ricaya gerek göstermeyen Süreyya, şimdi gittikçe artan şakalarla her isteğine karşı gelebiliyor, Suad’ın istemediği şeyleri bile yapıyordu.” (s.108)
 
Necib, içindeki sıkıntıyı atmak için Beyoğlu’na ve Ada’ya gider, yeni arkadaşlar edinir. Fakat bir türlü aradığı huzuru bulamaz. Aklına Boğaz’da Süreyya ile Suad’ın yalısında geçirdiği günler gelir. İçinde garip bir ferahlık duyar. Suad’ aldığı yeni notalarla doğru yalıya gider.
 
Süreyya’nın yelken hevesi, kendisine her şeyi ihmal ettirecek dereceye gelir. Bazı günler Necib de Süreyya ile denize açılır. Necib, evde kaldığında vakti, Suad’la birlikte piyano başında geçer. Necib’in Suad’a karşı duyduğu hayranlık günden güne artar. Evleneceği kadının tıpkı Suad gibi olmasını ister. Necib para düşkünü ve evli pek çok kadınla ilişki yaşadığı için kadınlara olan güveni yok olmuştur. Kadınlara karşı bu derece karamsar, ön yargılı, güvensiz olmasında geçmişte yaşadığı ilişkilerin etkisi vardır.
 
Bir gün Necib, yalının civarında gezen bir gençten şüphelenir. Bu genci daha önce de birkaç kez gördüğünü hatırlar. Bu genç ile Suad arasında bir ilişki olması ihtimali, bir anda Necib’in beyninde şimşek gibi çakar. İçinde yücelttiği, bir meleğe benzettiği saf ve namuslu Suad, kocasını aldatan kadın konumuna düşer.
 
“Ah, hepsi de boş, hepsi mi haindi? Demek hepsi, istisnasız hain olabilirdi? Her şey boş, hep felsefeler, inançlar, meslekler,  hepsi… Ama bu kadınlardan bir tane olmayacak mıydı ki, yüce bir ihtiyaca bağlanmış, hayalî yüksekliklerin özlemini çekerek bu kirliliklerden nefret duyup, temiz yaşasın? Hiç, hiçbir tane? Halbuki, o bu imkansızlığı mümkün sanmıştı.” (s.126)
 
Bir akşam yine aynı delikanlı, sandalıyla yalının önünden geçer. Necib, Suad’ın bu gence bakıp gülümsediğini görünce kalbinde şiddetli bir sızı duyar. Tekrar geleceğini söyleyerek yalıdan kaçar. Necib yalıdan ayrılır, fakat içindeki fırtına bir türlü dinmez. Üç gün perişan bir halde dolaşır. Süreyya ile Suad’ın altıncı evlilik yıldönümü vesilesiyle bir davet mektubu alır. Yalıya gidince Suad’a karşı şüphelerinin yersiz olduğunu öğrenir. O genç, oğlu dışarıda olan bir kayınbabanın gelininin sevgilisidir. Necib bu habere çok sevinir. Suad’ı haksız yere suçladığı için pişmanlık duyar. Necib’in kalbinde Suad’a karşı bir şeyler kıpırdanmaya başlar.
 
“Bu dayanma gücünün üstünde bir sevinç oldu, o kadar ki yemekten kalkınca hemen odasına koştu, deli gibi söylenmeye başladı. Kalbini tutarak, ‘Değilmiş… Değilmiş… Şükür yârabbi!’ diyordu. Kendi kendisine, ‘Ah canavar, ah haydut!” diyor, ‘Suad, Suad, ah, beni affet… Fakat, hayır, etme; bilsen etmezsin, bilsen benden nefret edersin… Ben dünyanın en temiz meleğinden kuşkulandım…’ diyordu.
 
Birdenbire karşıdaki aynada kendisini gördü. Değişmiş yüzünde gözleri o kadar garip bir bakışla bakıyordu ki, durdu. Bu gözler, sanki aynadan kendisine, ‘Niçin?’ diye bakıyor gibi geldi. Evet, bütün bu ateşlerin, kıskançlıkların sebebi neydi? Hem de belirginleşmemiş, olumlanmamış kıskançlık ateşleri? Sonra, onun adını söylerken, yalnızca ‘Suad’ diye söylerken duyduğu bu büyük zevk, bütün bu heyecanlar niçindi?” (s.130-131)
 
Necib yalıda daha uzun süreli kalmaya başlar. Necib ile Suad çoğu zaman piyano çalarak vakit geçirirler. Piyano başında geçen saatler Necib ile Suad’ı birbirine yakınlaştırır. Necib elinde olmadan sürekli olarak Suad’ı düşünür. Uzunca bir süre kalbinde duyduğu bu heyecanın adını koyamaz. Fakat zamanla bu duyguları öylesine yoğunlaşır ki, artık taşıyamaz. Suad’ı sevdiğini, ona deliler gibi âşık olduğunu sonunda kendisine itiraf eder.
 
