Memduh Şevket Esendal Otlakçı

Sponsor Bağlantılar

Memduh Şevket Esendal’ın Otlakçı adlı eserinde toplam yirmi beş hikâye var: Gençlik, Kayışı Çeken, Arabacı, Bir Eğlenti, Otlakçı, Dövüş, Mülahazat Hanesi, Köye Düşmüş, Bir Kadının Mektubu, İki Kadın, Pazarlık, İki Ana İki Kız, Türbe, Haydar Bey’in Sakalı, Söylüyor, Deli, Yirmi Kuruş, Bildim, Seni Kahve Paklar, Ev Ona Yakıştı, Asılsız Bir Sözün Esası, Eşek, Hastanenin Yemek Tablası, Düğün Dönüşü, İşin Bitti.

Otlakçı” hikâyesinde, uyanık ve yüzsüz bir otlakçının, kahve arkadaşını çileden çıkarması anlatılır. Anlatıcı konumundaki hikâye kahramanı, kendisinden sürekli olarak tütün içen Mahmut Efendi’ye daha fazla dayanamaz. “Efendim, tütün tabakasını ortada bırakmaya gelmiyor, insafsız herif, tütünün ne kadar saçak yeri varsa içti, tozları bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rast gelmedimdi.”
Hikâye kahramanımız, Mahmut Efendi’ye, sigara sararken uyanıklık yaparak tütünün sadece saçak kısmını koyduğu, tozunu da kendisine bıraktığı için kızar. Otlakçı Mahmut Efendi, tütünün pek içimli bir şey olmadığını, tütün gibi mundar bir şeye para verecek kadar enayi olmadığını söyler. Bir sigara için kendisine bu kadar söz söylediği için tütün sahibini ayıplar. Kahramanımız daha fazla dayanamaz, otlakçı arkadaşını “birader bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma. Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma bela olursun, anladın mı?” diye azarlayarak yanından kovar.

Ertesi gün Mahmut Efendi, özür dilemek için sabahleyin erkenden kahramanımızın evine gider. Pişman olduğunu söyler, özür diler. Kahramanımız, özür dilemek için evine gelen birini kovamaz. Kahve pişirtir, önüne de bir kâse dolusu tütün koyar. Otlakçı Mahmut Efendi, kısa sürede bir kâse dolusu tütünü içer. Tütünün saçak kısmını içtiğinden kâsenin dibinde tozlar kalır.

Esendal bu hikâyesinde, otlakçılık yapan insanların çevresindeki kişilere verdiği rahatsızlığı, otlakçılığın nasıl güçlü bir alışkanlık olduğunu, otlakçıların hem suçlu hem de güçlü bir tavır takındıklarını göstermeye çalışır. Otlakçılığın iki yönü vardır: Birincisi, otlakçılık yapan kişilerin bu işten aldıkları keyiftir; ikincisi, otlakçılar yüzünden rahatsız olan insanların durumudur. Yazar, otlakçılığın iyi bir şey olmadığını, hiç kimsenin otlakçılık yaparak çevresindeki insanları rahatsız etmeye hakkı olmadığını anlatmaya çalışır. Otlakçılığın da bir sınırı, bir inceliği vardır. Hikâye kahramanı daha önce de pek çok otlakçı görmüştür.

“Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rast gelmedimdi. Bizim rahmetli İlhami de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu gözleriyle tütün paketini arar, sokulur, tabakayı cebime koyarım sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın üstüne bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir cıgara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama, kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadını duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardaşım! Bu herif öylesi değil ki.”

Hikâye kahramanımızı çileden çıkaran şey, otlakçının uyanıklık yapıp sigarasını tütünün saçak kısmıyla sarmasıdır. Tütünün saçak kısmıyla sarılan sigaranın içimi daha hoştur çünkü. Fakat bu şekilde, tütün çabucak biter. Otlakçı, sigarasını sararken saçak kısmına biraz da tozundan katsa, bu sıkıntılar yaşanmayacaktır. Hikâye kahramanımız kızmakta haklıdır, çünkü para verip aldığı tütünün saçak kısmını otlakçı arkadaşı sarıp içtiği için kendisine tozu kalır.

