Necati Cumalı’nın Zeliş Romanı

KitapNecati Cumalı’nın Zeliş romanı, tütün tarlalarında çalışan on yedi yaşındaki genç bir kızın aşkı uğruna verdiği dillere destan mücadeleyi anlatır. Bu kız, babası tarafından sevmediği, istemediği bir adama birtakım çıkarlar yüzünden zorla verilmek istenir. Kendisini kaçırmak üzere pusu kurulduğunu öğrenince, sevdiği delikanlıya kaçmaktan başka çaresi kalmaz. Sevdiği delikanlıyla birlikte yollara düşerler. Pek çok sıkıntıya cesurca göğüs gerdikten sonra mutluluğu yakalarlar.

Sponsor Bağlantılar

Roman, aşkı elde edebilmek için uzun, çileli bir yolculuk yapmak gerektiğini, aşkın her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek güçlü bir duygu olduğunu gösterir. Aşkın onca kahrına, çilesine rağmen yaşanmaya değer güzel, tutkulu, heyecanlı, insanı mutlu eden bir duygu olduğunu anlatır.

Necati Cumalı, yine bu romanında 1950’li yıllarda, İzmir’in küçük bir ilçesi olan Urla’da, halkın karın tokluğuna verdiği yaşam mücadelesini, tütün tarlalarında, zeytinliklerde çalışan işçilerin yoksulluğunu, çektiği sıkıntıları, yaşayış biçimlerini, eğlencelerini, aşklarını başarılı bir şekilde yansıtmıştır.

Zeliş romanının en güçlü teması “aşk”tır. Bu aşk on yedi yaşındaki Zeliş ile askerlik çağındaki Cemal arasında yaşanır. Necati Cumalı, yoksul, unutulmuş insanlar arasında da birtakım güzelliklerin, güçlü duyguların, heyecanların, aşkların yaşandığını göstermek istemiştir. İnsanlar yoksul olabilirler, çaresiz olabilirler, cahil olabilirler; fakat konu aşk olduğunda bu zayıf insanlar bir kaplan kesilirler. Aşkları için olağanüstü bir mücadele verirler…

Mehmet Rauf’un Eylül Romanı

Eylül adlı romanın konusu, beş yıllık evli bir kadın ile evlerine sık sık misafir gelen yakın bir aile dostu arasında geçen yasak aşk ve bu aşk yüzünden çekilen sıkıntılardır.
 
Romanın en önemli teması “yasak aşk”tır. Süreyya ile Suad beş yıllık evli bir çifttir. Boğaziçi’nde bir yalıya taşınınca yalnız kalmaktan sıkıldıkları için ısrarla Necib’i davet ederler. Necip, Süreyya’nın halasının oğludur. Necib, bu aile için bir akrabadan çok, yakın bir arkadaş, sıcak bir dosttur. Süreyya ile karısı arasında tam anlamıyla bir zevk uyuşmazlığı vardır. Süreyya çocuk gibi basit heveslere kapılır. Müzikten hoşlanmaz, karısı piyano çalarken o, balkona kaçar, denizi seyreder. Süreyya’nın en büyük tutkusu, sandalına binip denize açılmaktır. Süreyya denizde çocuklar gibi gönlünce eğlenirken Suad evde yalnız kalır, kocasına yetemediği için kendisinde bir eksiklik, eziklik hisseder. Suad, kocasını bir sevgili gibi değil, bir anne şefkatiyle sever. Buna karşılık Suad ile Necib’in pek çok ortak zevkleri vardır. Her ikisinde de güçlü bir müzik tutkusu vardır. Zamanlarının çoğunu piyano başında geçirirler. Bir süre sonra aralarındaki arkadaşlık, dostluk duygusu aşka dönüşür. Her ikisinin de kalbinde bir şeyler kıpırdanmaya başlar. Necib ile Suad arasındaki aşk sadece ruhsal boyutta yaşanır, bedensel boyuta geçmez. Duygularını sözle dile getirmeye cesaret edemediklerinde müziğe sığınırlar. Aşklarını müziğin yarattığı bir hayal âleminde yaşarlar. Bir süre sonra bu aşk gözlerde, kaçamak bakışlarda, gülüşlerde yaşanır. Romanın sonuna doğru Necib, Suad’ın ellerinden ve titreyen gözlerinden öperek bu aşka veda eder.
 