“Ah, Süreyya’yı ne kadar şanslı buluyordu; buna karşılık kendisine kim bilir nasıl bir kadın rastgelecekti. Ama evlenecek miydi? Bu artık iyice kararlaşmış mıydı? Onun gibi birini bulmak olanaksız olunca, niçin evlenmeliydi? Ve onun gibi olsa diye düşünürken bir an oldu ki ‘Ya o rastgelseydi…’ diye düşündü; bu, o kadar şiddetli ve elem verici bir heyecan oldu ki ‘Ah, o benim olsa ölürdüm!’ diye inledi.” (s.133)
 
Bu arada Suad, kocasının ilgisizliği, anlayışsızlığı ve sudan şeylerle meşgul olması nedeniyle her geçen gün kendisini biraz daha yalnız hisseder. Evlilik yaşamlarında eski tat ve heyecanın kalmadığını görür, sıkılmaya başlar. Bundan sonraki yaşamının hep böyle sıkıcı, yaşlılar gibi geçeceğini, çürüyeceğini düşünerek karamsar ve üzgün bir ruh hali içerisine girer.
 
Necib bir akşam , Tarabya’ya kadar gidip dönmek için evden çıkmak üzereyken, piyanonun üzerinde Suad’ın şemsiyesi ile eldivenlerini görür. Bir an eldivenleri öpüp koklama isteğine engel olamaz. Heyecanla eldivenlerden birini cebine koyar.
 
“Necib yalnız olarak aşağıya inerken, piyanonun üstünde Suad’ın şemsiyesiyle eldivenlerini gördü; bir anda bu eldivenlerde onu koklamak emeline engel olamadı ve titreyerek eğildi, bunları ağzına götürdü; oh her zaman havada olan bu güzel koku işte şimdi elindeydi ve eldivenlerin kumaşı o kadar onun eli gibi yumuşak ve inceydi ki, gerçekten onun ellerini kokluyormuş gibi geldi. Bir an oldu ki, bunları alıp saklamanın ne büyük bir mutluluk olduğunu acı bir özlemle düşündü ve bir cinayet işliyor gibi titreyerek, sapsarı, bunların birini cebine koydu.” (…) “Ve bu eldiven sorunu unutulduğu zaman onun biricik malı, en değerli malı oldu; o hayat dolu bir el, sanki Suad’ın eli gibi geliyordu ve onun eline sahip olmak, Necib’i mutluluğundan çıldırtıyordu.” (s.149-150)
 
Suad dalgınlaşır, müziği ihmal eder. Kocasının gezme tekliflerini de çoğu kez bir bahaneyle geçiştirir. Süreyya yelkenli yarışlarına merak salar. Karısını iyiden iyiye ihmal eder. Suad kocasından soğumaya başlar. Zevk yönünden uyuşmayan biriyle evlenmiş olduğu için pişmanlık duyar.
 
Necib yalıdan ayrılır. Kafasındaki düşünceleri toparlayıp rahatlamak ister. Fakat bir türlü içindeki sıkıntıyı atamaz. Sekiz gün mutsuz bir şekilde dolaştıktan sonra yeniden yalıya gider. Sevdiği insanlara, dostlarına ihanet etme düşüncesi Necib’in içini kemirmektedir. Derin bir vicdan azabı çeker.
 
Suad yalnızlığını unutmak için kendisini müziğe verir. Bağ evinden  gelen dadı, Necib’in yalıda çok sık kalmasından Hacer’in kötü anlamlar çıkardığını anlatır. Suad, bu söylenti yüzünden Necib’e daha mesafeli davranması gerekeceğini düşünür. Bir gün Süreyya Necib’in tifoya yakalandığını, bağ evinde ölümle pençeleştiğini söyler. Suad bağ evine, Necib’in yanına koşmak ister. Süreyya, Necib’in hastalığına duyarsız kalır. İki hafta sonra Necib’in hastalığının hâlâ geçmediğini öğrenirler, bağ evine giderler. Hanımefendi, yastığın altındaki eldivenin hasta yatan Necib’e güç verdiğini söyler. Hacer eldiveni gösterir. Suad bir süre önce kaybolan eldiveninin Necib tarafından alındığını görünce her şeyi anlar. Mutluluk, korku, heyecan duyguları birbirine karışır.
 