Kahramanımızı kızdıran bir diğer şey ise, otlakçı arkadaşının takındığı tavırdır. Suçlu olmasına rağmen, kendisini haklı göstermeye çalışır. Tütünün kalitesini beğenmez, keyifle içtiği tütüne mundar der, tütüne para vermenin enayilik olduğunu söyler.

“Senin tütünün de içimli bir şey değil ya!.. bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen ondan daha iyi!”

Ben… bu zıkkıma para vermem. Mundar şey…”

“Ben âdet etmemişim dedik ya! Böyle zehire para vermem… Sen âdet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de. Benim için tütün almıyorsun ya… Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı?”

“… tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim.”

Gençlik” hikâyesi, yeni evli genç bir kadının kocasına duyduğu içten sevgiyi anlatır.

Hayriye Hanım bir buçuk yıldır evlidir, ancak kocası önce fakülteyi, sonra da askerliğini bitirip eve yeni geldiğinden bir buçuk aylık evli bir kadındır. Sıcak bir yaz günü, evde öğle yemeği yenir, herkes bir tarafa dağılır. Hayriye Hanım, kocasıyla kendisinin gömleklerini ütülemektedir. Ütü işi biter, kocasının gömleklerini üst üste koyarken kendi iç yeleği eline geçer. Kendi iç yeleğini erkek gömleklerinin arasına koyma düşüncesi, genç kadını heyecanlandırır. Yüzünde ince bir pembelik, dudaklarında bir gülümsemeyle kendisine ait yeleği, kocasının iki gömleğinin arasına koyar. İşe dalıp kocasını unuttuğunu fark eder. Kocasının evde mi, yoksa çıkmış mı olduğunu merak eder. Ütülediği giysileri odalarına götürür. Kocasının, kanepenin üzerinde uyuyakaldığını görür. Gürültü olur endişesiyle elindeki giysileri dolaba koymaz. Kocasının kanepe üzerinde pek rahat etmediğini, boynunun ağrıyacağını düşünür. Yumuşak bir yastık bulmak için ayaklarının ucuna basarak odadan çıkar. Hayriye Hanım yastıkla gelir, kanepenin önünde diz çöker. Kocasını uyandırmaya kıyamaz. Onu uyandırmadan başının altına yastığı nasıl koyacağını bilemez. Kocasının alnındaki teri görünce, ateşi olduğunu zanneder. Kocasının hasta olmasından endişelenir, gözleri dolar. Bu sırada kocası uyanır. Hayriye Hanım, boynu ağrımasın diye yastık getirdiğini söyler. Delikanlı, genç karısının elinden tutar, başını dizine koyup uyumak istediğini söyler.

“Hayriye kanepenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak hayatlarının o çağında idiler ki, biri ötekinin dizine başını koyduktan sonra uyumak olmazdı!”

Memduh Şevket bu hikâyesinde, yeni evli genç bir çiftin yaşamından küçük bir kesit sunar bize. Genç ve güzel bir kadın olan Hayriye’nin kocasına duyduğu içten sevgi, incelik, duyarlılık, şefkat ve heyecan okuyucuyu çok etkiler. Genç kadının ütüye dalıp kocasını unuttuğu için kendisine kızması, kocasının evde olup olmadığı düşüncesiyle heyecana kapılması, kocasını uyandırmamak için dolabın kapağını açmaması, odadan çıkarken ayaklarının üzerine basarak yürümesi, kocasının rahatsız bir biçimde kanepede uyumuş olduğunu görünce telaşa kapılması, boynu ağrımasın diye yastık araması, yüzünde birkaç damla ter görünce hasta olmasından kokması, gözlerinin nemlenmesi, kocasını uyandırmaya kıyamadığı için elinde yastıkla beklemesi… Tüm bunlar, genç bir kadının kocasına duyduğu saf, tertemiz, pırıl pırıl bir aşkın, sevginin göstergeleridir. Kocasının gömlekleri arasına kendi iç gömleğini
koymak gibi basit bir şey, kocasını seven genç bir kadının heyecanlanması ve bundan tatlı bir haz duyması için yeterlidir. İnsanın gençlik çağı böyle bir şeydir. Evliliğin ilk günlerinde, çiftlerin birbirine duyduğu heyecanı, gençlik döneminde en küçük şeylerin bile gönülleri nasıl ateşlediğini, coşturduğunu gösterir. Yazar, okuyuculara “gençliğinizin kıymetini bilin, bu günlerin tadını çıkarın” der gibidir.

