Zamanla oynamak mümkün olsaydı iki yüz yıl kadar geri alırdım.

Bunun en büyük sebebi kırmızı plaka düşkünü devlet adamlarının içinde bulundukları saltanatı bahane ederdim.
Demokratik saltanatın somut bir ifadesi olan kırmızı plaka olayı, gerçekten çağdaş dünyanın resminde uyumsuz bir ayrıntıyı teşkil etmektedir.

Sponsor Bağlantılar

Saltanat her zaman ve her yerde insanı yoldan çıkartan bir toplumsal hastalık olmuştur. Bunun sayısız örneklerine tarih sayfalarının dipnotlarında rastlamak mümkün.

Yeter ki alıcı gözle bakmasını bilelim.

Kimlere verilir kırmızı plaka? Devlet kademelerinde mülki idare amirliği ve daha üst düzeyde yönetim görevi üstlenen ya da çok önemli görülen kişilere verilir.

Peki demokratik düzende üst düzey diye bir tasnif olabilir mi? Olursa şayet; kim kime karşı üst düzey olacak? Hem sonra önemli kişinin kriterleri nedir? Birilerinin önemli olması diğerlerinin önemsiz görülmesi sonucunu doğurur mu doğurmaz mı?

Bunun yanında bir de kırmızı plaka sahibi olmadığı halde şoförü ve korumasıyla takım halinde tahsis edilen saltanat erbabı var.

Bahsettiğimiz bir iki kişiden ibaret olsa mesele değil. Sadece bir coğrafi bölge ile sınırlı olsa hiç problem olmazdı. Ama maalesef kazın ayağı öyle değil.

Milletin omuzlarına basarak gökyüzünden yıldız toplayan bu üstün sınıfın toplumların genel nüfusuna oranı hiç de öyle hesaba katılmayacak cinsten değil.

Neticede bir durumun tespiti o konuyla ilgili problemin halledileceği anlamını taşımaz.

Aynı zamanda tespitlerimiz illa ki birilerini tukaka etmek amacı taşımaz.

Fakat bilimsel aydınlanmanın çağı üçüncü milenyumda sınıfsız bir toplum isteği yadırganacak bir durum olmasa gerektir.

Her ne kadar tüm asırlarda devlet varlık sebebi itibariyle kendisine vatandaşlık bağı ile bağlandığı insanların üzerinde ayrıcalıklı bir zümrenin sultası şeklinde konuşmamalıydı desek de geçmişe hükmetmenin imkânı yok artık. Dolayısıyla manası da…

Ama entelektüel kota yükseldiği noktasında hala derin şüpheler taşıdığım yirmi birinci yüzyılda böyle bir sınıfsal ayrıcalığı kabul etmek; evrenin en akıllı varlığı insana hiç ama hiç yakışmıyor.

Hepsi bu…

Devlet adamı işgal ettiği makamı millete hizmet için kullanmak durumundadır. Bunun için de makamların hakkaniyet kriterlerine göre dağıtılması gerekmektedir.

Rüşvet ve iltimas ile ele geçirilen makam ve mevkiler milletin hakkını gasp etmek anlamına gelir. Genellikle makamını gasp eden kişiler ya yeteneksizdirler ya da yeteneklerini şeytani emellerine adamışlardır.

Bu tip yöneticiler saltanatı ve lüksü severler. Hatta sevmekten öte bunun kendilerinin en doğal hakkı olduğu saplantısına kapılırlar.

Bir yanlış varsa sadece yanlışı uygulayanları eleştirerek bir yere varamayız. Devlet adamlarının demokratik bir düzende dahi kırmızı plaka, makam otomobili, makam şoförü ve koruma ordusuyla bir nevi saltanat sürmesinin temelinde yatan başka faktörler olduğu kanaatindeyim.

Bir ülkede yöneticiler demokratik saltanat sürmeyi tercih ediyor ve bundan asla rahatsız olmuyorlarsa; bunda halkın da katkısı olmalıdır.

Aksi takdirde halka rağmen bir tutumun uzun süreli sürdürülmesi mümkün değildir.

Öyle olmasaydı uygarlık düzeyi bakımından bugün itibariyle dünyanın belki bir çağ ilerisinde bulunan İskandinav ülkelerindeki devlet örgütlenmesi ideale en yakın noktada olamazdı. Adı geçen ülkelerdeki devlet adamlarının yaşayış tarzları ve halka bakış açıları sadece aristokrat ve teknokrat kesimin yüceliğinden kaynaklanıyor olamaz. Bunda halkın bilinç düzeyinin de doğrudan etkisi olduğunu gözden uzak tutamayız.

Nasıl ki bitki örtüsü toprağın kimyasal içeriği ve iklim özellikleriyle doğrudan ilişkiliyse aynı şekilde devlet adamlarının tutum ve davranışlarının karakteristik yapısı içinden çıktığı toplumun kültürel öğelerinde ve sosyolojik yapısından kaynaklanmaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği bu görüşü kabule hazır hale getirmektedir bizi.

Ataerkil bir aile ve feodal toplum yapısı içinde yetişen bireylerden kendisini hor gören yöneticileri reddetmesi beklenemez. Tarihi frekanslarında kendi başına hareket etmenin yanlışlığı işlenmiş bir toplumun üyelerinden yöneticileri ile eşit şartlarda yaşama isteğini beklemek bir fazla hayalcilik olur.

Daha fenası kültürel kodlarında kulluk bilinci kutsal bir ön kabul olarak derin çizgilerle kazınmış bir toplumun eşitlik beklemesi hayalden, ütopyadan öte büyük günahlara eş görülür.

Kadını aşağılayan erkekleri kadınlar yetiştirdiği için kadının toplumun eşit bir üyesi olması nasıl saçmaysa; kendisini aşağılayan, devletin imkânlarını kendi çıkarları için fütursuzca kullanan yöneticileri alkışladığı müddetçe vatandaş için devlet anlayışı Kaf Dağı’nın ardında olmaya devam edecektir.