Necib eldivenin tanınmasından kuşkulanmadığı için heyecan duymaz. Yeniden sevdiği insanın yakınında olduğu için mutludur. Duygularını, aşkını Suad’a söyleyeceği günün hayalini kurar.
 
Sonbahar gelir. Süreyya kışı da yalıda geçirmek niyetindedir. Necib sevdiği kadından ayrılacağı için üzülür. Necib ile Suad dilleriyle açıkça söyleyemedikleri duygularını, müzik aracılığıyla, gözleriyle birbirlerine anlatırlar. Necib birlikte çıkılan bir sandal gezisinde Suad’a hayran hayran bakar. Suad’ın gözlerine, saçlarına, dudaklarına, ellerine aşkla, tutkuyla bakar. Yalıya dönünce dışarıdaki bulutlu ve yağmurlu havanın verdiği hüzünle, buradan ayrılınca yapayalnız kalacağını düşünür. Bu sırada Suad yanına gelir, sıkıntısının sebebini öğrenmek ister. Necib içindeki duyguları daha fazla saklayamaz, tutamaz, Suad’a aşkını ilan eder.
 
“Hiç, hiçbir şey…” (…) “Ölüyorum, işte o!… Ah, nasıl da ölüyorum, nasıl acılıyım bilseniz!” (…) “Ah, beni hor görmeyiniz… Sizi öyle değil, bilmeyerek sevdim; nasıl olduğunu bilmeyerek, bir kardeş gibi, bir anne gibi sevdim…” (s.188-1889)
 
Suad bir süre suskun kalır. Necib yaptığından utanır, suçluluk duyar. Bundan böyle Süreyya ile Suad’ın gözlerine nasıl bakacağını düşünür. Necib, Suad’ın tedirgin olmaması için yalıdan uzaklaşmak ister. Suad’ın suskun durması Necib’i korkutur, fakat ondan ayrılırken Süreyya’nın gitmemesi için yaptığı ısrarın yanında Suad’ın “Bütün bütün değil ya… Yine gelirler elbet…” (s.191) şeklindeki sözleri Necib’in kuşkularını bir anda yok eder. “Ah, beni seviyor, seviyor!” (s.191) diyerek neşeyle yalıdan ayrılır. Nereye gittiğini bilmeden, heyecanlı bir halde dolaşır. Kendisine ağırlık veren, sıkıntı veren duygularını dışarı atar. Suad tarafından seviliyor olmanın verdiği mutlulukla dolaşır.
 
“Ah, dünya ne güzel yârabbim! Dünya ve hayat ne kadar güzel ve iyiydi… Yağmur! Ama yağmurun ne önemi vardı? İnsan mutlu olduktan, sevdikten, sevildikten sonra, her şey boştu. Yalnızca aşk, ah, yalnızca Suad vardı…” (s.192-193)
 
Necib neşeli bir halde Tarabya’ya, bir otele gelir. Sürekli olarak Suad’ı hayal eder. Mutluluktan uçmaktadır. Fakat bu sevinç birkaç gün sonra yerini şüpheye, hüzne bırakır. Suad’ın Süreyya ile evli olduğu gerçeğini kabullenmek istemez. Suad’ın kendisini kocasını bırakacak derecede sevip sevmeyeceğini düşünür.
 
Necib bu düşüncelerle boğuşurken otele Süreyya gelir, kendisini gezmeye davet eder. Suad, Necib’i görebilmek, sevgisine karşılık verdiğini gösterebilmek amacıyla Beykoz gezmesini bahane etmiştir. Hep beraber geziye çıkarlar. Suad da iç dünyasında sürekli olarak gelgitler yaşamaktadır. Bir yandan şu an yaşadığı aşkı, heyecanı geçmişte hiç tatmadığını düşünürken öbür yandan evli bir kadın olarak böylesi yasak duyguları yaşadığı için kendisinden nefret eder, tiksinir.
 