Ev Ona Yakıştı” hikâyesinde, milletin sözüne kanarak, evine gözü gibi bakan kiracısının kıymetini bilmeyen bir ev sahibinin, evini yüksek fiyatla bir başkasına kiralaması, yeni kiracılar evi kısa sürede harabeye çevirince çok pişman olması, evini yarı fiyatına eski kiracısına satması anlatılır.

Emekli Binbaşı Ali Köse, yol geçeceği için evinin yıkılması gündeme gelince evinden çıkar. Silgioğlu Halil’in harabeyi andıran evini ucuz olduğu için kiralar. Eli her işe yatkın olan binbaşı, genç oğluyla birlikte evi onarır, adeta çiçek gibi yapar. Önceden yıkıntıyı andıran evin son halini gören komşuların ağzı açık kalır. Çarşının alaycıları, gevezeleri, hali vakti yerinde olup kendine eğlence arayanları, gül gibi evi sudan ucuz verdiği için Silgioğlu ile dalga geçerler. Halil’in yüreği cayır cayır yanar. Komşuların dolduruşuna gelen Halil, binbaşı ile konuşur, ona kirayı artırmasını, aksi halde evinden çıkaracağını söyler. Binbaşı Ali Köse, evin ilk halini hatırlatır, bir hafta süre ister. Kendisine haksızlık edilmesine, ev sahibine çok kızgın olmasına rağmen evi tertemiz bir halde bırakır. Binbaşı evden çıkarken oğluna şu nasihatleri verir:

“Bak… biz girdiğimiz gün nasıldı, şimdi çıkarken nasıl!.. Emeğine acıma. Görenler, ‘Burada adamlar oturmuşlar.’ demelidirler. Hadi çekici al da perdeleri sök. Usulca çıkar ki duvarlar bozulmasın…

Evi gül gibi temiz, camları bile silinmiş olarak bıraktılar.”

Birkaç gün sonra Silgioğlu, evini yüksek fiyata bir fabrika muhasebecisine kiralar. İyi bir iş yapmış olmanın verdiği mutlulukla çarşıya çıkar. Arkadaşlarından övgü beklerken, eleştiri alır. Böyle iyi bir adamı evinden çıkarmasının yanlış olduğunu, bir daha böyle bir kiracı bulamayacağını söylerler. Silgioğlu Halil, kendisine söylenenler karşısında şaşkına döner. Yeni kiracı birkaç ayda evi harabeye çevirir. Evde onarılması gereken yerleri bahane ederek birkaç ay kira vermezler. Silgioğlu, kiracılarını evinden çıkarmak ister, fakat buna gücü yetmez. Muhasebecinin tayini çıkar, ve evi kendiliğinden boşaltır. Boşta kalan evin geceleri kapı pencerelerini söküp götürürler.

Ev meselesi, sonunda Silgioğlu’nun canına tak ettirir. Silgioğlu, başına bela olan bu evden kurtulmak ister. Eski kiracısı Binbaşı Ali Bey’in yanına gider, evini yarı fiyatına ona satar. Silgioğlu, üzerinden dağ gibi bir yükün kalktığını hisseder. Evi ucuza sattığı için kahve arkadaşları bir şeyler diyecek olur, Silgioğlu buna izin vermez, “Hiç yazık etmedim… herifçioğlu yapmayı da biliyor, oturmayı da! Ev, ona yakıştı.” diyerek milleti susturur.

