Balık tutmak isteyen herkes, balık olan bir kaynağa, denize, göle, dereye, ırmağa, gölet’e gider. Artık saati, bölgesi, olta takımı balıkçının maharetine ve tercihine kalmıştır. Karada balık tutma olasılığı yoktur. Tutacağınız balığın cins ve miktarı balıkların güzergâhı ile ilgilidir. İstediğiniz tür balığın, hangi saatte nereden geçeceğini bilirseniz, o saatte orada bulunur ve o gurup balığa uygun oltanızı atarsanız, artık o balıkların güzergâhında, aman dur o oltadır, diyen olmaz ve zokayı yutanlar, akşam ziyafetinde size eşlik ederler. Zokayı yutamayanlar ise, yutamamışlardır, koşturmuşlar ama geç kalmışlardır, eğer bir olta daha gelirse bu sefer tavayla tanışmada başarılı olacaklardır.

Sponsor Bağlantılar

Sizce, şeytan için durum, nasıldır acaba?[i] Malum, şeytan Allah’tan bir müsaade almıştır. İnsanları yoldan, sırat-ı müstakimden dışarı çıkarmak için mühlet istemiştir. Yani onun avları, deniz yerine burada artık sırat-ı müstakimdedir. Onun sırat-ı müstakim dışında kesinlikle hiçbir işi yoktur. Hiçbir usta avcının, sepetteki balıklara olta atmayacağı gibi, şeytan da zaten cepte olarak düşündüğü, sırat-ı müstakimde olmayanlarla uğraşmaz. Ama dosdoğru sırat-ı müstakime dalarak, orada yönünü Allah’a çeviren kulun manevi hali hangi derecede olursa olsun, düşükse bile olsa daha alt seviyeye çekmeye uğraşacak, nihayetinde inkâr ettirerek yoldan çıkarmaya çalışacaktır. Hem de bu konudaki bütün şeytani bilgi ve düşünceleri kullanarak. Tabi bu arada, Allah’ın kendilerinden övgüyle bahsettiği öyle kulları vardır ki onların imanına hiçbir tesiri olamayacaktır.

Hicr Suresi

28,29. Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti.

30.       Bunun üzerine bütün melekler saygı ile eğildiler.

31.       Ancak İblis, saygı ile eğilenlerle beraber olmaktan kaçındı.

32.       Allah, “Ey İblis! Saygı ile eğilenlerle beraber olmamandaki maksadın ne?” dedi.

33.       İblis dedi ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem.”

34,35.  Allah, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir” dedi.

36.       İblis: “Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi.

37,38.  Allah da, “O hâlde, sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin” dedi.

39,40.  İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi.

41,42.  Allah, “İşte bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur” dedi. ( Diyanet meali )

Yani buradan da onların geri dönülmez bir imana geçiş yaptıklarını anlayabiliriz. Görüldüğü gibi şeytan bile boş işlerle uğraşmamaktadır. İhlâsa erişmiş kulları, yoldan çeviremeyeceğini yani onların geri dönülmez bir iman üzere olduklarını bildiği için, çabalarının bir işe yaramayacağını da itiraf etmektedir. Hem Celal sahibi olan öyleleri vardır ki yanına yaklaşmaya cesaret edemez.

Geri dönülmez bir iman sahibi olmak, Allah’ın büyük bir nimeti değil midir? Konumuzda sırat-ı müstakim olduğuna göre, herhalde Fatiha-ı şerifte “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” dua mealindeki emri şerifte bahsedilen nimet verilenlerin, artık her türlü zokayı tanıyanlar olduğunu anlıyoruz.

Yaratanımız bizi balık gibi bırakmamış, “nimet verdiklerinin yoluna ilet” diye dua et diyerek, onların yanında bulunmamızı ve şeytanın zokalarından haberdar edilmemizi istemiştir. Bu işte de ilk asıl olan, onları mutlaka bulabilmiş olmak değildir. Çünkü “namaz kıl” der gibi bir emir vermemiştir ama dua et emrini vererek, kendine nimet verilenleri arama çabalarına girmemizi istemiştir. Rabbim bana ekmek ver diye dua etmekle kalmayıp, ekmek için çaba harcamamız gerçeği, dünyanın kanunudur. Tabi onları bulduktan sonra ise “Salihlerle, Sadıklarla beraber olun” ( Tövbe Suresi ) emrini hatırlamamız gerekmektedir.

