Öncelikle bir alıntıyla başlayayım:

“Sırf seni bırakmak -terk etmek- benim için kolay olsun diye öyle diyorsun.

Yüzü ani bir öfkeyle bulutlandı. “Başka ne diyebilirim?”

Sponsor Bağlantılar

Onunla yüzleştim -becerebildiğimce cesaretle.. “Gerçeği.”
Sesindeki öfke gözyaşlarıyla yumuşadı. “Pekala. Balımı tatlı tutmanın yeterli olduğunu, senin onun için döneceğini söylerken yanılıyordu Âşık Ahmet. Dönmeyeceksin –asla. Ben balımı ne kadar tatlı tutarsam tutayım. Senin korkuların seni dünyanın dört köşesine kaçırtmaya devam edecek. Orada burada bal toplayacaksın ve kurtulduğunu hissedeceksin. Ama ne yazık ki, onlar yapay olacak –en iyi durumda, bir tatlılık taklidi, asla saf bal değil. Her kıtadan bin kadına sahip olsan bile, asla benim gibi bir ruh kardeşi bulamayacaksın. Sonsuza dek kaybolacaksın. Yavaş yavaş çürüyen gezgin bir alet.”

Ağlamaya başladım. “Çok zalimsin.”

Kendi gözyaşlarını koluna sildi. “Gerçeği istedin.”

Hoparlör uçuşumu ilan etti.

Gözlerimizde kalan birkaç kıvılcım da söndü.

“Bir şey daha. Bu daha da zalimce, çünkü ruhunla ilgili. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, aslında burada kaldığını fark edeceksin. Topraklarımızı asla bırakmadığını fark edeceksin –ne ülkemizin topraklarını, ne de benimkini-. Ya da, bir tesadüf eseri, oraya buraya bir fidan ekmeyi başarsan bile, zihnin her zaman geri dönecek.

Vicdanın benim vicdanımdan daha affetmez olacak.”

Moris Farhi’nin “Genç Türk” adlı romanından bir bölüm. Şimdi “bunun dansla ne alakası var canım?” diye düşünüyorsunuzdur, açıklayayım. Yukarıdaki bölümü okuduktan sonra düşünmeye başladım ve yazmaya karar verdim.

Kimi çevrelerce halk oyunlarımızın günümüzdeki durumu ve hatta gidişatı pek parlak görülmezken; kimileriyse yeniliklere kucak açmadığımız sürece gelişmenin yaşanamayacağı ve halk oyunlarımızın değişen/gelişen çağa ayak uyduramayıp yok olacağı görüşünde. Ben hem bu iki görüşe katılmıyor hem de destekliyorum. Kafanızı daha da karıştırmadan açıklayayım:

İzlediğim kadarıyla dört farklı tarzda hayatına devam ediyor, halk oyunlarıyla ilgilenen topluluklarımız. İlki –artık soyu tükenmeye yüz tutan- bizlere oyunlarımızı aynen çıkış noktalarındaki şekliyle aksettiren, bizlerin “otantikçi” diye nitelendirdiğimiz anlayış. Bu anlayışı benimseyenlerin büyük engellerle karşılaştığını görüyoruz. En önemlisi araştırma yapamamak. Bunun için derleme bilgi ve görgüsüne sahip, akademik bilgi sahibi insanların; bu birikimlerini kullanmadıkları ya da kullanamadıklarını görüyoruz. Kullanmama sebeplerini, hele de bu denli ihtiyaç duyulan bir dönemdeyken, anlamam çok zor; eminim ki sizce de öyledir. Kullanamayanların ise, ya destek bulamadıkları; gerekli maddi ve manevi desteği yaratabilenlerinse, çalışmalarına gerekli ilginin topluluklar, eğitmenler ya da resmi mercilerce gösterilmediğini de açıkça ve üzüntüyle belirtmeliyiz. Ayrıca derleme yapılacak daha binlerce kültürel öğemiz olduğuna inanmak istemekle beraber, ne kadarının halen yaşadığını –yaşamaya çalıştığını- bilmek de artık çok zor.

İkinci anlayış ise, var olan, gün ışığına çıkartılmış öğeleri, en çağdaş yorumları örnek alarak ve de en uygun yaratılarla sahneye taşımaya çalışmak. Bu anlayış, aslında neredeyse tüm topluluklarımızın kuruluş amacı olarak dile getirilse de kaç tanesi tarafından aynen pratiğe döküldüğü meçhul. Ya bu tip topluluklarımız artık varlıklarını zaten sürdüremiyorlar ya da halen aktif olanlar göz önünden ya kaçıyor ya da gereken destek ilgiyi göremiyorlar. Tabii bir başka sebep olarak da, yönetim anlayışları olarak çağa ayak uyduramamaları sayılabilir. Oysa aslında halk oyunlarımızın bu günlere ulaşmasında belki de en büyük paya sahip olan bu anlayıştaki topluluklarımızın, artık tarihteki –anlı şanlı- yerlerini almış ve unutulmuş/unutulmaya yüz tutmuş olmaları da ayrıca üzüntü verici bir durum.