Bu hikâyede binbaşı, iyi niyeti ve insanca davranışından dolayı okuyucunun takdirini kazanır. Yazar, Binbaşı Ali Bey’in kişiliğinde iyi bir insanın, dürüst bir insanın, iyi bir kiracının nasıl olması gerektiğini gösterir. Binbaşı, adam gibi adamdır. Yıkıntı halinde kiraladığı evi onarır, çiçek gibi yapar. Bunun karşılığında ev sahibinden tek bir kuruş istemez. Peki ev sahibi ne yapar? Kiracısına teşekkür etmesi gerekirken, sağın solun dolduruşuna gelip evini yüksek bir fiyatla başkasına kiraya verir. Binbaşı kendisine yapılan haksızlığa rağmen iyi niyetinden, insanlığından ödün vermez. Ev sahibine çok kızgın olmasına rağmen, evi özenle boşaltır, eve hiç zarar vermez. Binbaşı bu örnek davranışıyla okuyucudan alkış alır. Ev sahibinin hatası, sağın solun sözüyle, neyin doğru neyin yanlış olduğunu iyice tartmadan hareket etmesidir. Yazar, kişiliği oturmamış ev sahibine yaptığı yanlışın bedelini pahalıya ödetir. Silgioğlu’nun çiçek gibi evini, yeni kiracılar kısa sürede harabeye çevirirler. Kiracıdan kurtulur, bu kez de boşta kalan ev, hırsızların talanına uğrar. Hikâyenin sonunda ev sahibinin aklı başına gelir, yaptıklarına pişman olur.

Dövüş” hikâyesinin konusu, küçük bir çocuğun, parasını zorla elinden alan ve kendisinden yaşça büyük olan zorba bir çocuğa karşı verdiği mücadeledir.

On yaşında bir çocuk olan Akif, dayısından aldığı bir lirayı, okulda arkadaşlarına gösterir. On üç yaşındaki Aziz, okulun zorba geçinen tiplerindendir. Akif’in elindeki bir lirayı görür, hemen yanına gider ve zorla alır. Akif sesini çıkaramaz, parasını kaptırdığı için ağlamaklı bir haldedir. Akif, parasını ister. Aziz “Ne parası ulan… otur yerine!” diyerek onu azarlar. Akif, hocasına şikâyet eder. Bu arada Aziz, parayı saklar. Hoca, Aziz’i yanına çağırtır. Aziz, parayı aldığını inkâr eder. Çocuklar, Aziz’in sakladığı bir lirayı bulup getirirler. Suçlu olduğu ve yalan söylediği anlaşılan Aziz, hocasından temiz bir dayak yer. Aziz, okul çıkışında, yediği dayağın acısını çıkaracağını söyler. Okul dağılır. Akif hem bir lirasını kaptıracağı hem de dayak yiyeceği için korkar. Diğer çocuklar da Aziz’in Akif’i döveceğini bilirler, kavgayı seyretmek için toplanırlar. Akif ne yapacağını bilemez. Kaçmayı da onuruna yediremez. Bir an cesaretini toplar ve dövüşmeye karar verir.

“Kulakları uğulduyor, hiçbir şey işitmiyor ve ne yapacağını da bilmiyordu. Ama, yolunu da değiştirmedi. Ne olursa olsun! O dakika, yeryüzünde azılı bir düşman karşısında yalnızdı. Ne anası, ne babası, ne arkadaşları, ne de hoca! Burada hiç kimse yok. Burada ancak o, kendi kendini kurtarabilir. Çalışıp kurutulmalıdır.”