Tövbe Suresi

119.     Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun. ( Diyanet meali )

Öncelikle hiçbir şekilde Arapça dilini, özellikle bin dört yüz sene önceki lisan ile ve belli bir sanatsal ahenk etkisinde indirilen Kuran-ı Kerimimizi anlamaya ehil olmadığımı itiraf ederek dikkatinizi çekmek istiyorum. Fakat üzerine durduğumuz meseleler, Müslüman bir toplumda yaşadığımız için sürekli etkilene geldiğimiz konulardan kaynaklanmaktadır. Yani, diğer okuduğumuz mealler, dinlediğimiz hoca efendiler, dinlediğimiz umum sohbetler ve bazı kelimelerin Türkçeye de yerleşmiş olması sebebiyle, bizde anlar gibi olmamızdan kaynaklanan bazı şuuller oluşturmaktadır. Bu oluşan şüphe ve şuğuller neticesinde aklımızda oluşanları da paylaşmanın doğru olduğunu düşünüyorum. 

Artık konuya geçersem, Tövbe suresi 119. Ayeti kerimenin diyanet mealindeki  “Doğrularla” yerine ayetin içinde geçen “sadıgıyn” kelimesinden hareketle “sadıklarla” demeyi, kendimce daha doyurucu buluyorum. Sadakatsizlik yapan birisinin, dürüstçe itiraf da bulunması, toplumca zanlarımıza kazınmıştır. Bu sebeple, sadakat sıfatı daha geniş bir yelpazeye hitap ediyor gibi durmaktadır.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ ﴿119﴾

Ya eyyühellezine amenuttegullahe ve künu meassadıgıyn ( 119 )

Sadık sıfatının, peygamberimiz zamanı için düşündüğümüzde Sıddıkı ekber denerek, Ebu Bekir Sıddık Hazretlerine layık görülüp, nasıl bir sadakat olduğunu iyi tartmak lazım. Bu arada salih kulların alelade kullar olmadığını, incelendiğinde Allah’ın peygamberlerden bahsederken, onlar salihlerdendi gibi deyimler kullandığını görüyoruz. Bütün peygamber efendilerimizin mükemmel olduğuna bizler zaten inandığımıza göre, buradan alacağımız ders, peygamberlerin salih olduğunu anlamak değil, salihlik sıfatının peygamberler gibi temiz olanlara ait olduğunu anlamaktır.

En’am Suresi

85 – Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı doğru yola erdirmiştik. Bunların hepsi salih kimselerden idi. ( Diyanet meali )

Fakat fecr suresinde;

27.       (Allah, şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!”

28.       “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”

29.       “(İyi) kullarımın arasına gir.”

30.       “Cennetime gir.” ( Diyanet meali )

Ey mutmain olmuş nefs diye hitap edilen şahıs, henüz safiye ve salih olmamasına rağmen, ayrıca da katiyetle peygamber olmamasına rağmen, rabbinden razı ol, rabbinde senden razı olsun ki salih, ibadi kullarıma karış hitabına mazhar olmaktadır. Yani, peygamber olmayan kişiliklerinde, Allah’ın yolunda ilerleyerek çok yüksek ve peygamberlerde öne çıkan bir özellik olan salihliğe ulaşabileceklerini görüyoruz.

Umuma seslenen Kuran-ı Kerim böylece, her zaman ve her yerde, peygamber olmadıkları halde, salih kullar mertebesine yükselebilen kulların varlığını da müjdelemiş olmaktadır. Yine bize, sadıklarla beraber ol, salihlerle beraber ol gibi emirler verilmesine rağmen, peygamberle veya peygamberlerle beraber ol, şeklinde emirlerle karşılaşmamaktayız. Çünkü bu ümmetin başka peygamberlerle, yeni bir peygamberin şeriatı için karşılaşması olmayacaktır. Hz. İsa’nın gelişi söz konusu olsa da, o da peygamberimizin şeriatı ile amel ve ibadet edecek bir salihdir.

Yukarıda yazılanlardan aynı zamanda ben zaten sürekli peygamberimizle beraberim, daha büyük Salih mi var? Gibi yaklaşımların bizi aldatabileceğini, hak yönden gelen düşüncelerle aldatabileceğini anlayabiliyoruz. Çünkü doğruyu, yaşayan salihlerden bizzat izlemek ve duymak mümkündür. Tabi ki birebir peygamberimizin aynısı olmayacaktır. Ama bize göre farkı ayırt edemeyeceğimiz kadar yüksek bir kemalat sahibi olduklarından maksat’a hizmet edecektir. Oysa görme şerefine nail olamadığımız peygamberimiz efendimizin, şu anda bizim içinde bulunduğumuz konumda olsaydı nasıl davranacağını kestirmemiz olası değildir. Ya da yüksek şahsiyetleri hakkında hatalı bilgilere düşebiliriz.

