Mainz, 28.02.2014

Ülke yönetiminin seçim sandığı ile el değistirmeye başlamasının üzerinden yarım asırdan fazla geçti. 1980 darbe yıllarının ardından bendeniz de bu sandıkların hemen hepsine şahit oldum. O zamanlardan bu yana handiyse klişe haline gelmiş, „Ülke olarak çok kritik bir dönemden geçiyoruz, bu seçim çok hayati bir önem taşıyor“ özel cümlesini hep duymuşuzdur. Hemen her seçim döneminde hemen herkes tarafından dillendirilmekte olan bu „afilli cümlecik“ bazen istismara açık kapı aralamış olsa bile öylesine yabana atılacak bir ifade de değildir. Bizim ülkemiz gerçekten bu kadarı da „olmaz“ denilen olayların olduğu/oldurulduğu ender coğrafyalardan biridir.

Sponsor Bağlantılar

Bu ülkede özellikle „müslümanlık“ konusunda hassasiyeti bulunan insanların hemen her zaman ötelenip, aşağılanmalara maruz kaldığı, hor landığı ve devlet idaresinden özellikle uzak tutulduğu ve hatta enselerinde „boza“ pişirilmeye çalışıldığını bilmeyenimiz kalmadı. Anadolunun „kara-kuru“ insanları özellikle merhum Özalın cesaret ve yönlendirmesiyle küçümencik birikimleriyle iş yapmaya kalkışmış ve kısa sayılabilecek bir zamanda önemli mesafeler kaydetmişti. Taraflı tarafsız hemen herkesin en hâinâne darbe olarak nitelendirdiği 28 şubat kalkışmasında Anadolu insanının sadece başındaki „örtüsü“ değil, cebindeki parası da fişlenerek yok edilmeye çalışıldı. Ancak Anadolunun o „kara-kuru, yalın ayak baş kabak“ mazlum insanları bir kere gözünü açmıştı. Evet pekâla bu insanlar da ihracat yapabilir, şirket kurabilir ve hatta ülkeyi yönetebilirdi. Dünyada iş yapmak için illâ da fildişi kulelerde oturmak, boğaza karşı kadeh kaldırmak gerekmezdi. Istanbul baronlarının kurduğu „gayr-i meşru dükalık“ insanımzın kaderi değildi. Ve nihayet 1000 yıl sürecek şekilde kodlanan ve bu konuda çok ağır tedbirler alınan 28 şubat macerasındaki kıyıma rağmen Anadolumuzun güzide insanları, namludan çıkan kurşunun bir daha geri dönemeyeceği hakikatini haykırırcasına yeniden toparlandı. Kendisine karşı içerden ve dışardan kurulan bütün tuzakları hâk ile yeksan ederek yoluna devam etti. Sadece iş dünyasında değil ülkenin yönetimi noktasında da duruma el koydu. Ve kendisi gibi yaşayan, kendisini dert edinen, medeniyet konusunda bir hayali bulunan, ülkesini ve milletini meccânen seven, diklenmeden „Dik“ durabilen, vakur ama kibilirli olmayan, mazlum ama zulme başkaldıran, mazbut ama zorbalara boyun eğmeyen delikanlı bir „uzun adamı“ ve ekibini işbaşına getiren Anadolunun masum ve mazlum insanları 10 yıl gibi kısa bir zamanda bütün dünyanın gıpta ile baktığı bir kalkınma destanını gerçekleştirmeye muvaffak oldu. Ancak ülkeyi idare eden Milletin uzun adamı sadece kendi ülkesindeki göstergeleri düzeltmekle kalmadı. „Yeni dünya düzeni“ denen ve timsahlar ile ördeklerin aynı havuza konulduğu bu kahredici uluslararası zulüm düzenine önce „One Minute“ diyerek ve ardından  beş dünyadan büyük değildir diyerek adeta meydan okuyunca zulüm düzeninin kurucuları „bu başbakanın artık çok fazla olmaya başladıgını“ düşünerek düğmeye bastılar. Bu başbakan behemahâl bu makamdan uzaklaştırılmalı yerine uzaktan kumandalı etrafa karışmayan, kokmayan, bulaşmayan, sönük. pasif, renksiz, kokusuz ve ağabeylerinin sözünden çıkmayan biri bulunmalıydı. Mısırda bu kolay olmuştu. Ancak Türkiye o devirleri çoktan geride bırakmıştı. O halde daha „sofistike bir yöntem“ bulunmalıydı. Bulunmalıydı dediğime bakmayın. Onlar zaten bugünler için onları kendi ülkelerinde misafir edip baştacı ediyor, fahri doktoralarla taltif ediyor ve yıldızını parlatmak için cilâ tedarik ediyorlardı. Zira bu uzun adam ile başa çıkmak hiç de kolay değildi. Uzun adamın arkasında milletin sadece „oy desteği“ değil, „duası ve sevgisi“ vardı. Bu durumda bu kalenin içeriden kuşatılması zaruret haline gelmişti. İngilizler nasıl Gulam Ahmet Kadıyaniyi görevlendirdiyseler ABD & İsrail ve işbirlikçileri de birilerinin Hoca dediği Fethullah Gülen denen zatı görevlendirmişlerdi. Meccânen İsrail muhibbisi olan bu kişi tam kırk yıldan bu yana oluşturduğu „paralel devlet“ yapılanmasını devreye sokarak memleketin kan kaybetmesine yol açtı.