Üçüncü anlayış –şu anda en fazla rağbet gören, talep edilen ve hatta en çok beğenilen- ise; “sunu yapmak” adına kültürel öğelerin ifadelerini birer show malzemesi olarak gören, iyi niyetle bile olsa akademik bilgisi olmayan ya da eksik olan insanlarca sonucunun “yozlaşmaya” götürülebileceği kestirilemeyen bir anlayış. Bu tip görsel ve yalnızca göreceli zevk içeren anlayışta olan toplulukların da bulunması, aslında salt sahne sanatı olarak bakılması durumunda şık ve beğeni toplayan eserler çıkması yönünde gerekli. Ancak bu tarz sahnelemelerin “halk oyunları icrası” adı altında yapılmasının sonuçlarını bir düşünelim? Kültürümüzü yaşatmak ve yaymak, kültürel öğelerimizin bozulması ve yok olmasına karşın önlemleri öncelikli görerek geliştirmek ve bunları gelecek nesillere de bu “sorumluluk bilinci” çerçevesinde sevdirmek ve öğretmek çabasıyla yapılan halk oyunları çalışmalarına; bu tarz bir anlayışın zararlı etkilerini de hesaba katmalıyız. Özellikle karakteristik özellikleri konusunda dikkatsizce davranarak yapılan sahnelemeler, izleyici tarafından çok daha fazla beğenilebilir –ki bu da sahneleyen kişi ve tüm rejinin başarısıdır- ancak!… Yetişen yeni nesil halk oyunları gönüllüleri ve konu hakkında hiç bilgi sahibi olmayan izleyicilerde “karakteristik özellikler” konusunda yanlış izlenimler bırakmak; herhalde sizlerde bana hak verirsiniz ki, en büyük ve önemli hatalardan biri olmalıdır. Hele ki, kültürümüzün bu tip bir anlayışla yurt dışında temsil edilmesi ve tanıtılmasının doğuracağı sonuçları belirtmeye bile gerek duymuyorum. Yine de bu anlayıştaki toplulukların, ülkemizde sahneleme alanındaki eksiklikleri tamamlayabileceği ve çeşitlilik zenginliği sağlayabileceğini de dürüstlükle belirtmek zorundayım. Ancak ve ancak, bu tarz çalışmaları “halk oyunları icrası” iddiasıyla değil, “show gösterileri” söylemiyle lanse etmeli ve bu anlayışla izlemeliyiz. Hatta, bir adım daha öteye giderek; bu tarz çalışmaların kültürümüzün köklerinde yaratılan ve Atatürkçü bakış açısında en doğru temellerini bulan “ülkemizin modern dans” çalışmaları olarak değerlendirmeli ve yaşadığımız dünyanın dans tarihine halk oyunlarımızdan sonra bir çiziği daha ülkemiz modern dansı ile atabilmeliyiz diye düşünüyorum. Sizce?…

Dördüncü ve bana göre en zararlı olan anlayış ise, kültürümüzün öğelerini “ticari bir meta” olarak kullanan anlayıştır. Maalesef ki yeterli bilgi, donanım ve deneyime sahip olmayan kişiler tarafından tercih edilen ve özellikle de ebeveynler ile ülkemizin ilk ve orta öğretim kurumları idarecilerinin dikkatsizlik ve denetimsizlikleri sonucunda ortaya çıkmış olan bu anlayış; küçük yaşta kültürümüzle ilgili çalışmalar yapmak isteyen çocuk ve genç kardeşlerimizi ya soğutuyor ya da yanlış/eksik bilgi sahibi olmalarına ve yine maalesef ki öğrendiklerine/öğretildiklerine körü körüne inanmalarına ve bu bilgilerle çalışmalarını devam ettirmelerine sebep oluyor. Bu anlayışın önünün kesilmesinde de en büyük rol, yine ebeveynler ve idarecilerimizde. Daha dikkatli seçimler ve denetimlerle,
aslında kısa bir süre içerisinde, bu anlayışla çalışan kişilerin önünün kesilebileceğini umuyorum. Tabii aynı derecede biz halk oyunları konusunda çalışanlara ve bizlere halk oyunları konusunda çalışma yetki ve izni veren kurum ve şahıslara da büyük görev ve sorumluluk düşüyor.

Sonuç olarak; “herşeye rağmen yine de…” demek ve umudumu korumak istiyorum. Tıpkı “Genç Türk” kahramanımızın dediği gibi:

“Bir şey daha. Bu daha da zalimce, çünkü ruhunla ilgili. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, aslında burada kaldığını fark edeceksin. Topraklarımızı asla bırakmadığını fark edeceksin –ne ülkemizin topraklarını, ne de benimkini-. Ya da, bir tesadüf eseri, oraya buraya bir fidan ekmeyi başarsan bile, zihnin her zaman geri dönecek.

Vicdanın benim vücudumdan daha affetmez olacak!”

İki aşığın, hazin ayrılık hikayesi…

Peki aradaki fark ne?….

H. Öyküm LUMALI