Suad, çınar ağaçlarından düşen sarı, kurumuş, çürümüş yaprakların kapladığı yollara bakınca, kendi hüzünlü iç dünyasıyla bu sonbahar manzarası arasında benzerlik kurar. Bahar ve yaz mevsimlerinin sıcak, güneşli, neşeli havası gitmiş, yerine kış mevsiminin habercisi olan, hüznü ve ayrılığı çağrıştıran sonbahar gelmiştir. Neşeli günlerin geçmişte kaldığını, bundan böyle mutsuz, heyecansız bir yaşam süreceğini, sonunda da tıpkı bu yapraklar gibi sararıp solacağını, çürüyeceğini düşünür.
 
Necib sık sık Suad’ın yanına gider. Süreyya, Suad ve Necib gezintiye çıkarlar. Necib iç dünyasında türlü çıkmazlarla mücadele eder, çatışmalar yaşar. Suad şayet kendisine karşılık verecek olursa, namusu kirlenecek, toplumun baskısı altında ezilecek, horlanacaktır. Necib’in gözünde de namusunu kirletmiş bir kadın konumuna düşecektir. Necib iç dünyasında bir süre savaş verdikten sonra, Suad’ın namusuna ve temizliğine saygı duymaya, ilişkilerini hiçbir zaman bedensel boyuta taşımamaya, sadece duygu boyutunda yaşamaya karar verir. Bu şekilde Suad’a zarar vermeyeceğini düşünür. Necib verdiği bu karar sonrasında kalbinde bir rahatlama hisseder. Bu düşüncesini Suad’a söyler. Necib’in ağlamaklı bir ses tonuyla yaptığı “Evet, kardeşim olunuz… Kardeşim, ya da benim annem olunuz.” (s.228) teklifini, Suad, gözlerinden düşen iki damla yaşla kabul eder. Yaşadıkları bu an ikisine de hayatlarının en mutlu, en can alıcı dakikası gibi gelir.
 
“Ah, onu mutlu etmeyi ne kadar istiyordu! Halbuki mutsuz edip ağlatmaktan, ona acı ve felâket vermekten başka ne yapabilecekti? Hatta şimdi bile ona acı vermiyor muydu? (…)
 
“Peki, ondan daha ne istiyordu? Onun gibi bir kadın bu kadar şiddet ve güçle ruhunu verdikten sonra, başka ne yapabilirdi? Kendisi için bile asıl büyüklüğünü oluşturan erdemleri feda etmekten başka ne yapabilirdi? Ve onları bile aşkına feda etse, belki en önce kendisi aşağılamayacak mıydı? O zaman daha ilk öpüşmenin ardından düşecekleri pişmanlık girdabını, düştükleri alçaklık ve uğursuzluk içinde birbirlerine bakamayarak, nasıl aşklarının taş kesilmiş cesediyle kalacaklarını, birbirlerini nasıl yitireceklerini, hatta aşağılayacaklarını hisseder gibi oluyor, bütün o azap ve pişmanlıkla şimdiden eziliyor, Suad’ı şimdiden gözünden düşmüş buluyordu.” (s.225)
 
“Ve bu kadını o mahvedecekti; kendisine, yalnız ve yalnız kendisine, o kadar fedakârlıkla ruhunu teslim ettiğine inandığı, ruhunun temizliğine tutkun olduğu bu saygıdeğer kadını o kirletecek, o dile düşürecek, öldürecekti, değil mi?…
 
O zaman aklına tutkunu olduğu bir düşünce geldi; birçoklarını vücutları için sevdikten ve bunun için hepsinden istisnasız başka bir yara aldıktan sonra, şimdi birini de, kuşkusuz en lâyık olanını da yalnızca ruh ve şiir için sevmek, bir zaman o kadar hayran olduğu namus ve temizliğine saygı duymak arzusuna kapıldı. Ve birden nefsini bunu başarabilecek yetide görerek şaştı; onun ruhuna bu kadar rakipsiz ve tek başına sahip olduktan sonra ötesi miskin, hele hain ve çirkin geliyordu… Bu birçok duygudan oluşan bir arzuydu ki, hepsine birden uymak isteğiyle güç buluyordu; bu yalnızca aşk ve acıma da değildi; teşekkür, tapınma, şiir, korku, pişmanlık, onur, her şey ve en sonra, namus… (…)
 
