Yalnızca Türk Edebiyat Tarihi açısından değil, genel olarak Türk tarihi açısından da birçok yönüyle önem taşıyan II. Meşrutiyet, Abdülhamid tarafından “Kanun-i Esasî”nin tekrar yürürlüğe gireceğini açıklamasıyla başlar. 23 Temmuz 1908’de yapılan bu ilan ile başlangıcı net olarak belli olan II. Meşrutiyet’in hangi yıl veya yıllarda sonlandırılacağı meselesi, ilanındaki netlikten oldukça uzaktır.Zira bu dönem, edebiyat ve siyaset tarihçileri tarafından farklı zamanlarda işlenmiştir. Genel olarak siyaset tarihçileri bu dönemi 1908-1918 (Tunaya:2009), edebiyat tarihçileri ise 1908-1923 (Çetişli vd.: 2007) yılları arasında ele alır.

Sponsor Bağlantılar

Biz de bu çalışmamızı edebî açıdan ele alacağımız için 1908-1923 tarihlerini esas alıp bu tarihler arasında edebiyatımızın romanları ve romancılığının gelişim ve değişim çizgisini vermeye çalışacağız.

Ancak bu çizgiyi vermeye çalışmadan önce edebiyatı ve dolayısıyla bir edebî ürün olan romanları besleyen, etkileyen ve belki daha da önemlisi yönlendiren, dönemin iki önemli ortamını, siyasî ve sosyal ortamını, kısa da olsa izaha çalışma mecburiyeti duyacağız. Zira bir edebiyat döneminden bahsetmek için bunların mutlak suretle bilinmesi en azından haklarında küçümsenmeyecek derecede fikir sahibi olunması gereklidir. Nitekim, bu dönemin, özellikle edebiyat tarihi açısından, en önemli ismi M. Fuat Köprülü’nün şu sözleri zannederiz ki, bu konuda başka bir izaha ihtiyaç bırakmayacak ölçüde açıktır: “Şimdiye kadar ne bir bütün halinde ne de müteferrik devirleri ve şahsiyetleri bakımından bir ciddi tetkike mahzar olmayan zavallı Türk edebiyatını tetkik edecek müverrih, henüz yazılamayan Türk medeni ve siyasi tarihini de tetkik ve canlandırma zahmetine katlanmak mecburiyetindedir.” (Köprülü, 2004: 43)

Şimdi biz de bu bakış açısından yola çıkarak esas konumuza geçmeden önce dönemin siyasî ve sosyal zeminine genel bir çerçeveden bakmaya çalışalım.

II. Meşrutiyet Döneminin Siyasî Zemini

1876 yılında Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesiyle ilan edilen I. Meşrutiyet, Abdülhamid’in meşrutiyet karşıtlığı ve ülkede uyguladığı sıkı yönetimle birlikte ancak 30 yıl sonra yürürlüğe girmiştir. Sıkı yönetime ve aslında Abdülhamid’e karşı olan İttihatçılar, ülke dışından aldıkları destekleri de kullanarak (çünkü bu dış grupların da işine geliyordu) yönetim üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyorlardı. Kimi ayaklanmalar, bağımsızlık sinyalleri veren kimi gruplar (Bulgar, Yunan, Sırp gibi) Abdülhamid’in ülke bütünlüğünü korumak adına fedakârlık yapmasını mecburi kılıyordu. Mecburi diyoruz, çünkü Abdülhamid meşrutiyeti hiç istememekte, bunun bizim ülke şartlarımıza uygun olmadığını düşünmekte idi. Nurullah Çetin, Abdülhamid’in bu konudaki görüşlerini İsmet Bozdağ’dan1 yaptığı alıntı ile bizzat onun ağzından verir okuruna: “Osmanlı ülkesi birçok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrutiyet, ülkenin unsur-ı aslisî (asıl öğe olan Türkler) için ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hintli, Afrikalı, Mısırlı, Fransız Parlamentosunda bir Cezayirli mebus (milletvekili) var mıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap mebusu bulunmasını istemeye kalkıyorlar! İkincisi bizi kendi aramızda parçalamak için meşrutî idareyi getirmek. Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşrutî idarenin bir vahdet (birlik) halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibar etmediğini fark edemeyen bazı Türk münevverleri (aydınları) maalesef düşmanlarının ekmeklerine yağ sürmekteydiler.