Bizler, Hz. İbrahim’in dininden olarak, Hz. Muhammed’in şeriatını olduğu gibi kabul ederiz. Onun bize bıraktığı yoldan yürüyebilmek için de, o yolu çok iyi öğrenmiş ve onun Sadığı olmuş Salih kulları bulunca, “Salihlerle, Sadıklarla beraber olun” (Tövbe Suresi) emri şerifi gereği, sadıklarının sadığı oluruz. Salih olamasak da, bir gün hakiki olması ümidiyle, Salihleri taklit ederiz. Samimiyetle taklit edeni, Allah amaca nail eder.

..

Ateş-i aşkınla yandır Salih’i ( Allah aşkı )

Şarab-ı lebinle kandır Salih’i ( Allah sohbeti )

Taklitten tahkike döndür Salih’i1

Af eyle hizmette noksanımız var2

                                           Salih baba

Şarâb-ı leb = Söz, sohbet, dudak şarabı, aşk.

Tahkik = Hakikat

1 = Taklidi imandan, hakiki imana, mutmaine gibi

2 = İbadet ve işlerimizdeki noksanlar

Leb = Dudak.

Nimet verilenler, ibadi olanlar, salih olanlar, bizim dürüst olduğunu düşündüğümüz her hangi bir arkadaş değildir. Dürüst olduklarını düşündüklerimizle beraber olmak zaten bize her türlü durumdan çıkarabileceğimiz bir görevdir. Üstelik o arkadaşlarımızda ekseri bizim gibi, şeytanın oyunları karşısında çok acemidir. Çok açıktır ki kendilerine nimet verilenlerin yolu, bulunduğumuz yerden bakılarak anlaşılamaz. Ama bu belki biraz çevremizde, belki de biraz da tarihte yapılacak araştırma ve yolculuklara da bağlıdır. Mesela;

Diyanet tefsiri; Fatiha Suresindeki kendine nimet verilenler tanımlaması için bize tarihe bakmayı önermektedir. Nimet verilenleri tarih sayfalarında arayıp, onları incelememizi ve nasıl bir yaşam ve sona ulaştıklarını tahayyül ederek onları anlamamızı önermektedir.

1 Fatiha Suresi

7 –  Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!( Diyanet meali)

7 – Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir baş­ka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyur­duğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenle­rin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dö­nüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda gö­rülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması,[1] yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.

Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste[2] Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fatiha’yi) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum diledi­ğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (na­mazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur” deyince Al­lah, “Kulum bana hamdetti” buyurur. Kul “rahman ve rahim” deyince Allah, “Ku­lum beni övdü” der. “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliği­mi dile getirdi” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” de­yince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacak­tır” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gaza­ba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İste bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.(Diyanet tefsiri)

Bu mübarek cümlelerin yer aldığı şifalı tefsiri de okuduğumuzda, zayıf bilgilerimizin kuvvetlenmeye başladığını ve bize bildirilen bilgilerin ışığında gönlümüze daha farklı yeni düşüncelerin de doğduğunu fark ediyoruz. Herhalde uzmanlar anladıklarının tamamını yazmaya kalksaydı, önümüzde okumaktan korkacağımız, ciltler dolusu tefsirler olurdu. Diyanet tarafından görevlendirilmiş hocalarımızın, öğretmenlerimizin, engin hoşgörü ve aflarına sığınarak, bu tefsir ve izahatları okuduktan sonra, okuduklarımın ışığında gönlümde tetiklenenleri de burada bahsetmek istiyorum.

“Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste” diye başlayan bölüm, birinci bölümden tamamen ayrı olduğu için, o bölümü orijinal metinde bir boşlukla araladım. O bölüm de tek başına bir hadisi kutsiyi olduğu gibi aktardığından, ayrı bir tefsire ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. En azından o bölümle ilgili düşüncelerimi aktarabilirim;

Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gaza­ba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.

Burada bahsi geçen kul, dürüst yaşamaktadır. Yani tarihte birçok örneğinde rastlayacağımız gibi, namazını kılmaktadır, ibadetini yapmaktadır, ibadetinde samimidir çünkü Yüce Allah kulum diyerek onu muhatap almaktadır. Bu günün gözüyle bakarsak da günde en az kırk defa Fatiha-ı şerifi okumaktadır. Bunları da bu güne kadar edindiği bilgiler ışığında yani tam anlamı ile tarihi bilgiler ışığında yapmaktadır. Şu haliyle de sapkınların yolunda olmayı asla istemeyen bir kuldur.

Tarihle ilgili olarak gücü nispetinde bilgisi ve buradan kaynaklanan yargıları vardır. İslam doğrudur. Peygamberler haktır. Doğru yaşadıkları için her iki dünyada da galip getirilmişlerdir. Zalimlerin sonu hüsran olmuştur, şeklinde tarihi bilgilerdir bunlar.