“… bunu bir tür evlenmek, ruhların evlenmesi gibi görüyordu; ona Süreyya’dan çok yakınlaşabilecek, bu evlenme onlarınkinden daha ölmez, daha yüce, daha şâirâne olacaktı; bu dünyada hiçbir pisliğin gelip zedeleyemeyeceği bir bağlılık olacaktı. Utandırıp yüz yüze baktırmayan o korkularla, gizli, haince öpüşmelerle yaralanacağına aşkları herkesin içinde saf ve melekçe hüküm sürecek, işitilmekten anlaşılmaktan korkusuz, mutlu ve seçkin olarak sürecekti; böylece birbirlerine daha da yakınlaşacaklar, sanki birbirlerinin içine girecekler, birbirinin ruhsal içtenliğiyle yaşayacaklardı.” (s.227-228)
 
Necib ile Suad aldıkları bu karardan sonra bir süre mutlu bir şekilde yaşarlar. Birbirlerine ilişkilerinin önceki devrelerinde hissettiklerini heyecanla ve gülerek anlatırlar. Baş başa kalmaktansa, başkalarının yanında kalmayı tercih ederler, bu şekilde ilişkilerini temiz tutacaklarına inanırlar. Fakat belli bir zaman geçtikten sonra, birbirlerine bedensel anlamda da yakınlaşmayı arzularlar. Necib, Süreyya’yı kıskanır. Çünkü o, sevdiği kadını koca sıfatıyla elinden almaktadır. Necib bunu kabullenmek istemez.
 
Süreyya sıkıldığını söyleyerek taşınmaya karar verir. Suad yalıdan ayrıldığında Necib’le görüşmenin bir hayli güçleşeceğini bildiği için, kocasının bu kararına karşı çıkar. Süreyya ile Suad arasında şiddetli bir tartışma yaşanır. Süreyya ile Suad arasında şiddetli bir tartışma yaşanır. Suad bu evlilikte böylesi basit bir konuda bile söz hakkı olmadığını düşünerek üzülür, eziklik duyar. Koca baskısına boyun eğmek zorunda kaldığı için evlilikten tiksinir.
 
“Bu, bütün hayatlarının ilk kavgasıydı… Onu en çok harap eden, yaralayan şey, Süreyya’nın ‘yalnızca bir istese kalabileceği’ sorunuydu ve yalnızca istemediği için kendisini bu kadar kırdığını görünce, yüreğinde bir öc ihtiyacı doğuracak kadar hırslanıyordu… (…)
 
Ve onun bu haksızlığı altında kalıp haykırmadıkça hiddetinin çoğaldığını, boğulduğunu hissediyordu. Ömründe ilk defa, evliliğin anlamı önünde güçsüz ve sessiz kalıp, sonunda anlamak zorunda kalıyordu. Koca denilen birinin haklı haksız keyfine esir olmaktan başka bir şey olmayan evlilik, ona tiksindirici geliyordu. Artık Süreyya ona bir düşman görünüyor, şimdiye kadar da bu böyle miydi diye şaşıyordu. O zamana kadar hiç böyle bir fırsatla bunu anlamamıştı, çünkü hep söz dinlemişti, hep onun isteklerini daha ortaya çıkmadan keşfetmeye, yerine getirmeye çalışmıştı. Demek kocasının kendisine dost ve uysal gelmesinin nedeni buydu? Aslında, işte bu gece göründüğü gibi, bencil ve soğuktu; demek, o kadar onu tanımayarak, boş yere güvenli ve mutlu olarak yaşamış, dış görünüşlere mutluluk adını verip memnun ve mutlu olduğunu sanmıştı.” (s.238-239)
 
Suad artık her şeyin bittiğini anlar. Karamsarlık ve umutsuzluk içinde konağa gider. Konakta Hanımefendi’nin dışında hiç kimseyi beğenmez. Beyefendi olur olmaz her şeye bağırır, karısını azarlar. Fatin, kayınbabasına yaranabilmek için bir an dahi yanından ayrılmaz, bağırmasına, azarlamasına ses çıkarmaz. Hacer ise, kocası Fatin’e bir sinek kadar bile değer vermez. Evin önünden geçen yakışıklı erkeklere heyecan ve hayranlık duyarak bakar. İmalı konuşmalarıyla konakta Suad’ı en çok rahatsız eden, sıkıştıran, korkutan kişi Hacer’dir. Necib’in yalıya sık sık gittiğinden haberi vardır. Hacer, Suad ile Necib arasında bir ilişki olduğuna inanır, bu yüzden de her fırsatta bunu ortaya çıkarmak amacıyla türlü oyunlar yapar.
 