Eylül hüzünlü bir aşk romanıdır. Bu aşk, gözlerde başlayıp gözlerde yaşanan ve yine gözlerde biten, vuslatın olmayacağını bile bile yine de kalplere söz geçirilemediği için yaşanan, duygusal boyutta kalarak saflığını koruyan, bedensel boyuta taşınarak kirletilmeyen güçlü bir aşktır. Aşklarını bu dünyada yaşama imkanı bulamayan Necib ile Suad, romanın sonunda yanarak can verirler. Bir anlamda, aşklarını öldükten sonra başka bir âlemde yaşayacaklardır…

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu Romanı

Çalıkuşu romanında genç ve güzel bir kız olan Feride’nin -kalbi yaralı ve kanadı kırık bir Çalıkuşu’nun- çocukluk döneminde yaptığı yaramazlıklar, ilk gençlik döneminde teyzesinin oğlu Kâmran’ı kıskanması, yaşadığı bu duyguların aşk olduğunu anlaması, sevdiği bu insanla nişanlanması, düğünden üç gün önce nişanlısının başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenmesi, bunun üzerine yaşadığı köşkü ve İstanbul’u terk etmesi, genç bir öğretmen olarak Anadolu’nun ücra köşelerine gitmesi, buralarda yaşadığı maddî ve manevî sıkıntılar, beş-altı yıl süren Anadolu macerasından sonra Tekirdağ’a dönmesi, sevdiği ve asla unutamadığı Kâmran’a kavuşması anlatılır.

Bu roman hem ferdî hem de sosyal bir içeriğe sahiptir. Bir yandan Feride ile Kâmran arasındaki aşkı okurken diğer yandan Anadolu coğrafyasını ve bu topraklarda yaşayan insanların sefaletini, yoksulluğunu, cehaletini görürüz. Ayrıca yazar, eğitimci olmanın verdiği tecrübeyle o dönem Türkiye’sinde eğitim-öğretim kurumlarındaki aksaklıkları, yetersizlikleri, bürokrasiyle ilgili çarpıklıkları da tüm çıplaklığıyla aktarır…

Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe Romanı

Dudaktan Kalbe adlı romanda şöhretin şımarttığı genç bir kemancının, kendisini tutkuyla seven küçük bir kızı elde etmesi, daha sonra aşkın geçici bir gönül eğlencesi olduğunu söyleyerek hem kendi hem de küçük kızın hayatını mahvetmesi anlatılır.

Dudaktan Kalbe hüzünlü bir aşk romanıdır. Yaşarken kıymeti bilinmeyen, yitirildikten sonra anlam kazanan bir aşkın romanıdır. Romanda işlenen en önemli tema “aşk”tır. Bu aşk ünlü bir bestekâr olan Kenan ile on beş yaşlarında küçük bir kız olan Lâmia (Kınalı Yapıncak) arasında geçer. Kenan sefalet içinde geçen bir çocukluk döneminden sonra, bir arkadaşının daveti üzerine Avrupa’ya gitmiş, müziğe olan ilgi ve yeteneği sayesinde tanınmış bir sanatçı olmuştur. Yaz aylarını dayısı Saip Paşa’nın köşkünde, içinde üzüm bağları olan Bozyaka’da geçirir. Buraya hem rahat bir nefes almak hem de yeni eseri üzerinde çalışmak için gelir. Eskiden suskun, çekingen bir çocuk olan Kenan, şöhretin etkisiyle bir parça bencil, şımarık biri olmuştur. Lâmia ise anne ve babasını kaybedince Bozyaka’ya, amcası Şükrü Bey’in yanına gelmiştir.

Lâmia geceleri Kenan’ın kemanıyla çaldığı parçaları bir ninni gibi dinleyerek uyur. Kenan’ı tanımadan, onun kemanına, müziğine sevdalanır. O sıralar Kenan’ın geçici bir gönül macerası yaşadığı evli bir kadın olan Nimet Hanım, küçük kızı yüzündeki pul pul çil lekelerinden dolayı “Kınalı Yapıncak” diye tanıştırır. Kınalı Yapıncak, Kenan’ın mavi gözlerine vurulur. Kenan ile Nimet Hanım geceleri dolaşırken dikkat çekmemek için Lâmia’yı da yanlarına alırlar. Lâmia ay ışığında yapılan bu gezintilerde kendisini Nimet Hanım’ın yerine koyar. Sanki Kenan’la kol kola gezen, öpüşen kendisiymiş gibi heyecan duyar. Lâmia yaşındaki bir kız için keşfedilen ilk ateşli duygulardır bunlar…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur Romanı