(…) Bir küçük kasabamızda yüzde ellinin üzerinde gayri Müslim (Müslüman olmayan) varsa orada kaymakamın ve memurların gayri Müslimlerden seçilmesini adaletin icabı görüyorlardı da koskoca 250 milyonluk Hindistan’ın İngiltere Parlamentosunda bir tek temsilcisi olmadığını düşünmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. İngiltere’de meşrutiyeti görmüşler ve hayran olmuşlardı. Ama İngiltere’de meşrutiyeti kimin kullandığına bakmamışlardı bile… Bu cahilce fikirlerini gazetelerde yazmak, memleketi böylece altüst etmek istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman “zalim” diye bana hücum ediyorlardı.” ( Çetişli vd., 2007: 29)

Meşruti idareyi isteyenlerce ve özellikle İttihatçilerce vatan ve millet düşmanı olarak gösterilen Abdülhamid’in aslında kendisine bu suçlamayı yapanlardan çok daha duruma hâkim olduğu, olayları çok daha doğru okuduğu yukarıdaki ifadelerinden görülmektedir. Zira bu gerçekler yıllar sonra, yazık ki iş işten geçtikten sonra, dönemin meşrutiyet yanlıları tarafından da anlaşılacak ve bu saf hallerine kendileri de hayret edeceklerdir. Nurullah Çetin adı geçen eserde “saf Türkler” diye ifade ettiği bu isimlerden biri olan Servet-i Fünûn Dergisi’nin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün2  itiraflarına kendi hatıralarından uzunca bir bölümle yer verir. (Çetişli vd.: 2007)

İşte böylesi şuursuz baskılar sonucunda “mecburen” ilan edilen Meşrutiyet, umulanın ve beklenilenin aksine Türkiye tarihinin en talihsiz dönemlerinden biri olmuştur. (Akyüz: 1995) Yabancı devletlerin kışkırtmasıyla oluşan bu süreç ülke yönetiminin idareden anlamayan, siyaseti bilmeyen “özgürlük, hürriyet” gibi içi boş terimleri kullanarak parlamenter rejimi araç değil amaç haline getiren (Tunaya, 2009: 37) dünya politikasından habersiz birkaç maceracının elinde kalması ile neticelenmiştir. (Akyüz, 1995: 148) Hal böyle olunca o büyük baskının ardından gelen Meşrutiyet dönemi, Türk tarihinde görülmedik bir özgürlük alanı ortaya koymuştur. Her eline kalem alan yazmaya, her fikri olduğunu sanan gazete-dergi çıkarmaya başlamıştır. Meşrutiyetin ilanı ile meclisin açılması arasındaki beş aylık sürede tam bir kargaşa yaşanır. Muhalif grupların anarşist tavırları kontrol altına alınamaz. Sansürün uygulanmadığı bu dönemde, 200’den fazla gazete ve dergi yayın hayatına girer, çeşitli partiler ve kulüpler kurulur. (Çetişli vd.: 2007)

Bir yandan sınırları belli olmayan özgürlük ortamının getirdiği kargaşa, bir taraftan bilinçsiz ellerdeki idarenin meydana getirdiği siyasi boşluk, zaten bir fırsat bekleyen, başta Bulgar, Yunan ve Sırplar olmak üzere, Osmanlı düşmanlarını harekete geçirdi. Ülke bağımsızlık ayaklanmalarını ardı ardına yaşamaya başladı. Dışarıda patlak veren bu olaylara 31 Mart Vakası eşlik etti. Bu kargaşa içinde idareyi sağlayamayan İttihatçiler, baskısını bahane ederek yıktıkları istibdat döneminin sanki ikinci perdesini açmışlardı. Bu “yeni istibdat” dönemi ülkede görülmedik vakalara sebep oluyor, hatta siyasi cinayetler işleniyordu.