Birinci kısım olarak da isimlendirebileceğimiz kısımda izah edilen tarih olgusuyla bakıldığında, bu kulda tefsirde olması gerektiği ifade edilen hal oluşmuş veya öğrendikçe kemalata doğru yol almaktadır. Bu hal üzere olduğu için muhatap alınarak, Yüce Allah tarafından, ona bu yakarış önerilmektedir. Kul bu şuurda olmasa zaten seccadeye yaklaşmayacaktı. Böyle bir isteği olamamış, en azından Yüce Yaratıcının tarif ettiği bir formda talebi olmamış olacaktı.

Yani kul geçmişi ve belki şu anda da var olanları inceleyerek bir yandan namazını kılıp Fatiha’sını okurken oluşacak bilinçle, onlar gibi olabilmeyi daha derinden arzu eder hale gelecektir. Böylece de Allah’ın duasını etmemizi istediği şeyin bilincine daha bir şuurlu ulaşacaktır.

Ama gerekli bilgi birikimine ulaşarak şuura erişen kulda, Ayet-i Kerimede olması gerektiği ifade edilen hal, yani kendisine nimet verilmiş olma durumu veya onların yoluna erişebilmişlik durumu mevcut mudur? Mevcut olsaydı bu halin verileceği taahhüt edilmez ve bu dua mealindeki Ayet-i Kerime hâşâ olmazdı.

Fatiha’da ki kul “bir baş­ka ölçüt ve delil” olarak tarihe bakarak ve tabi ki başka yollarla da edinilecek şuura artık sahip olduğuna göre ve herhangi bir avamda örnekleri inceleyerek Fatiha’daki isteyen kul durumuna gelebilmiş ise, hala elde edemediği, Yüce Allahın vermeyi taahhüt ettiği bir nimet yolu gözükmektedir. Bu yol nedir? Nimet verilenler kimlerdir?

Bence “Kendisine cennet verilenlerin yoluna” deyip geçemeyiz. Tabi ki bu nimet aynı zaman da cennettir de. Ama cennet zaten açıkça defalarca bahsedildiği gibi, kulun şu anki davranışları da cenneti işaret etmektedir. Bu durumda tarihte cennete alınacakları garantilenmiş, bizim dönüp inceleyeceğimiz kullar kimlerdir sorusunu sormamız gerekirdi. Oysa bu soru çok zordur. Çok az kişiyi içerir.

Buradan bakıldığında amel ve ibadetlerin istendiği formda yapılmasının dışında bir sırat-ı müstakim ve bu amel ve ibadetleri istendiği formda yapmanın dışında kendisine nimet verilenler olduğu meydana çıkıyor. Yani neredeyse layıkıyla, en azından Allah’ın kabul edeceği tarzda Fatiha’yı okuyabildiği halde hala ulaşmayı ümit etmesi gereken bir yol ve nimet verilenler işaret ediliyor. Belki de o nimet aynı zaman da Fatiha-ı şerifi layıkıyla okumayı da içeriyordur. Mesela;

“Hamd âlemlerin Rabbine aittir” deyince ilk anlaşılanın dışında bir anlamla “Ya! Rabbim sana hakkıyla hamd edebilmek ancak Sana mahsustur, hamdı layıkıyla ancak Sen yapabilirisin. Bizim hamdımız Sana eksik kalır, eğer biz bu eksiğimizi idrak edersek Sen bizi hamd etmişlerden sayar ya da bizim adımızla kendine has mübarek ağzınla hamd edersin ”  demek olduğunu sadece sözle değil öz ile anlamak olabilir. Ayrıca nimet verilen kullar eğer avamdan seçilerek, Salih kullar mertebesine ulaşmışlarsa, 7 Araf Suresi 196 da ki “Çünkü benim velim, Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder. (Diyanet Meali)” Veya “Benim Salih kulumun konuşan dili, benim dilimdir.”hadisi kutsisindeki gibi, velisi olan Allah’ın belki de onun ağzıyla dua etmesi mümkün hale geliyordur.

Birinci kısımda ise Tarihe bakıp, nimet verilenleri ve onların tuttuğu yolu tahmin edip ya da inceleyip araştırıp kati olarak tespit edip o yolu takip etmemiz öneriliyor. Ya da basitçe işte şu an elimizde bir doğru yol var, bakalım geçmişe bu yolu uygulayanlar mı bahtiyar olmuş yoksa terk edenler mi? Sorusunu sormamızı öneriyor.

Onlar hangi yolu tutmuş bende o yolu tutayım demek, mükemmel bir usul olmakla beraber yanında başka ihtiyaçlarımızı da ifade ediyor. Daha önceki satırlarda bahsettiğimiz gibi, o tarihte yaşamış salihin “bu gün olsa ne yapardı?” sorusuna vereceği cevabı tahmin etme olasılığı genellikle neredeyse yoktur. Bu durumda bu gün tutacağımız yol nasıl olacaktır.