“Huzur” romanının en belirgin konusu, Mümtaz’la Nuran arasında yaşanan ve sonu ayrılıkla biten “aşk”tır. Mümtaz, Ada vapurunda tanıştığı Nuran’la kısa sürede kaynaşır, arkadaş olur. Nuran’la Mümtaz’ın pek çok konuda ortak zevk ve beğenileri vardır: musiki, şiir, sanat. Mümtaz için Nuran hem bir sevgili hem de şiir, edebiyat, sanat, musiki üzerine derinlemesine sohbet edebileceği bir arkadaştır. Mümtaz’ın hayatındaki en mutlu anlar, Nuran’la beraber geçirdiği günlerdir. Fakat, Suat’ın intiharı bu mutluluğa gölge düşürür. Nuran, kızıyla birlikte eski kocası Fâhir’in yanına gider. Mümtaz bu gidişi kabullenemez, sonunda bunalıma girer.

Mümtaz ile Nuran arasındaki aşk, başlangıçta her ikisine de mutluluk ve huzur verirken, sonunda onları mutsuz etmiştir. Mümtaz, Nuran’ın gidişine bir anlam veremez. Sürekli onun hayaliyle yaşar. Aynı şekilde Nuran da, gönlü Mümtaz’ın aşkıyla yanarken kızıyla birlikte eski kocasına gider. Üstelik bu koca vaktiyle kendisini ve çocuğunu bırakıp hayat kadınlarıyla gününü gün etmiş, nefsinin esiri olan birisidir.

Fâhir ile Nuran arasında yaşanan duygu ise, aşktan ziyade zorunlu bir birlikteliktir. Fâhir karısını gerçekten sevmemiştir. Onunla ilgilenip ilişkilerini canlı tutmak yerine, mutluluğu dışarıda, başka kadınların kollarında aramıştır.

Suat’ın Nuran’a karşı olan duyguları sapıkçadır. Çünkü o, kadınları elde ettikten sonra paçavra gibi atmayı sever. Dengesiz, hasta bir insandır. Nitekim, Nuran’ın kendisine yüz vermemesine, kendisini asarak karşılık verir. Huzur romanında gerçek anlamda yaşanan tek aşk, Mümtaz ile Nuran arasında yaşanan aşktır…

Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü Romanı

Reşat Nuri Güntekin “Yaprak Dökümü” adlı romanında, dar gelirli bir memur ailesinin, değişen sosyo-ekonomik şartlar içerisinde ahlâkî yönden çöküşünü, parçalanıp dağılışını başarıyla sergiler.

Emekli bir memur olan Ali Rıza Bey ile çocukları arasında tam anlamıyla bir çatışma söz konusudur. Eski gelenek ve ahlâk anlayışına bağlı, inançlı, namuslu ve dürüst bir insan olan Ali Rıza Bey ile Batılı tarzdaki moda, giyim-kuşam, eğlence, müzik ve dans düşkünü, ahlâkî yönden zayıf, saygısız çocukları arasında yaşanan kuşak çatışması gözler önüne serilir.

Romanda dikkati çeken en belirgin tema, aynı zamanda eserin de adı olan “yaprak dökümü”dür. Ali Rıza Bey, zengin bir baba olmadığı için çocuklarının tıpkı bir ağacın yaprakları gibi birer birer dökülmesine seyirci kalır. Oğlu Şevket, evli bir kadınla ilişki yaşar. Bu ilişki anlaşılıp kadın, kocası tarafından terk edilince Şevket bu kadınla evlenmek zorunda kalır. Evin masraflarını karşılamakta zorlanan Şevket, çalıştığı bankadan gizlice para alır. Durum fark edilince bir buçuk yıl hapse mahkûm edilir. Büyük kızı Fikret, kardeşleriyle iyi geçinemez, yaşadığı cehennem hayatından kurtulmak için elli yaşında, karısını bir süre önce kaybetmiş, üç çocuklu bir adamla evlenir ve Adapazarı’na gider. Ali Rıza Bey’in dördüncü çocuğu olan Necla, önce ablasıyla nişanlanan, fakat sırf eski arkadaşlarıyla yolda karşılaşıp konuştuğu için ablasına hakaret edip onu terk eden, küstah, ahlâksız bir adamla evlenir. Necla, çok zengin olduğunu düşündüğü bu adamla içinde yaşadığı yoksulluktan kurtulmak, lüks ve rahat bir şekilde yaşama hayaliyle evlenir, Suriye’ye gider. Fakat ablasına karşı yaptığı bu ahlâksızlığın, yüzsüzlüğün, çirkin davranışın bedelini çok ağır öder. Evlendiği adam, yarım düzineden fazla çocuğa sahiptir. Üçüncü karısını dokuz ay önce kaybetmiş, tavuk kümesi gibi bir evde kıt kanaat yaşamaktadır. Ali Rıza Bey’in üçüncü çocuğu olan Leyla ise, evli ve çocuk sahibi bir avukatla metres hayatı yaşar. Ali Rıza Bey, bu çirkin olayı duyunca Leyla’yı evden kovar. Reşat Nuri, fakir bir babanın çocuklarının ahlâkî yönden çözülüşünü, adım adım mutsuzluğa sürüklenişini –Şevket’in evli bir kadınla ilişki yaşaması, hırsızlık yapıp hapse girmesi, Fikret’in elli yaşında bir adamla evlenmesi, Necla’nın ablasına karşı yaptığı çirkin davranış, Leyla’nın evli bir adamla metres hayatı yaşaması– anlatmıştır…