Yönetimin bir türlü anlayamadığı bu sıkıntıların sebebini ve sonuçlarını düşman devletler gayet iyi biliyor, yüzyıllarca mahkum ve mecbur oldukları Osmanlının, torunlarından adeta intikam alıyorlardı. Zaten hiç sebep yokken, hiçbir şekilde müdahil değilken Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesini sağlamaları da bu sebeptendi. Nihayet Balkan Savaşı ile Avrupa’daki topraklarını kaybeden Osmanlı Devleti, 1. Dünya Savaşı ile de Asya ve Afrika’daki topraklarını kaybetmiş hatta Anadolu’nun
yarısı da tehlikeye girmişti.

Büyük ümit ve beklentilerle yönetime gelen maceracılar Kenan Akyüz’ün ifadesi ile başlarını alıp gitmişlerdi bile. Kalanlar ise dünya tarihinde pek rastlanmayan bu zillet tablosuna katlanmak zorunda kalmışlardı. Tek çare ise bu durumu milletine ve ülkesine yakıştıramayan bir zihniyetin 19 Mayıs 1919’da Anadolu’da başlattığı “Milli Mücadele” idi. (Akyüz, 1995: 152)

II. Meşrutiyet Döneminin Sosyal Zemini

Uzun yıllar dünyaya hükmeden, hâkimiyeti altında birçok millet barındıran Osmanlı Devleti bu heterojen yapı içinde bile hâkimiyetini insana saygı çerçevesinde sürdürmesi ile tanınmıştır. Fransa, İngiltere gibi adları sömürgeyle anılan devletlerin aksine hâkimiyeti altındaki milletlerin fertlerine, dinlerine saygı göstermiş devletin bekâsına zarar vermediği müddetçe kendi kültürlerini özgürce yaşamalarına izin vermiştir. Bununla birlikte ekonomik ve siyasi anlamda gücü asla azınlıklara bırakmamış, kendi insanını, doğal olarak, hep diğerlerinden önde tutmuştur.

Fakat II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllarda durum bunun tam aksi yönündeydi. Türk milleti ekonomik anlamda en zayıf kesim durumundaydı. Türkler köyde yaşayan, fakirlik içinde ezilen, sıkıntı çeken insanlardı. Diğer taraftan Ermeni, Yahudi ve Hristiyan kesiminin oluşturduğu azınlıklar ise para sahibi, şehirde yaşayan, rahatlık içinde hayat süren insanlar olarak çıkıyordu karşımıza. İhracatı, ticareti elinde bulunduran bu insanlar faizcilik yapıyor, köşklerde rahat içinde yaşıyordu. Kısacası ülke için çalışan, sefalet çeken Türkler, keyfini sürenler ise onlardı. (Çetişli vd., 2007: 59-60)

Sosyal hayattan uzak olan Türkler kendilerine hiç yakışmayan bu durumun sebebi olarak, yine azınlıkların bilinçli kışkırtması ile, Abdülhamid ve istibdat yanlılarını görüyordu. Tiyatro, eğlence hayatı yok denecek seviyeye inmişti. Halk sanattan uzak kalmıştı. Zira istibdat döneminin baskıcı yönetimi eserlere sansür koyuyor, sanatçılar da her adımda bu sansürle karşılaştıklarından sanatta toplumsal konulara eğilemiyordu.

İşte böylesi bir dönemde büyük özgürlük umutları ile gelen Meşrutiyet sosyal yaşantıda da inanılmaz bir hareketliliğe sebep oldu. Kısa sürede yüzlerce gazete-dergi çıktı, istibdat döneminin durgun sahneleri önce amatör sonra profesyonel birçok tiyatro topluluğu ile buluştu. Sayısız tiyatro eseri sahneleniyor ve en çok yurtseverlik vakalarını ve istibdat aleyhtarlığını işleyen piyesler rağbet gördü. (Akyüz: 1995)

Bu dönemde getirilen seçme seçilme hakkı, meşruluğu her zaman tartışılan seçimler ve padişahtan sürgün yetkisinin alınması dönemin olumlu olayları olarak zikredilebilir. (Tunaya, 2009: 37)

30 yıllık bir baskının ardından gelen inanılmaz özgürlük, halkta şuursuz bir heyecanın sebebi olmuştu. İnsanlar Meşrutiyet’in ilanı ile ülkeye sihirli bir değneğin dokunacağını ve bütün olumsuzlukların biteceğini hayal etmişlerdi. Fakat acı gerçek çok geçmeden gün yüzüne çıkıyor, ortadaki özgürlüğün yeni bir başlangıcı getirmediği anlaşılıyordu. Aksine bu durum korkunç bir sonun sebebi olmak üzereydi. 600 yıllık ihtişamlı geçmiş yok olmaya yüz tutmuştu.