Kavga başlar. Akif, rakibinin kendisinden üç yaş büyük olmasına aldırış etmez, bütün gücüyle Aziz’e saldırır. Tokatlar, yumruklar, tekmeler birbirine karışır; yerlerde yuvarlanırlar, alt alta üst üste boğuşurlar. Bir ara Akif, Aziz’in sağ elini ısırır, hatta bir parça derisini koparır. Eli kanayan Aziz’in canı fena halde acır. Sokaktan geçen bir adam bunları ayırır, ikisine birer tokat sallar. Adam, kendisinden küçük biriyle kavga ettiği için Aziz’i azarlar. Akif, kendisini ezdirmediği, meydanı böylesi zorbalara bırakmadığı için çok sevinçlidir. Aziz uzaklaşır. Kavgayı seyreden çocuklar Aziz’in arkasından “Ulan… eşşek kadar boyunla bacak kadar çocuktan dayak yedin. Yuuuu!” diye bağırırlar. Bu kavgadan sonra Aziz, bir daha Akif’e karışamaz. Eskisi gibi zorbalık da yapamaz.

Esendal bu hikâyesinde, karşımıza çıkan engelleri aşmak için cesurca mücadele etmemizi söyler, sorunlarla yüzleşmemiz gerektiğini anlatır. Hayatımızın her döneminde birtakım belalar bizi bulabilir. Kaçıp gitmek, tehlikeyi görmezden gelmek hiçbir işe yaramaz. Yazarın özellikle vurgulamak istediği düşünce, sorunları çözmek için başkalarından yardım beklemek yerine, kendi kendimize yetebilmeyi, kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmeyi öğrenmektir. Kimi zaman da belalar kendiliğinden gelir. Kaçmak, uzaklaşmak isteriz, fakat ne yapsak boşunadır, bela karşımıza dikilir. Canımızı yakmadan da gitme niyeti yoktur. Dövüş hikâyesinde Akif, kavgayı seven, kavga çıkarmak için sağa sola sataşan bir çocuk
değildir, aksine kendi halinde, sessiz, uysal, iyi kalpli bir çocuktur. Kavga etmek istemez. Kavga onu bulur. Bir anda kendisini kavganın içinde bulur. Akif, kavga edeceği gencin kendisinden üç yaş büyük olduğunu bilir. Ayrıca bu çocuk, kavga konusunda tecrübelidir, zorbanın biridir. Akif, dayak yiyeceğini adı gibi bilir, korkar. Fakat ne yaparsa yapsın bu beladan kaçamayacağını, canının fena yanacağını bilir. Akif, zor olanı seçer. Kavga etmeye karar verir. Onuru için, bundan sonraki yaşamında ayakta kalabilmek için, dik durabilmek için kavga eder. Sonuna kadar direnir, pes etmez. Gösterdiği bu cesaretin karşılığında galip gelir. Ödülünü almış olur. Bu dövüş, Akif’in yaşamında bir dönüm noktasıdır. Bundan sonraki yaşamında karşılaştığı engelleri, tek başına ve korkusuzca aşacaktır. Bir haksızlığa uğradığında çekinmeden hakkını arayacaktır.

Pazarlık” hikâyesinde, kahve arkadaşlarına deprem anını anlatan bir adamın ölçüyü kaçırarak köprüde beş yüz bin kişinin olduğunu söylemesi, arkadaşları tarafından makaraya sarılması, pazarlık sonucunda köprüde beş bin kişinin olduğuna ikna edilmesi mizahî bir üslupla anlatılır.

Sıcak bir yaz gecesinde mahalle kahvesinin önündeki bahçede üç beş arkadaş oturmuş sohbet etmektedir. Kırk beş yaşlarında olan Faik Efendi, İstanbul’da yaşanan son büyük depremi, heyecanlı ve abartılı bir biçimde anlatmaya başlar. “Ben… hareket olurken Eminönü’ndeydim. Feyzi Bey, Allah sizi inandırdın, o Yenicami minareleri yok mu birbirine dokunuyor ayrılıyor, dokunuyor ayrılıyor, o kaldırım taşları sanki su içinde fasulye kaynar gibi böyle kaynıyordu.