Eğer kendisine nimet verilerek şu anda yaşamakta olanlar var ise ki Yüce Allah’a hamd olsun Ayet-i Kerime hala var öyleyse onlarda bir yerlerdedirler. Onlar bize inancımızı yaşayabilmemiz için canlı örnekler olurdu. Tarihi bilgilerde imanımızın yanında, öğrendikçe keyif duyacağımız çok güzel bir çalışma olurdu. Bu arada Diyanet kurumunu da bizim için mevcut nimetlerden olarak değerlendirmeliyiz diye düşünüyorum.

Bu satırlarla, çok kıymetli bu tefsirin ışığında bende oluşan düşüncelerin bir kısmını dökmüş oldum. Kusurlarımdan oluşan sürçü lisanlardan özür dilerim.

Uzunca bir aradan sonra tekrar geriye dönersek, insana dört tane büyük düşman, sürekli olarak sayıla gelmiştir.

Nefs

Şeytan

Dünya

Kötü arkadaş

Bilindiği gibi nefs en kötü düşman olarak anılmıştır. Çünkü nefsin en kötü hali olan nefsi emmare, zaten günah, sevap, helal, haram ayırmaz. Şeytan ona olsa olsa ders almaya gider. Ama kul nefsi emmare de dahi olsa, yönünü Allah’a çevirdiği anda, şeytanda bir telaş başlar. Kul yönünü Allah’tan çevirmediği müddetçe de, şeytan onu hiç bırakmadan takip eder. Kulun aldığı mesafeler artarak, yükseldikçe, şeytanın verdiği vesveselerde büyür. Bu arada şeytanın söylediklerini cazip bularak, şeytana uyan nefsler ise cazip bulduğu için uymuştur. Yoksa şeytan onu tabanca ile tehdit etmemiştir, etmezde.

Yine dünya ve kötü arkadaş da, nefsin arzularını kamçıladığı oranda etkilidirler. Ama nefsine hâkim olmaya azmetmiş bir kişiye klasik anlamda, aklımıza ilk gelen şeytanın tahrikleri, kışkırtmaları, dünya ve kötü arkadaş ona zarar veremez. Ondan uzak kalmış olurlar. Bu uzaklık açıktır ki kulun mücadele azmi ile ilgilidir.

Şeytanın tahrikleri, kışkırtmaları etkili olamaz ama bu, usta avcının yeni oyunlarını devreye sokmasından başka işe yaramaz. Nefsi hala hakkıyla ıslah olmadığı için devre de olan kul, nefsin fark edilemeyen oyunları ile şeytanın yeni oyunlarına yem olur.

Nefs-i emmârenin bilinmez fendi

Gönül şehri bahr-ı Nîl olmayınca

                                       Salih baba

Nefs kalın bir perde gibi hakikatleri örttüğü için, kulun kalp desteğinden de mahrum kalmasına sebep olur. Kulun kalbinden gelecek olan bilgiler, onun akli bilgilerine destek olacaktır. Ama daha önce bahsettiğimiz nefsin hallerinden, itminan olmuş nefs diye andığımız “ırci” hitabına ermiş nefs “ (Fecr 28) için bu böyledir. Hayrın ve şerrin ondan geldiğini anlamış ve aldığı hitapla sükûnete ermiştir. Kalbinin derinliklerinden gelen bilgiyi de artık ayırt edebilmektedir.

Yine benim en kolay ulaşabildiğim, marifetnamenin ikinci cildinde ise nefsin tüm merhale ve özelliklerini, merak edenler daha ince ayrıntıları ile okuyabilirler. Mutmainne yani itminan olmuş nefs olan dördüncü makamdan önce üçüncü basamak olarak mülhime vardır. Bu ismi alış sebebi ise kendisine melek veya şeytan olmadan doğrudan doğruya ilham geldiği sebebi ile olduğunu konunun önemi sebebiyle yinelemek istiyorum. Fakat melek ve şeytan aracılığı ile gelen bilgilerde vardı. Bu sebeple bunları birbirinden ayırt edememekte idi. Hatta bu yüzden nefsin en zorlandığı basamağı olarak anılır. Mülhimenin bu özellikleri yani vasıtasız ilham alması artık komşu olduğu mutmainneye yaklaştıkça artmaktaydı. İşte mutmainneye ulaştığında ise artık itminan olmuştur. Emindir, kalbine gelenlerin hak olup olmadığını çok rahat anlayarak, hak olmayan düşünceleri Nil nehrine atmış gibi rahatlıkla uzaklaştırır.