Neyse ki Türk milleti özündeki asil ruhu böyle zamanlarda saklamayı biliyor, küçük bir kıvılcımla onu tekrar şahlandırmayı başarıyordu. İşte bu kıvılcım 19 Mayıs 1919’da yakılacak, bir varolma mücadelesi “milli” bir ruhla “şeref”li bir pâye alacaktı.

II. Meşrutiyet Döneminde Ortaya Çıkan Edebi Topluluklar

Siyasî ve sosyal bakımdan böylesine sıkıntılı bir dönemin yaşandığı ülkede, aynı sancılar edebiyat camiasında da kendini göstermekteydi. 1901’de dağılan Edebiyat-ı Cedide topluluğunun yayın organı olan Servet-i Fünûn dergisi artık edebî yayın yapmıyordu. Bu yıldan 1908’e kadarki dönemde topluluğun yazarlarının yazıları dergide yayınlanmamış, dergi adeta bir magazin dergisi halini almıştı. (Akyüz: 1995)

Sanat sanat için anlayışını benimseyen topluluk, istibdat döneminin de etkisiyle halktan iyice uzaklaşmıştı. Toplumsal konulara hemen hiç değinmeyen, değinse de zaten sansürle engellenen edebî faaliyetler, Meşrutiyet’in ilanı ile kendisine yeni bir yön vermeye çalışıyordu. Banarlı, bu faaliyetlerin ilkinin Fecr-i Âti toplantısı olduğunu belirtirken Fecr-i Âti’nin bir edebî topluluk veya ekol olmadığına dikkat çeker: “Bu hareket hemen hemen devrin genç edipleri tarafından yapılan birkaç hevesli toplantıdan ibaret kalmıştı. O kadar ki, eğer Fecr-i Âti teşekkülüne katılan bu gençler, git gide Türkiye’nin edebî hayatında hakiki birer değer payesine erişmemiş olsaydılar, edebiyat tarihimiz belki de bu toplantılardan bahsetmek için fazla çekici bir sebep bulamayacaktı.” (Banarlı, 1971: 1092)

Ciddi bir amaçla yola çıkan ve kendinden önceki topluluğu, topluma sırt çevirmek, toplumdan uzaklaşmakla suçlayan Fecr-î Âti edipleri yazık ki, karşı çıktıkları ediplerden farklı bir şey yapamamış ve kendilerinden bekleneni verememişlerdi. Topluluğun edebiyatımıza, belki de anlatılmaya değer tek katkısı ilerleyen zamanda edebiyatımızda değerli bir yere sahip olacak olan Ahmet Hâşim, Fuad Köprülü, Refik Halid, Yakup Kadri gibi isimlerin, kısa bir dönem de olsa, bir arada çalışmasını sağlamasıdır.

Emelleri büyük fakat edipleri küçük ve tecrübesiz olan bu topluluk 1911’de yine bir başka genç topluluk tarafından Genç Kalemler dergisi ediplerince, karşı çıktıkları Servet-i Fünûn’un bir devamı olmakla suçlanıyordu.

1911 yılında çıkmaya başlayan Genç Kalemler Milli Edebiyat sözünü ilk kez ortaya atarak yeni bir oluşumun sinyallerini verir. Fecr-i Âti’den sonra II. Meşrutiyet’in ikinci edebi topluluğu olarak kabul edilen bu topluluk önceleri Fecr-i Âti ve Servet-i Fünûn ediplerinden ciddi tepkiler alır. Milli Edebiyatçıların “Yeni Lisan” önerisi daha sonra bu topluluğa katılacak olan F. Köprülü, R. Halid, Y. Kadri gibi isimlerin de içinde bulunduğu birçok edip tarafından şiddetli eleştirilere maruz kalır. Sanat kavramının uluslar arası olduğunu kabul edenlerin sanat eserlerini “milli” kimliğe büründürme çabalarına karşı çıkarak, bu durumun çelişkili ve anlamsız olduğu düşüncesinde idiler.