Tramvay beygirlerine baktım, ayaklarını açmışlar oldukları yerde duruyorlar. O mavnalarda ne kadar yemiş varsa hepsi dansa kalkmış. Herkes köprüye koştu, ben de koştum. Köprünün üstüne gelen yığıldı, hilafsız (yalansız) beş yüz bin kişi vardı.”

Kendisini dinleyenlerden Feyzi Bey, köprünün beş yüz bin kişiyi alamayacağını söyler. Faik Efendi, biraz bozulur. Dinleyenlerden bir diğeri, Faik Efendi’nin ölçüyü kaçırdığını söyler. Sohbete katılanlar gülüşmeye başlarlar. Faik Efendi, bu kez köprünün üstünde dört yüz bin kişi olduğunu söyler. Dinleyenler bunu da çok fazla bulur. Dört yüz metre uzunluğundaki bir köprüye en fazla beş bin kişinin sığabileceğini söylerler. Faik Efendi, iki yüz bine düşer, bir süre sonra yüz bine düşer.

“Ben yalan söyleyecek değilim ya, gözümle gördüm. Ana-baba günü, mahalakallah (kalabalık)… diyelim, hadi ben yanılıyorum, beş yüz bin olmasın, iki yüz bin de olmasın; yüz bin kişi vardı ya… Yüz bin kişi az mı?”

Faik efendi, kendisiyle dalga geçildiğini anlar, bu olayı anlattığına anlatacağına bin pişman olur. Dinleyenlerin Faik Efendi ile hesapları sadece sayı konusunda değil, kaldırım taşlarının fasulye gibi kaynaması, minarelerin birbirine değmesi… Faik efendi, yüz binden yetmiş bine, elli bine, yirmi bine, on bine, sonunda kendisiyle dalga geçilmemek şartıyla beş bine razı olur. “Bırakmıyorsunuz ki, insan tatlı tatlı anlatsın, hemen pazarlığa girişiyorsunuz.” diyerek arkadaşlarına sitem eder, kahveden ayrılır.

Hangimiz yapmayız ki bunu? Yaşadığımız bir olayı anlatırken dinleyenlerin dikkatini çekmek, heyecan düzeyini artırmak adına abarttıkça abartmak hangimizin hoşuna gitmez? Hikâyenin baş kahramanı Faik Efendi, içimizden biridir. Yazar, hikâyenin satır aralarında okuyucuyu güldürürken, aynı zamanda sohbet sırasında ölçüyü kaçıran bir adamın nasıl komik bir duruma düştüğünü bize gösterir.

Haydar Bey’in Sakalı” hikâyesi, kişiliksiz bir valinin, sırf yanakları sarkık olduğu için emrinde çalışan bir mühendise kafayı takmasını, ondan hoşlanmamasını, sarkık yanağını kapaması için sakal uzatmayı emretmesini anlatır.

Bir gece kumandanın evinde yemekli bir ziyafet verilir. Sofrada herkes konuşur. Bir ara kumandanın karısı, kolundaki bileziği över. Mühendis Haydar Bey “bileziğe kıymet veren de takıldığı bilektir” diyerek söze karışır. Vali, kaşlarını çatarak mühendisi azarlar. Haydar Bey ile sofradakilerin neşeleri kaçar. Sofradakiler, validen çekindikleri için nasıl bir tepki vereceklerini bilemezler.

Yemekten sonra bahçede vali ile kumandan konuşurlar. Vali, zavallı mühendisin hiçbir kabahatinin olmadığını, onun yüzünü görünce sinirlendiğini söyler. Herkesin önünde Haydar Bey’i yanına çağırır, suratını değiştirmesini, yanaklarındaki sarkıklığı kapaması için sakal uzatmasını emreder. Mühendis, valinin söylediklerinden pek bir şey anlamaz, “Baş üstüne, emredersiniz” diye karşılık verir. Valinin karısı, kocasının bu davranışını doğru bulmaz, buna hakkı olmadığını söyler, kocasıyla tartışır. Vali, emrinde çalışanların, amirine hoş görünmek zorunda olduğunu söyler.