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî

Bütün azaları dil olmayınca

Nefs-i emmârenin bilinmez fendi

Gönül şehri bahr-ı Nîl olmayınca

                                      Salih baba

Onun bu hali, gayrullahı ( Allah’tan gayrısını ) uzaklaştırabilme kabiliyeti sayesinde, kalbinde Allah’tan başkasını bulundurmadığı için zikirdir. Artık damarlarında dolaşan kan, Allah’tan başkasını düşünmeyen bir kalp ile pompalanarak, vücudun en ücra organ ve azalarına kadar taşınır. Ledünni ilmine açık bir kul haline gelmiştir. Kandırılamaz, aldatılamaz. Ancak o isterse, yanlış yolda olanları kandırıp, doya doya suya kandıranlar gibi kandırıp, Hakka davet edebilir.

Dördüncü basamak olan mutmainneden önce ki nefsin bütün hallerinde, şeytandan veya haktan gelenleri ayırt edememekten dolayı, şeytan sürekli haktan saldırmaktadır. Eğer insanları uyarabilecek, o yolun nimet verilenleri itibar görmeyerek, arka planda kalırlarsa, sahte yol göstericilerde şeytanın işini kolaylaştıracaktır. Ve maalesef ortalıkta, şeytanın tesiri altında olmayan bir sürü inançsızın, isyan dolu fakat kendi arzularına hizmet eden akıllı davranışlarının yanında, şeytanın aldatmaları ile hem komik duruma düşen hem de takip ettiğini iddia ettiği yolu, yani İslam’ı yanlış dahası şeytani tanıtan Müslümanlarla dolmaktadır. Mesela;

Yurt dışında yapılan kalp kapakçığı ameliyatları, gurbetçi vatandaşlarımızın nakilleri sayesinde, önemsiz gibi görünen ayrıntıları ile kulaklarımıza ulaşmaktadır. Bu işin uzmanı olan doktorlar, bu tip hastalıkta eğer suni, orijinal olmayan bir kalp kapakçığı takılacaksa, hastalarda yapılan gözlemlerine de dayanarak, en sağlıklısının domuzlara ait kalp kapakçıkları olduğunu ileri sürüyor ve öneriyorlarmış.

Çoğunluğu Türkiye haricindeki, başka ülkelerden olan Müslümanlar domuz etinin haram olması sebebi ile kesinlikle, domuz kalbi kapakçığını kabul etmiyorlarmış. Bizim gurbetçilerimiz de bu durumdan etkileniyorlarmış. En azından taktırmak isteyenlere de zayıf Müslüman gözü ile bakılıyordur, herhalde. Oysa insan etini de yemek yasaktır, haramdır. Fakat hepimizin kalp kapakçığında insan etinden kapakçıklar vardır. Yani biz onları yemeyiz, bize hizmet ederler. Üstelik haram edilenler, ayeti kerimeler de zaruret halinde bir miktar serbest bırakılmışlardır, amaç yemek bile olsa[ii].

O zaman domuz kalp kapakçığının haram olacağını iddia ederek insan hayatını tehlike atan bu fetvalar, nasıl ortaya çıkmaktadır? Yeri gelmişken, Domuzcukların eti yasak kılınmıştır fakat Yüce Allah’ımızın bir amaç doğrultusunda var ettiği domuzcukları kötü görmek, tiksinmek, aşağılamak hakkımız asla yoktur. Onlar insanların bazıları gibi, ilahi gazabı üzerlerine çekerek, cehenneme de girmezler.

Biz şimdi domuz kalp kapakçıklarının caiz olduğunun fetvasını veremeyiz, buna yetkimiz yok. Ama caiz olmadığını söylemeye yetkisi olmayanların bunu böyle yapmaları ve başkalarının da sağlığı ile oynamaları, ne kadar doğrudur? Yani ne kadar dürüsttür? Yani  “İman Allah’a inanmaktır, İslam dürüst yaşamaktır” hadisi şerifini hatırlayınca, ne kadar İslam’dır?

Bu verdiğimiz örnek uç boyutlarda bir örnektir. Ama yorulmak nedir bilmeyen şeytanın, bize gün içindeki oyunlarını tahmin etmek hissetmek mümkün değildir.

“Ameller niyetlere bağlıdır” hadisi şerifi gereği, bir insanın bir işi yaparken, güzel olduğunu düşünerek yapması, güzel bir şeydir. Tabi aynı zamanda, azimettir. Yani sonuçlarına da babalar gibi katlanacaktır. İyi niyetle ikinci kattan atlayan, ayaklarında ki alçılardan da, isyan etmeden mutluluk duymak zorundadır. Bu özdür, temeldir. Bunun tam terside geçerlidir.