Toplumsal alanda Mehmet Âkif, dil alanında Ziya Gökalp ile bayraklaşan Milli Edebiyat cereyanı Süleyman Nazif, Cenap Şehabeddin gibi etkili isimlerin ciddi muhalefetine rağmen konuşma dilinde, en azından ona yakın bir dilde, edebi eser vermeyi başarmışlar ve zaman içinde kendilerini ve anlayışlarını edebiyat camiasına ve topluma kabul ettirmişlerdir.

II. Meşrutiyet Dönemine Genel Bir Bakış

1901-1908 yılları roman alanında ne kadar sessiz ve verimsiz geçti ise 1908-1923 yılları da o kadar hareketli ve zengin geçmiştir. Meşruti idarenin ilanı ile ortaya çıkan aşırı özgürlük ortamı yazın hayatında da kendine yer bulur. Baskıcı ve sansürcü anlayışın devrilmesi ile insanlarda kendini gösteren özgürlük patlaması sonucu bilinçli-bilinçsiz herkes, bazen fikir beyan etmek için bazen sadece özgürlüğünü kullanabildiğini gösterebilmek için yazın hayatına girdi. İsmail Çetişli’nin
Osman Gündüz3 kaynaklı olarak verdiği bilgiye göre 1908-1918 döneminde 228 roman ve uzun hikâye / kısa roman tespit edilmiştir. Yine Çetişli’nin Alim Kahraman4  kaynaklı verisine göre 1908-1923 yılları arasında 120 civarında roman yayınlanmıştır. (Çetişli vd., 2007: 213) Sadece bu sayılardan bile durumun vehametini anlamak mümkündür. Böylesine kısa zamanda bu kadar çok eserin verilmesi elbette kalitede yetersizliği mecburi hale getirmiştir. Dönem içinde hikâye ve roman yazan isimler verilirken birçoğunun o eserleri dışında yayın hayatında yer bulamadığını söylemek zorunluluğu doğmaktadır.

Eser sayısındaki bu bol çeşit, doğal olarak, tema ve konuda da yansımasını göstermiştir. Bu dönemde özellikle ele alınan konuların başında, belki sürecin doğal bir sonucu olarak, Abdülhamid aleyhtarlığı ve meşrutiyet yanlılığı gelmektedir. 30 yıllık birikimin bir sonucu olarak dışa vuran bu tepki ve beklenti ikilemi romanların ilk ve en önemli konusunu oluşturuyordu.

Bu konuda dönemin kaliteli eserleri arasında gösterebileceğimiz Bekir Fahri İdiz’in Jönler adlı romanını, Abdülhamid döneminin siyasi faaliyet ve çatışmalarını anlatması bakımından önemli bir örnektir. Bununla birlikte Menfi (F. Necip), Hırsız Feneri, Kadınlar Komitesi, Ölüm Habercileri (Moralızâde Vassaf Kadri), Mesebbib (Saffet Nezihi), Handan (H. Edip) Harabelerin Çiçeği (R. N. Güntekin) gibi pek çok roman bir vesile ile konu olarak bu meseleyi işlemişlerdir. (Çetişli vd., 2007: 214)

Bu dönem romanı konu bakımından olduğu kadar tür bakımından da zenginlik gösterir. Polisiye romanından macera romanına, psikolojik romandan popüler romana, aşk romanından tarihi romana geniş bir yelpazede görürüz dönem romanını.