Bir hafta sonra Necib de konağa gelir. Necib’in konağa gelmesi  Hacer için bulunmaz bir fırsattır. Yaz boyunca ortalıkta görünmeyen Necib’in şimdi konağa Suad için geldiğini bilmektedir. Hacer her fırsatta Necib’i ve Suad’ı sıkıştırır, onlara imalı sorular sorar, ağızlarından laf almaya çalışır. Suad, sürekli olarak Hacer’in gözlerini üzerinde hissettiği için, Necib’e karşı olabildiğince mesafeli ve soğuk davranır. Necib, Suad’ın zihninden geçenleri bilmediği için bu duruma alınır. Suad’ın artık kendisini sevmediğini, kendisinden kaçmak istediğini düşünür. Hacer bir ara Necib’e, eldivenin sahibi olan hanıma ne olduğunu sorar. Beklenmedik bu soru karşısında Suad, neredeyse heyecandan öleceğini zanneder. Necib, eldivenin sahibi olan madamın öldüğünü söyleyerek geçiştirmeye çalışır. Hacer ısrarla eldivenin ne olduğunu sorar. Necib eldiveni gömdüğünü söyler. Necib’in bundan sonra Suad burada olduğu için sık sık konağa geleceğini söyler. Bu arada Suad, Hacer’i kıskanmaya başlar. Necib’in kendisini değil de onu sevdiğini düşünür. Necib ile Suad baş başa kalırlar, fakat içlerinden geçenleri söyleyemezler. Necib, Suad’ın sessiz kalmasını, artık her şeyin bittiğine yorar. Suad ise, Necib’in Hacer’in oyuncağı olduğunu düşünür.
 
Necib bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmektedir, ancak bir türlü Suad’ın neler düşündüğünü, aralarında ne gibi bir sorun olduğunu çözemez. Suad’ın etraftaki insanlar yüzünden kendisine soğuk davranmasını kabullenemez.
 
“Ah orada, onun yanına çıkıp titreyerek, onun vücudunun havası çevresinde, onun gözlerinde yine o gülümsemeyi, onun yalnızca bir gölgesini görmek için yüreğinde ne sefil bir özlem ve telaş vardı. Fakat Suad’ı donmuş ve soğuk, yalnız görünüşte bir nezaketle gördükçe, yeniden deli olarak ne yapacağını bilemiyor ve Hacer’in elinde kalıyordu. Başı kaygı ateşinden çatlarken gülmek, güldürmek gerekiyor kaçmak için bahaneler arayarak geldiğine pişman oluyordu.” (s.273)
 
Necib konağa her seferinde belli bir umutla gelir, fakat Suad’ın suskun halini ve ilgisizliğini görünce kaçmak, uzaklaşmak ister. Etrafta sürekli birileri olduğundan Suad’la yalnız kalma imkanı da çok azdır. Necib az bir süre için de olsa Suad’la baş başa görüşebilmek için, hoppa bir kadın olan Hacer’in basitliklerine katlanmak zorunda kalır. Necib içinde türlü acılarla kıvranırken, dışında sahte gülüşlerle Hacer’i oyalamaya çalışır. Necib’in Hacer’in yanından ayrılmadığını gören Suad ise, için için kahrolur.
 
Bir gün Necib, Suad’dan piyano çalmasını ister. Suad kabul etmez. Daha sonra rahatsız olduğu bahanesiyle yemeğe inmez. Necib, Suad’ın artık her şeyi bitirmek istediğini düşünür. Suad’ın suskunluğuna daha fazla dayanamaz. Kalbinde yücelttiği kadının, tıpkı öncekiler gibi sıradan olduğunu düşünür. Hemen konaktan ayrılır. Kalbindeki acıyı dindirmek için içki içer. O anda orkestra, Suad ile Necib’in birlikte dinleyip kendilerinden geçtikleri parçaları çalmaktadır.
 