Yine bir insanın, bir işi, kötü olduğunu, olacağını bilerek, düşünerek, azmederek yapması, hasbelkader iyilikle sonuçlanıp, o da eski kötü niyetinden vazgeçip, iyi sonuca sevinmezse hüsrandır. Asıl olan insanın, niyetinin peşine düşmüş olmasıdır. Bu hadisi şerifin geçtiği ortamlarda, en çok verilen örnek bir olay veya dersliği beraberce hatırlayalım mı?

Yolcumuz, çölde seyahat etmektedir. Aç, susuz, bunaltıcı yolculuğunda perişan bir haldedir. Çok umutsuz olduğu bir anda, bir su kuyusu ile karşılaşır. Fakat aşağıdan su çekebilmek için, herhangi bir sistem mevcut değildir. Zorluk ve zahmet dolu bir çalışma sonucunda, kendisine kuyudan su içmesine imkân tanıyan bir sistem oluşturur ve suyuna kanar. Fakat kendisinden sonra, bir yolcu daha denk gelirse, gelecek olan şahıs uğraşmasın, suya kolayca ulaşsın niyetiyle, kurduğu sistemi yerinde bırakır. Bu hareket, kendinden başkalarını da düşünmek olan İslam’ın, özünü yakalaması sebebiyle, Yaratan tarafından beğenilmiş, Onun hoşuna gitmiştir.

Tahmin edilen yolcu, aylar sonra, aynı su kuyusuna rastlar. Çok sevinerek kuyuya doğru hızlanır. Fakat kendinden önceki yolcunun, kuma çaktığı sağlam bir kazığa takılarak düşer, canı oldukça yanmıştır. Suyunu içtikten sonra, bir başkası da buraya takılmasın diye kazığı söker. Bu hareket de Yaratan tarafından beğenilmiş ve sevap hanesine geçmiştir.

Tamamen birbirine tezat iki hareket, bir kişi yere kazık çakıyor, diğeri söküyor. İkisinin de niyeti güzel olduğu için, aynı güzel sonuçta buluşuluyor.

Hayatı yaşarken, güncel meseleler her zaman, örnekte olduğu gibi, saf iyi niyet ya da tersi durumlarda ki gibi salt kötü niyet şeklinde ayırıma tabi tutulamazlar. Düşüncelerimizi ve niyetlerimizi etkileyen, yine bizden kaynaklanan, birçok etken vardır. Bu etkenlerin çoğu aslında dışarıdandır ama asıl olan dışarıda şekillenen bu olayların, bizim aklımızda kalbimizde şekilleniş tarzıdır.

Bir işe iyi niyetle girmiş olmamız veya sonunun kötü olacağını anlayamadan, iyi olacağını zannederek girmiş olmamız, bizi her zaman iyi sonlara götürmeyebilir. Her zaman iyi sonuçlara ulaşabilmemiz için sarsılmaz bir iyi niyetler zinciri, sabır, teslimiyet, hayır ve şerrin, bize dokunan her şeyin Allah’tan geldiğinin tam bir inancıyla, sonuna kadar gidebilmemiz gerekmektedir. Bu ise zaten nefs tezkiyesini tamamlamış olanların işidir. Yani yüksek rütbeli velilerin işidir.

Bizlerin, gelecek olan sorunları, sıkıntıları, problemleri, mezara kadar hiç düşüş göstermeyen bir edep, ihlâs, muhabbet ve teslimiyetle karşılayabilmemiz olanaksızdır. Yani Allah’tan gelecek her şeyi, tebessümle, olgunlukla ve iç huzuruyla yaşamamız, düşünülemez. Mutlaka eksikliklere düşeriz. İyi niyet olduğunu düşünerek, zannederek tetiklediğimiz bir hareketler zincirini de, yine bir iyi niyetler zinciri ile takip ederek yaşamamız çok zordur.

İyi niyetle çıktığımız bir yolda karşılaşacağımız olaylar da, iyi niyetimiz, kanun ve kuralları değiştirmez. Hiçbir kötü niyetimiz yokken, bizim irademizin vesile olduğu, maddi, manevi zararla sonuçlanan, bir kazada sorumluluğumuz yoktur ama artık çok zorlu imtihanlar serisi başlamıştır. Sabır, teslimiyet, rıza isteyen sınavlar.

İyi niyetimizin temeli, bildiklerimiz, gördüklerimiz, anlayış ve izanımızdır. Elde ettiğimiz veriler ışığında, niyetlerimizi oluştururuz. Dağın ardını göremeyen, başa geleceği bilemeyen hissiyat, yanılmaya çok açıktır. Hele birde şeytan haktan görünerek saldırıya geçmişse… Burada sorumluluklar, başlıyor demektir.

İyi niyetle bir işe başladık diyelim, iyi niyetle başladığımız bu işte, ben bilirimcilikten kaynaklanan, enaniyet, varlık ve başka komplekslerin etkisi olabilir. Hâlbuki bilgimiz yetersiz kalmış ve belki de şeytan, bizim formüllerimize, bizim tarafımızdan bilinmeyen fonksiyonları katmıştır.