Fakat yukarıda bir vesile ile bahsettiğimiz gibi bu renk cümbüşü kalite bakımından romanların yetersiz kalmasına sebep olmuştur. Bizde roman Batı’daki gibi sağlam temeller üzerine oturmuş, özümsenerek benimsenmiş olmadığından bu eksiklik gözle görülür seviyededir. Bu konuda Berna Moran’ın “Biliyoruz ki bizde roman, Batı’da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadı ortaya. Batı romanından çeviriler ve taklitlerle başladı; yani Batılılaşmanın bir parçası olarak Şemsettin Sami, Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi romanı ilk deneyen yazarlarımızın edebiyatla ilgili yazılarını okuyacak olursak görürüz ki Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın, kendi edebiyatımızı ve özellikle anlatı türündeki yapıtlarımızı da geriliğin bir işareti sayarlar.” (Moran, 2009: 9) şeklindeki tespiti bizde roman serüveninin zaten sancılı başladığını göstermektedir. Uzun baskı ortamının sonucu insanların kendi özlerine karşı kızgınlık hatta nefret duymasının da etkisiyle yapılan bu taklit tercihi, roman kahramanlarının bile bizim insanımıza yabancı karakterde olmasına sebep olmuştur. Batılılaşma sürecinde köklerinden uzaklaşan ve Batılı romanları aynen taklit eden romancılarımız, Batılı romanlardaki başarının aslında geleneklerine olan bağdan kaynaklandığını anlayamamışlardı. Yine aynı eserde Moran konuyla ilgili şu tespitlerde bulunmaktadır: “Dramatik roman türünü seçmiş olan yazarlarımız kendi geçmiş hayatımızdan yararlanamayacakları için Batı romanını olduğu gibi örnek almışlardır. Bireye yönelirken kahramanlarını kendi tarihsel gerçekliğimizi düşünerek işlemek yerine Batı’daki örneklerine benzetmekten pek kurtulamadılar. Onun için bir Türk kadın ya da erkeği olduğuna inanmakta güçlük çektiğimiz bu karakterlerde, Batı’dan aktarılmış bir şeyler olduğu havasını hissederiz. Oysa sözünü ettiğimiz Batı romanının karakterleri ne denli birey olurlarsa olsunlar, kökleri kendi toplumlarında yatar.” (Moran, 2009: 331)

Moran’ın adı geçen eserinde (Moran: 2009) ikinci çizgi romanı olarak ele aldığı, toplumsal meselelerden uzak, bireyler arası ilişkiyi ön plana çıkaran romanlarda daha ağırlıklı gördüğümüz bu “köksüz” taklidin toplumsal konulara ağırlık veren romanlarda asgari seviyelere indiğini görüyoruz. Dönemin en fazla eser veren ismi H. Edip Adıvar’ın Heyûla (1909), Raik’in Annesi (1909), Seviye Talip (1910), Handan (1912) gibi romanlarını bireysel ilişkileri ön planda tutan, toplumsallıktan uzak romanlar arasında saymak gerekir. Konuyla ilgili olarak İsmail Çetişli’nin, romanlar hakkında biraz bilgi verdikten sonra yaptığı şu tespit önemlidir: “Görüldüğü gibi kadın-erkek ilişkisinin en tabiî sonucu durumundaki aşk teması üzerinde vücût bulan bu romanlarında Halide Edip, kalemini bireyin dünyası ile sınırlamış, dikkatini bütünüyle bu dünya üzerine yoğunlaştırmıştır. (Çetişli vd., 2007: 218)

Fakat özellikle Milli Mücadele döneminde yoğunlaşan milli duygular, doğal olarak, edebiyatta da kendini gösterir ve toplumsal konuların işlendiği, hatta insanların milli duygularını okşayacak, tesiri altına alacak romanlar artık kapıdadır. Her ideolojinin edebiyata bir yansıması olduğu gibi milliyetçilik ideolojisi de bu hararetli dönemde edebiyattaki yerini bulacaktır.

Bu düşüncenin hâkim olduğu romanları İsmail ÇetişliŞerif Aktaş’ın5 iki ana başlıkta incelediğini söyler. Bunlar, “eskinin tenkidi ve yönetim sisteminde düzensizliğin ortaya konulması” ve “yeni yönetim sistemi fikri”dir. (Çetişli vd., 2007: 215)

II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e romanımızın genel bir şablonunu çizmeye çalıştıktan sonra şimdi de duruma yazar ve roman merkezli bakarak daha farklı bir açı yakalamaya çalışalım.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ YAZAR ve ROMANLARI

SONUÇ

II. Meşrutiyet dönemi birçok bakımdan karmaşık bir yapıya sahiptir. Siyasi ve sosyal karmaşanın hat safhaya çıktığı, bir taraftan büyük ve köklü bir devletin yıkılma sarsıntılarının, bir taraftan da yeni ve farklı yapıda bir devletin kurulma çalkantılarının yaşandığı bir dönemdir. Bu karmaşa çok yönlü heterojen bir yapı şeklinde çıkar karşımıza. Bunu kimi zaman ortaya konulan edebi eserlerin türünde, kimi zaman romanlarda işlenen konularda kimi zaman aynı konuların işleniş açılarında ve hatta kimi zaman edip kadrosunda görürüz.