Moliere’in (1622-1673) “Cimri” (1668) adlı oyununda, paradan başka hiçbir şeye değer vermeyen, çok zengin olmasına rağmen hastalık derecesinde cimri bir adam olan Harpagon’un kişiliğine uygun kusurlu davranışları, komedi tarzında sergilenmiştir. Oyunda Harpagon’un şahsında, cimri bir adamın düştüğü gülünç durumları, sergilediği tuhaf davranışları görürüz.
Oyunun başından sonuna dek kuvvetle hissedilen tema, “cimrilik”tir. Oyundaki gülmece unsurunu, Harpagon’un cimriliğinden kaynaklanan davranışları oluşturur. Harpagon’un cimrilikleri saymakla bitmeyecek kadar çoktur.

Cleante ve Elise, zengin olmalarına rağmen babalarının tutumu yüzünden sıkıntı içinde yaşamaktadırlar, arkadaşlarından sürekli borç alırlar, elbiselerini ancak veresiye satan dükkânlardan alabilirler. Cleante, yoksul sevgilisi Mariane’a para yardımında bulunamaz, ona gönül okşayıcı hediyeler alamaz.

Harpagon, sokağa çıkarken süslenip püslendiği, aşırı derecede şık olduğu, giyime kuşama gereksiz yere para harcadığı için oğlu Cleante’ı azarlar.

Harpagon, düğün masrafından kurtulmak için oğlunu, zengin ve dul bir kadınla, kızını da elli yaşlarında zengin bir adam olan Senyör Anselme ile evlendirmeyi düşünür. Zira Senyör Anselme, Harpagon’un kızını çeyizsiz olarak almayı kabul etmiştir. Harpagon için çocuklarının sevdikleri kişilerle evlenip mutlu olmaları değil, zengin birileriyle evlenip kendisine masraf açmamaları önemlidir.

Frosine, Mariane’ı Harpagon’la evlenmesi konusunda ikna etmeye çalışır. Yaptığı bu aracılık hizmeti karşılığı olarak Harpagon’dan az miktarda bir para ister. Çok dil döker, yalvarır yakarır, türlü iltifatlar yapar, fakat yine de cimri adamdan tek bir metelik dahi koparamaz…

Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah Romanı

Mai ve Siyah, romanın başkahramanı olan Ahmet Cemil’in şahsında “Servet-i Fünun neslini” (Edebiyat-ı Cedide topluluğunu) anlatan bir romandır. Servet-i Fünun edebiyatının en önemli romancısı olan Halit Ziya Uşaklıgil, bu romanında Servet-i Fünun yazar ve şairlerinin tamamını değil, her yönüyle onları temsil edebilecek Ahmet Cemil tipini yaratmış, onun hayatını, dünya görüşünü, kişiliğini, kültürünü, sanat anlayışını anlatmıştır.

Halit Ziya Uşaklıgil, hatıralarını kaleme aldığı Kırk Yıl adlı eserinde Mai ve Siyah’ın konusu ve romanın başkahramanı Ahmet Cemil hakkında şunları söyler: “Bunu (Mai ve Siyah’ı) başka türlü tasarladım. O zamanın hayatından, idaresinden, memlekette teneffüs edilen zehirle dolu havadan mustarip, hastalıklı bir genç, kısacası devrin bütün hayalperest yeni nesli gibi bir bedbaht tasvir etmek isterdim ki, ruhunun bütün acılarını haykırsın, coşkun bir delilikle çırpınsın ve bütün emelleri parmaklarının arasından kaçan gölgeler gibi silinip uçunca, o da gidip kendisini, ölmek için saklanan bir kuş gibi, karanlık bir köşeye atsın. Bu gençte bir aşk yıldızı, bir sanat hayali olacaktı ve bunların arasında bir sarhoş gibi yıkıla yıkıla, o duvardan bu duvara çarpa çarpa çekilip gidecek, nihayet bir kovukta sinip can verecekti, mavi hayaller içinde yaşamak için yaratılmışken, siyah bir uçuruma yuvarlanacaktı.”