Aradan bir hafta geçer, Necib konağa uğramaz. Suad, Necib’in kendisine kırıldığını anlar. Necib’in nerede olduğunu, neler yaptığını merak eder, kaygılanır. Suad, bir akşam yemekte kocasının ağzından Necib’in kendisini içki ve eğlenceye kaptırdığını, şehre gelen bir tiyatro kumpanyasının Fransız kadın oyuncusuyla düşüp kalktığını, her gece içki masalarında sızıp kaldığını öğrenir. Suad, Necib’in karşılaştığı ilk güçlükte kaçıvermesine, yeniden eski yaşamına dönmesine bir anlam veremez. Necib de gidince Suad’ın hayatta tutunacak bir dalı kalmaz. Bundan sonra yaşantısını düzelmeyeceğini, asla mutlu olamayacağını düşünür. Yeniden hayata tutunabilmek için bir şeyler yapmak ister. Kocasına eskisi gibi bağlanıp her şeyi unutmaya karar verir. Hatta bir çocuklarının olmasını bile ister. Fakat Süreyya’ya ne kadar yakınlaşmaya çalışsa da beklediği çekiciliği bulamaz. Bu duruma alışmaya çalışır.
 
İki hafta sonra Necib, sarhoş ve bitkin bir halde konağa gelir. Fatin, bilinci yerinde olmayan Necib’le kafa bulmaya, eğlenmeye başlar. Suad, basit bir kadın için Necib’in bu hallere düşmesine üzülür. Necib, Fatin’le konuşurken üstü kapalı ifadelerle Suad’a olan sitemlerini dile getirir. Necib’in ateşi yüksektir. Bu halde gitmeye kalkışır. Evdekiler buna izin vermez. Hanımefendi, onu biraz azarladıktan sonra, kalmaya ikna eder. Necib odasında ağlayarak “Ölüyorum, ne yapayım… Ne yapayım, ancak böyle unutabiliyorum, başka ne yapayım? Nasıl vakit geçireyim, yalnız kalırsam çıldıracağım…” (s.299)  diye Hanımefendi’ye yakınır. Bu konuşmaları gizlice dinleyen Suad, daha fazla dayanamaz, Necib’in bu duruma düşmesinde, perişan olmasında, acılar içinde kıvranmasında kendisinin suçlu olduğunu düşünür. Suad evin karanlık bir köşesinde ağlar. Kendisinin Necib’e karşı soğuk davrandığını, Necib’in bu yüzden kırıldığını, konağa gelemediğini, yalnız kaldığını düşünür. Necib’den af dilemek, onu hâlâ çok sevdiğini söylemek için kalbinde kuvvetli bir arzu duyar.
 
“Ah ne kadar koşup onun ayaklarına kapanmak, ellerine sarılarak af dilemek, ah ne kadar ağlamak istiyordu. Bir ihtiyaç, ona koşup, ‘Hayır biz yanılmışız, ben yanılmışım, ah talihsiz, beni affet… Hâlâ seviyorum, fakat affet…’ demek istiyor, onu hâla sevdiğini anlatmak ihtiyacı içinde inliyor, kahroluyordu. Ettiği bu haksızlığın, bu zulmün altında o kadar eziliyor, kendisini o kadar affedilmez görüyordu ki, affettirmek için hayatını feda etmek, ‘Al, seninim, beni ne yaparsan yap!’ diye hayatını ona vermek istiyordu.” (s.300)
 
Ertesi gün Hanımefendi, Suad’ı çağırır. Necib’in ateşli olmasından tedirgin olduklarını, bu nedenle doktor çağırttıklarını söyler. Kendileri düğüne gidecekleri için de gelecek olan doktorla ilgilenmesini isterler. Necib’le yalnız kalma düşüncesi Suad’ı heyecanlandırır. Suad, Necib’in odasına girer. Necib uyumaktadır. Doktoru beklemeye başlar, elindeki dikişiyle meşgul olur. Bir süre sonra Necib giyinmiş olarak Suad’ın yanına gelir. Necib evde yalnız olduklarını öğrenir. Her ikisi de büyük bir heyecanla aşklarını dile getirirler. Necib kendisinden bir bakışı, bir gülümsemeyi esirgediği için Suad’a sitem eder. Necib her şeyi unutup uzaklara kaçmayı teklif eder. Suad, kocasını bırakmaya hakkı olmadığını söyler. Necib her şeye rağmen kendisini sevmesini, unutmamasını ister. Bir an Necib şüpheyle “Ah, söyle Suad! Söyle hiç olmazsa sevdin mi, sevdin mi?” (s.308) diye sorar. Bunun üzerine Suad, ellerini uzatır. Bu sıcaklık ve heyecan anında her ikisi de birbirini çok sevdiğini, seveceğini söyler. Necib, ayda yılda bir görmeye bile razı olduğunu, küçük bir bakışın, tatlı bir gülümseyişin kendisine yeteceğini söyler. Birbirlerine kendilerini hatırlatacak özel bir eşya vermek isterler. Necib kalbinin üzerinde taşıdığı tek eldiveni çıkarır. Suad da kendisine ait olan bu eldivenin öteki tekini gömleğinden çıkarır. Suad da o günden beri bu eldiveni kalbinin üzerinde taşımıştır. Birbirlerine böylesine derin, böylesine güçlü duygularla bağlı olduklarını görünce kendilerinden geçerler. Necib, Suad’ın ellerini dudaklarına götürür. Ayrılmadan önce Suad’a gözlerinden öpmek istediğini söyler. Çünkü Necib bu aşkı Suad’ın gözlerinde yaşamıştır. Necib, Suad’ın titreyen gözlerinden öper, ellerini bırakır, konaktan ayrılır.
 