Bu bol çeşit dönemim ilk yıllarında eserlerdeki kalitesizliğe sebep olmuşken sonraları özellikle Milli Edebiyat cereyanın etkisiyle gözle görülür bir başarı çizgisini yakalamayı sağlamıştır. Birçok önemli roman yazarı yetiştiren dönem Türk Edebiyatı için çok bakımdan ilklerin dönemi olmuştur. Halktan uzak ediplerin halkı tanıdığı köy romanlarının doğal haliyle kaleme alınıp dikkat çektiği ve yazarların, halka yaklaşma ölçüsünde değer bulduğu bir dönem olarak edebiyat tarihimizde yerini almıştır.

Böylesine çok yönlü ve karmaşık bir dönemi tam anlamıyla ve her yönüyle ele alabilmek hem çok zor hem de daha geniş ve uzun bir çalışmayı
gerektirmektedir. Biz bu çalışmada sadece dönemin genel bir çerçevesini çizip bu çerçeve içinde dönemin romanları ve romancılığı hakkında özet denebilecek bilgiler vermeye çalıştık. Fakat şunu da  belirtelim ki, bu kadarı için bile ciddi bir çalışma ve disiplin sergilemek zorundaydık. Bunda ne kadar başarılı olduk bilemeyiz ama bu çalışmayla kendimize çok şey kattığımızı söylemek doğru olacaktır.

DİPNOTLAR

1 Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bakınız: (Bozdağ: 1992)
2 Geniş bilgi için bkz: (Tokgöz, 1993: 166-167)
3 Geniş bilgi için bkz. (Gündüz: 1997)
4 Geniş bilgi için bkz. (Kahraman: 2002)
5 Daha geniş bilgi için bkz. (Aktaş, 2000: 153-154)

KAYNAKÇA

Aktaş, Şerif (2000), “II.Meşrutiyet Sonrası Romanlarında Siyasi Temalar, Eskinin Tenkidi, Yönetim Sisteminde Düzensizliğin Ortaya Konulması”, Türk Yurdu, S.153-154, May.- Haz., 2000.

Akyüz, Kenan (1995)
, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923), İnkılâp Kitapevi İst., 1995.

Banarlı, Nihad Sami (1971)
, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB, İst., 1971.

Baran, Olcay (1998)
, Cemil Süleyman Alyanakoğlu’nun Hayatı, Sanatı, Eserleri, H.Ü., Sosyal Bil. Ens., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman:Yrd. Doç. Dr. Abide Doğan), 1998.

Bozdağ, İsmet (1992)
, Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, İst., 1992.

Çetişli, İsmail, Nurullah Çetin, Abide Doğan, Alim Gür, Şenol Demir, Cengiz Karataş (2007)
, II.Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ank., 2007.

Gündüz, Osman (1997)
, Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema Cilt I-II, MEB Yay., İst., 1997.

Kahraman, Alim (2002)
, “İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türk Romanı”, Hece, S.65/66/67, May. – Haz. – Tem., 2002.

Köprülü, M.Fuad (2004)
, Edebiyat Araştırmaları 1, Akçağ Yay., Ankara, 2004.

Moran, Berna (2009)
, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 (Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a), İletişim Yayınları İst., 2009.

Tokgöz, Ahmet İhsan (1993)
, Matbuat Hatıralarım, hzl. Alpay Kabacalı, İletişim Yayınları, 1993.

Tunaya, Tarık Zafer (2009)
, Türkiye’de Siyasal Partiler (II.Meşrutiyet Dönemi 1908-1918, Cilt 1), İletişim Yayınları, İst., 2009.

Ünaydın, Ruşen Eşref
(1913 [1334]), Diyorlar ki, 1913 [1334].