Mübarek örneğimizdeki gibi çölde tek başına olmayan bizlerin, bu sebepten kaynaklanan başka başka sorumlulukları da başlar. İstişare ile doğruyu aramamak, fikir alış verişinde bulunmamak, eğer yakınımız da “Kullarımdan bazılarına, şeytan hiçbir zarar veremez”[iii]ve benzeri durumunda ki kullardan varsa, onların tavsiyesine danışmadan yapılan işler bilgisizlikle ya da ben bilirimcilikle başlanan işler olurlar.

Artık bu durumda iyi niyetten bahsetmek, tehlikeye girmiştir, güçleşmiştir. Kendi kendimize, iyi niyetimizle, niyetlendiğimiz işler, başımıza bir sürü sorun açmıştır. Şimdi bu sorunlarla, muhtemelen de tek başımıza karşı karşıyayızdır. Bundan sonrası için, yapabileceğimiz tek bir iyi niyet yolu kalmıştır. Oluşan tüm aksaklıkların vesilesi olarak hiç kimseyi sorumlu tutmadan, kendi nefsimizi araştırmamız başlangıç olmalıdır. Bundan sonraki davranışların da, aslı kötülük olan nefsimize işi bırakmamak, meydana gelen sonuçları ise Allah’ın güzel birer hediyesi olarak görüp, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek yaşamaktır.

Görülüyor ki, nefsimizin hataları, yanlış bilgileri, gizli arzu ve istekleri veya vesvese bizi yanıltabiliyor. Bunu düşünmeden yani şeytan beni aldatamaz ya da ben her zaman doğruları bilirim şeklindeki niyetlerle başlanan işler, baştan niyeti bozmuş ve kötü yöne yönlendirmiş olur. Bir kılavuza danışılmadığı ya da dürüst birileri ile istişare, fikir alış, verişi yapılmadığı için, sorun doğmuştur. Hâlbuki fikir alış, verişi, Allah’ın yardımını celp eden, cezb eden bir sünnettir.

Gerçekten iyi niyetle, enine, boyuna tartarak giriştiğimiz işlerin sonuçları kötü olursa, niyetimizin sorgulanmasından alnımızın akıyla çıksak bile, kendi hesabımıza başka sıkıntılarla karşılaşabiliriz. Mesela;

Bilinmeden alınan alkolün, sarhoşluk verici tesirinden kurtulamayız, ya da yüksekten düşen bir bebek, safiyeti sebebiyle öylece boşlukta asılı kalarak bekleyemez. Kurallar işleyecek ve sonuçları hazırlayacaktır. Yeni oluşan sorunların içinden çıkılabilmesi için, şeytansız, nefsin oyun ve tuzaklarından halas olmuş, yeni niyetlere ihtiyaç vardır. Bu durumda sözde iyi niyetle, nefsimize veya şeytana elimizi vermedik ama kaptırdık. Artık kolumuzu kurtarmak çok zor bir hale gelecektir.

Koruma altında olmayan insan, bütün hayatı boyunca sayılamayacak kadar aldatmaca ile Allah için bir şeyler yaptığını sanarak, sonunda tahammül edemeyeceği hallere sürüklenir. Çünkü yürümek ve ilerlemek istediği sırat-ı müstakimde şeytan, hep onun bir adım önünde ve arkasındadır. Allah’ım bizi, şu yetki verdiğin şeytandan korunmak için, kendisine nimet verdiğin, salih olan, sadık olan, ibadi olan kullarınla karşılaştır, duasına sarılmaktan başka hiçbir çıkar yolu kalmaz.

 

[1] meselâ bk. Müsneâ, IV, 378; Tirnıizî, “Tefsîr”, 2

[2] bk. “Saiât”, 38


[i]

 7 Araf Suresi

16 – Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru ( Sırat-ı Müstakim ) yolunun üzerinde elbette oturacağım.” ( Diyanet meali )

[ii]

2 Bakara Suresi

173 – Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ( Diyanet meali )

Not: İslâm’da zaruretlerin mahzurları ortadan kaldırdığına en güzel delil bu âyette ifadesini bulur. Bir haramı helâl saymamak ve haddi aşmamak kaydiyle bazen zaruret miktarınca, yasak bir iş işlenebilir. Yenmesi haram olan şeyler ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Nahl sûresi, âyet, 115. ( Diyanet yorumudur )Ayrıca 6 Enam Suresi 145 ve 16 Nahl Suresi 115’  de benzeri emirleri bulabilirsiniz.
Devam edecek…

[iii]

16 Nahl Suresi

99 – Gerçek şu ki; şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur. ( Diyanet meali )