Yazar bu hikâyesinde, kişiliksiz, sorumsuz, duyarsız bir amir tipini eleştirir. Emrinde çalışan bir mühendisi, yanakları sarkık olduğu için beğenmemek, herkesin içinde küçük düşürmek bir valiye yakışmaz. Hikâyede geçen vali, basit şeylere kafayı takan, hasta, kişiliksiz, saygısız, bencil, kaba bir adamdır.

Memduh Şevket bu hikâyesinde, sadece makamını kötüye kullanan valiyi eleştirmez, bunun yanında gördükleri yanlışlığa, uğradıkları haksızlığa sessiz kalan dalkavuk memur tipini de eleştirir. Valinin yemek sırasında mühendise yaptığı terbiyesizliğe herkes seyirci kalır. Valinin yanlış yaptığını, haksız olduğunu bilirler, fakat seslerini çıkarmazlar. Valinin yanlışını yüzüne vuran tek kişi, karısı olur. Elindeki yetkiyi bencilce kullanan böylesi sorumsuz kişilere haddini bildirmemek, doğru bir davranış değildir. Sessiz kalmak, bu tip kendini bilmez makam sarhoşlarına cesaret vermekten başka bir işe yaramaz. Haksızlığa uğrayan kişilerin yanında olmak, onların hakkını savunmak gerekir.

İşin Bitti” hikâyesinin konusu, beceriksiz ve sorumsuz bir nüfus memurunun dikkatsizliği yüzünden, bir köy muhtarını on saatlik yoldan boşu boşuna çağırtması, sonra da “işin bitti” diyerek göndermesidir.

Yeniköy’ün Muhtarı Halil, tarla dönüşü kendisini jandarmanın beklediğini öğrenir. Jandarma, karakol kumandanının kendisini çağırdığını söyler. Gidecekleri yer, köye dört saatlik uzaklıktadır. Kumandanın yanına gitmek demek, dört gidiş dört de geliş sekiz saatlik yol demektir. Halil, yatsıdan sonra karakola varır. Nöbetçi, kumandanın devriyeye çıktığını söyler. Halil, beklemeye başlar. Gece serindir, biraz üşür, heybesini sırtına örtüp uyur. Sabahleyin kumandanla görüşür. Kumandan, kendisini bölük kumandanının istediğini söyler. Bölük kumandanının yanına gitmek demek, altı saatlik yol demektir. Halil çaresiz, yola düşer. Beş saat sonra bölük kumandanının karşısındadır. Kumandan, nüfus dairesine gitmesini, oradan çağrıldığını söyler. Halil, yarım saat de burada bekler. Nüfus memuru, askerlik işlemleri için köyden Hasan adında bir genci sorar. Muhtar Halil, o gencin iki gözünün de kör olduğunu söyler. Nüfus memuru, önündeki dosyada, bu gencin kör olduğu bilgisinin zaten yazılı olduğunu fark eder. “Köyüne git, işin bitti!” der.

Memduh Şevket bu hikâyesinde beceriksiz, sorumsuz memur tipini eleştirir. İşine gereken ciddiyeti göstermeyen bir nüfus memurunun bir anlık
dikkatsizliği, Yeniköy muhtarının boş yere saatlerce yürüyerek eziyet görmesine sebep olmuştur. Konu, askerlik şubesinin köylü bir genç hakkında bilgi istemesidir. Hasan adındaki bu gencin iki gözünün kör olduğu, yani askerlikten muaf olduğu zaten evraklarda yazılıdır. Hasan adındaki bu köylünün dosyasına bakılmadan, bu genç hakkında bilgi almak amacıyla Yeniköy muhtarı on saatlik yoldan çağrılmıştır. Muhtarın verdiği bilgi zaten evraklarda yazılıdır. Nüfus memuru kabahatini anlar, fakat iş işten geçmiştir.

* Memduh Şevket Esendal, Otlakçı, Bilgi Yayınevi, 11. Basım, Ocak 2009  (Alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.)