Mai ve Siyah sözcükleri -aynı zamanda romanın da adıdır- semboliktir. “Mai” (mavi), hayal ve ümitleri; “siyah” ise, hayal kırıklıklarını, hayatın gerçeklerini, maddî tarafını temsil eder…

Yaşar Kemal’in İnce Memed Romanı

Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı romanı başkaldıran, mecbur insanın destanıdır. Romanın baş kahramanı olan Memed, kişisel öcünü alır, fakat köylüler onun yakasını bırakmaz. İnce Memed halkın yarattığı bir kahramandır, bu nedenle halkın rahatını sağlamaya, bolluk ve bereket kazandırmaya, haksızlıkları önlemeye mecburdur. Hükümetin yapamadığını halk kendi kahramanından bekler.

Cumhuriyetin ilk yılları olduğundan henüz bir kargaşa ortamı vardır. Köylü kendi kaderine terk edilmiş, eşraf ve ağalar toprak kazanma ve köylüyü sömürme yarışına girmiş, yöneticiler de eşraf ve ağalarla işbirliği yaparak, her biri bir yandan halkı ezmektedir. Bunlara karşı çıkmak için halkın önünde iki seçenek vardır: Ya bir kahramana ya da dinî bir lidere sığınmak. Bu kahramanı, olağanüstü özelliklerle süsleyerek kendilerine bir kurtuluş umudu yaratacaklardır. Hükümetin duyarsız kalması nedeniyle haksızlıkları önleme, zalimleri cezalandırma görevi soylu bir eşkıyaya, yani halkın kendi yarattığı bir kahramana, İnce Memed’e verilmiştir.

İnce Memed romanının en belirgin konusu ağaların yoksul halka yaptığı zorbalıklar, zulümlerdir. Romanda “zulüm, acımasızlık, sömürü, baskı, adaletsizlik, bencillik, toprak hırsı, acizlik, sahipsizlik” temaları çarpıcı bir biçimde işlenmiştir. İnce Memed romanındaki ağalar son derece zalim ve acımasızdır. Her yeni gelen ağa zalimlikte öncekinden bin kat daha beterdir. Hepsinin gözünü toprak hırsı bürümüştür. Açgözlüdürler, hep daha fazlasını isterler. Köylüler ise, sığınacak yerleri, tutunacak dalları olmadığı için haklarını gerektiği gibi savunamazlar. Boyunları büküktür. Hükümetin görevlendirdiği yönetici ve komutanlar da ağalarla işbirliği yapar, onlara hizmet eder. Askerler köylüleri sürekli dayaktan geçirirler…

Suç ve Ceza Roman Özeti

Dostoyevski’yi (1821-1881) oluşturan yıllar, ondokuzuncu yüzyıl Rusya’sının Çar i’nci Nikola’nın baskısı altında ezildiği yıllardır. Toprak işçileri, bir çeşit tarım gereciymişçesine toprak beyleri arasında açık artırmayla satılmaktadır.(Örneğin Gogol’un ÖLÜ CANLAR adlı eseri bu konuda açıklayıcı bilgiler verebilir) Oysa küçük toprak beylerinin durumları da, inek gibi alıp sattıkları mujiklerden daha güvenli değildir; sabah akşam bölge komiserinden dayak yemektedirler. Devlet dairelerinde müdür, memurunu tokatlayarak çalıştırır. Kırbaçlamakla kırbaçlanmak en olağan günlük işlerdendir. Kazançlar yaşamaya yetmemektedir, açlık salgındır, aydınlar arasında yıkıcı düşünceler kaynaşmaktadır. Bakışlar gök ölçülerine çevrilmiştir, mujikler İsa’nın saltanatını sabırsızlıkla beklemektedirler: Bu kadar iğrenç bir şeye Tanrı razı olamaz.