Necib konaktan çıkar, yağmurun altında ağlayarak yürür. Hayatta en değerli şeyin aşk olduğunu, türlü imkansızlıklara rağmen yaşanan birkaç saniyelik aşk anının bir ömre bedel olduğunu düşünür. Aynı şekilde Suad da kendisini ateşli bir düşten uyanmış gibi hisseder. Budan sonra Süreyya ile geçireceği yaşamın son derece renksiz, soluk, heyecansız, neşesiz olacağını düşünür, uzun uzun ağlar. Yaşadığı birkaç aşk saniyesi için bütün hayatını feda etmeyi arzular.
 
“Hayatta aşkın yerini tutacak hiçbir şey bulamıyordu. İnsanın duygu ve isteklerinin en yücesi, en seçkini o idi ve onun huzurunda, yalnızca sessiz kalıp alçalmak gerekirdi; dünyada büyük olan ve insanı hükmü altına alan, tabiî ancak oydu, onun yanında her şey yapay, öznel, görece kalıyordu. Bunlar yalnızca boş şeyler değil, vahşi, doğal olmayan, doğanın zorlaması olarak kalıyordu; ne kadar dayanılmaz bir ateş olursa olsun acıları, ızdırapları tadını ve mutluluğunu o kadar artırıyor, işkencesi bile mutluluk oluyordu; öldürerek, dehşet vererek yakan, zevki ne kadar âni olursa o kadar insanın dayanma gücünün ötesinde can yakan bir ateş, ‘İşte aşk!’ diyordu. İnleyerek, ‘Ah, yalnızca aşk, yalnızca birbirini sevenlerin her şeyi unutup, aydınlık, süslenmiş gördükleri şiir düşü ve heyecan var, yalnızca o, yalnızca o…’ Hattâ bütün cezâ bile olsa, bütün hıyânet bile olsa, onu bilmeyenler, bu saniyeyi yaşamayanlar için, ‘Yaşamadık!’ diye feryat etmeleri gerekirdi. Ondan başka her şey boş, her şey hiç, her şey boşunaydı, o olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı ve yine ondan başka hiçbir şey yoktu, yalan olsun, sahte olsun yine daima o hüküm sürüyor, her şeyde her durumda yine o üstün geliyordu. “ (s.310-311)
 
Geceleyin konakta yangın çıkar. Etrafta çığlıklar, feryatlar, gürültüler, çatırtılar birbirine karışır. Dumanlar, alevler bir anda konağın her tarafını kaplar. Herkes büyük bir panikle dışarı kaçışır. Süreyya şaşkın bir halde oraya buraya koşar. Suad’ı arar. Bu sırada Necib’le karşılaşır. Süreyya, Suad’ı göremediğini söyler. Kargaşa ortamında biri, Suad’ın içeride olabileceğini söyler. Bunun üzerine Süreyya ile Necib hızla konağın kapısına koşarlar, içeri girerler. Suad’ın bulunduğu odanın kapısına gelirler. “Suad!” diye seslenirler. Zayıf bir inilti sesi duyar gibi olurlar. Ortalık yakıcı alevlerle, boğucu dumanla kaplanır. Necib dehşetle haykırarak içeri atılır. Fakat tam bu esnada şiddetli bir çatırtıyla tavan yıkılır, her taraf alevler içinde kalır.

Mehmet Rauf’un Eylül Romanı

Sponsor Bağlantılar