Dışardaki şer odakları ile mücâdele etmek feraseti güçlü milletimiz için hiç de zor değildir. Ancak bu dafa içerdeki işbirlikçiler „öylesine çetrefilli, öylesine sinsi ve öylesine münafık“ ki bunlarla mücâdele etmek mevcut ferâseti çoğaltmakla ancak mümkündür. Zira insanlık tarihi böylesi çetin mücâdelelerle doludur. Düşünün bir kere Yusuf (a.s)ı`kardeşleri kuyuya atmışlardı. Sebebin ne olduğu çok önemli değil. Ancak izzet, şeref ve imanından taviz vermeyen Yusuf bu sayede sadece kuyudan kurtulmamış Mısıra „sultan“ olmuştu. Yusufum diyerek kafa gözü kör olana kadar ağlayan Yakuba Allah öyle bir burun ihsan ettti ki Yakub (a,s) Kenan diyarından Yusufunun kokusunu almaya başlamıştı.

Bir Oy’dan Ne Çıkar!

Siyasilerimizin diline pelesenk olmuş olan „kritik günlerden geçiyoruz“ ifadesinin yanısıra halkımız arasında yaygın olan sözcük de genellikle „seçim mi-geçim mi?“ şeklindedir. Geçim noktasında bu iktidar zaten kısa bir zamanda destan yazarak kendini ispatlamıştır. 30 Mart tarihinde mahalli seçimler yapacağız işte ne var bunda canım diyemeyiz. Zira bu defa gerçekten memleket kritik bir süreçten geçiyor ve halkımızın olaya sadece geçim penceresinden bakma lüksü yoktur. Hoş bu noktada bu iktidarın zaten alternetifi yoktur ama yine de böyle bakamayız. Zira mesele gerçek bir „memleket meselesi“ hatta bir „istiklâl meselesi“ haline gelmiştir. İşgal güçleri tarafından esir alınamıyan bu millet bu defa „kuzu postuna bürünmüş aç kurtlar“ ile „değirmende un lanmış ayı lar“ tarafından kocakulak, telekulak, kaset, cd, dvd, video, kaset ve benzeri materyaller ile kuşatılmak istenmektedir. Amaç için her yolu mübah gören bu alçak tezgâhın „alçak ve hatta çukur yöneticileri“ namus, şeref ve haysiyet gibi kelimeleri lugatlerinden çıkarmış durumdalar. Kiralık kafaların müthiş bir dirayetle püskürtüleceği konusunda en ufak bir şüphem yok. Anadolunun basiret sahibi insanları, „sövene dilsiz, vurana el siz gerek“ diyen bu zavallı güruhun meğer bunun sadece gâvurlar için olduğunu mesele müslümanlar olunca ne kadar da „alçakça sövebildiklerini“, dahası porno filmi çevirircesine „kaset şantajlarına“ kalkıştığını ve bu konuda ahlâk, ar, namus hâyâ gibi kavramlara tecâvüz edecek kadar alçalabildiklerini çok iyi gördüler. Bu millet kendisine karşı kurulan bunca tezgâhı bozduysa bunu da bozacaktır. Millet 30 mart tarihinde bu yerli işbirlikçiler ve onların „avadanlığına“ yüksünen ana ve yavru muhalefete öyle bir tokat atacak ki evelâllah sesi ta okyanus ötesinden duyulacak. Türk Milleti iradesinin değerini artık çok iyi öğrenmiştir. Hiç bir güç bu aziz milleti yürümekte olduğu „kadim medeniyet“ yolundan döndüremiyecektir. Değil Hoca diye nam yapan „sahte, içi boş alim bozuntularını bütün şer odakları insanlardan ve cinlerden bütün şeytanlaşmış olanları hepsini bir araya toplasanız“ yine de başaramayacaksınız. Yeter ki benim insanım rehâvete kapılmadan „koyvermek yerine oy vermeyi“ tercih etsin. Bu konuda Milletimizin basiret ve feraseti her türlü takdirin üzerindedir. O halde ülkemizin bekası için, geleceğimiz için, yavrularımızın istikbali için ve ülkemizin istiklâli için koyvermek yerine „oy“ verelim.

Baki Selam ve Saygılarımla.

Ömer Erdem
Mainz/Almanya