Sonya’nın ağzıyla bu yargıya varan Dostoyevski, yaşadığı sürece onu kıvrandıracak olan ikiliği, Suç ve Ceza’nın dördüncü bölümünde, Raskolnikov’un ağzından ortaya atıyor: Ama gene de razı oluyor işte…. Birkaç yaprak sonra da, ünlü romanının dayandığı önemli sorulardan birini sormaktadır: Nasıl oluyor da bu kadar bayağılık, böyle kutsal bir duyguyla bağdaşabiliyor?. Dostoyevski, daha birçok yapıtlarında, bu sorunun uyandırdığı kuşkuları çözmeye çalışacaktır. Gök ölçüleri karşısında insan yapısı, çeşitli yönlerden ustaca didiklediği bu ikilik; hemen bütün yapıtlarının temelidir…

William Shakespeare, “Hamlet”

Shakespeare’in (1564-1616) “Hamlet” (1601) adlı oyununun en belirgin teması, “intikam”dır. Oyunun baş kahramanı olan Hamlet, babasının kulağına zehirli sıvı akıtılarak amcası tarafından öldürüldüğünü öğrendikten sonra, tek bir amaç için yaşar: Babasının öcünü almak. Ayrıca Laertes de, babasını öldürdüğü için Hamlet’ten intikam almak ister.

Oyunun konusuna Hamlet’in amcası Claudius açısından bakacak olursak, şiddetli bir “ihtiras” duygusunun ön plana çıktığını görürüz. Claudius gözü doymaz bir insandır. Her şeyi elde etmek ister. Kardeşinin tacını alır, fakat bununla da yetinmez, karısına göz diker. İstek ve arzularına kavuşmak için önüne çıkan her türlü engeli yok etmek ister.

Kraliçe Gertrude açısından baktığımızda ise, “ihanet” temasını görürüz. Kraliçe kocasının ölümünden sonra yas tutup ağlamak yerine, Claudius’un yaptığı aşk davetine karşılık vererek onunla evlenmiştir. Kocasının katiliyle aynı yatağı paylaşmış, kocasına ihanet etmiştir.

Oyunda “aşk” teması oldukça zayıf kalmıştır. Hamlet ile Ophelia arasında belli bir duygusal ilişki olmakla beraber, bu hiçbir zaman olgunlaşıp tutku seviyesine ulaşamamıştır. Bunun nedeni ise, Ophelia’nın kişilik yönünden zayıf bir kız olması, bu ilişkiyi taşıyamamasıdır. Ophelia, Hamlet’le arasında geçen özel şeyleri çenesini tutamaz ve babasına anlatır. Oyunda yaşanan bir başka aşk da Hamlet’in amcası Claudius ile annesi Gertrude arasında yaşanan aşktır. Bu aşk, temiz duygularla örülmüş saf bir aşk değildir. Claudius’un amacı, kraliçenin kalbini ve sevgisini kazanmak değil, onu elde etmektir. Gertrude zayıf bir iradeye sahip olduğu ve duygularını kontrol edemediği için bu ilişkinin içine çabucak girmiştir, fakat onun yaşadığı, aşkın verdiği bir mutluluk değil, dayanılmaz vicdan azabıdır.

Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi Bölüşüm, Birikim ve Büyüme

(ERİNÇ YELDAN)

Erinç Yeldan’ın bu kitabında Türkiye’nin küreselleşme süreci kabaca ülke ekonomisinde bölüşümü, birikimi ve ekonominin küreselleşme sürecinde nasıl bir büyüme gösterdiğini kaleme almaktadır.

Bilindiği üzere ikinci dünya savaşından sonra Amerika’nın Bretton woods kasabasında yapılan ve kasabayla aynı adı taşıyan anlaşma tüm dünyada küreselleşme döneminin başladığı an olarak görebiliriz. Yapılan anlaşmaya göre küresel para birimi olarak dolar seçilerek, bu anlaşmadan önce tüm dünyada ticaretin altın standardına göre yapılıyor olması değişiklik geçirerek ülkemizde bu anlaşmaya uymuştur.

Ülkemizde ilk olarak küreselleşme evresi 1980-1983 dönüşümü ile başlamış, 1989-1990’da da tamamlanmıştır. Bu süreçte ülke ekonomisinde öncelikle mal piyasaları dış pazara açılmış ve ticaret kotaları altındaki ithalat politikası serbestleştirilmiştir. Döviz kuru yüksek bir devalüasyonla esnekleştirilmiş ve teşviklerle sanayi ihracata yönlendirilmeye çalışılmıştır.

Yeni kitaplar eklendikçe güncellenecektir… Kitaplara yorumlarınızı bekliyoruz…