Belki de kendisine sorular sorulduğun da cehaletinin ortaya çıkmasından korkan sahte âlimler gelmiştir. Sahtekârlıktan kaynaklanan cehalet, bir şeylere cevap verememek değil her şeyi bilmediğinin ortaya çıkmasının korkusudur, diye düşünüyorum. Her şeyi bildiği iddiası ile cehalet makamından şarlatanlığa soyunanlar, hiç eksik olmamıştır. Böylece de bilhassa asil sorularla başlayan güzel dinimiz soru sorulamaz bir tabular karargâhına dönüşmüştür, kimi zaman ve yerlerde.Oysa peygamberimiz, efendimizin kendisine Allah için sorulan soruları övgüyle karşıladığı bilinmektedir. Tabi ki kötü maksatlı ya da maksadını aşan sorular konumuza dâhil değildir. Ayrıca sohbet ortamın da süregelen bir muhabbet akışını lüzumlu, lüzumsuz bir soru ile bölünmesini de uygun bulmadığım gibi sohbet sahibine saygısızlık olarak da atfediyorum. Yani sorularımızı yerli yerinde sormamızın uygun olduğunu düşünüyorum. Bu noktadan hareketle anahtarlara ulaşmanın gerçek anahtarı olduğunu düşündüğüm soruları arayalım diyorum.

Sponsor Bağlantılar

Acaba otuz üç yaş bir anahtar mıdır? Cennete otuz üç yaşında giren bir insan seneye otuz dört mü olacaktır? Eski dinlerde ve bunlardan etkilenerek türeyen kültürlerde otuz üç ne anlam ifade eder? Yoksa bu bir sır mıdır? Peygamber efendimiz, belki de zamanın farklı olacağı veya hiç olmayacağı, o bizim zanlarımızdan farklı mekânlar da yaşımızın otuz üç olacağını kast ederken, bize ne söylemektedir? Ahret mekânların da bir güneş ve etrafında ki turu üç yüz altmış beş günde tamamlayan bir dünya muhtemelen olmayacağına göre bu otuz üç nedir? Sanki yavaş, yavaş anahtarlar veya bulunduğu kasalar kendini göstermeye başladı gibi. Eğer kıymet ifade edebileceğini umduğumuz başka sorularda aklımıza gelirse, onları da kayıt altına alır ve cevaplarını aramaya çalışırız. Şimdi isterseniz otuz üçle ilgili ilk etapta aklımıza geliveren birkaç olguyu sıralayalım. Zihnimizde bir şeyler canlanır mı, diye.

Cennetlikler için kast edilen otuz üç yaş,
Peygamberimizin bir dişinin şehit olması üzerine Karen’li Veysel hazretlerinin otuz iki dişini sökmesi ve toplam da oluşan otuz üç mübarek diş,
Hz. İsa’nın göklere çıkarılması ve o esnada ki mübarek yaş otuz üç,
Teyemmümün farzını üç diyenlerce bakıldığında ki otuz üç mübarek farz,
Namazdan sonra üç defa çekilen otuz üç tespih,
İçinde hakikatler den pay bulundurması muhtemel diğer kültürlerden iki küçük örnek;
Masonlukta en son kademe olarak isimlendirilen otuz üçüncü çember,
Sembol bilimine kadim Mısır kültüründen yansımış bir başka örnek; otuz üçü kendini tekrarla oluşturan rakam.
Sayı : 3  
Sembolü :
Açıklaması: Triad olarak adlandırılır. Monad ile diyad’ın birleşmesinden oluşur. Yani erkek ile dişi enerjinin birleşiminden oluşan eser, çocuğu anlatır.  
Eski Mısır’da Osiris ve İsis’in çocukları olan Horus ile temsil edilir. Bunu akıldan çıkan, fikirle oluşan eser olarak da görebiliriz. Üç sayısı ve üçgen bu nedenle en çok kullanılan ve çok kutsal sayılan bir sembolizmadır. Yaratılışın temelinde birin üçe, üçün bire yansıması yatmaktadır. Birin sembolü olan nokta ( Göz de aynı anlama gelmektedir ) ve üçün sembolü olan üçgenin iç  içe kullanıldığı birleşik sembolde de bu anlatılmaktadır. Üç sembolü ayrıca  insanın oluşumundaki ateş, su ve toprak ile tanrının oluşumundaki ruh, can,  bedeni anlatır. Ruh ateşten, can sudan ve beden topraktan üretilmiştir. Üçgen aynı zamanda evreni de temsil eder.

Yukarıda otuz üç sayısı ve onu oluşturmada temel olan üç rakamı hakkında dimağımız da ya da değişik kayıtlar da varlığını sürdüren küçük bir bölüm vardır. Otuz üç rakamı ile ilgili bir araştırma yaptığımız da çok fazla örnekle karşılaşabiliriz. Biz dini inançlarımız gereği, dinimizde anlatıla gelen olayları zaten kabul eder ve manalarını tefekkür emir ve ibadetine ulaşabilmek için zaman, zaman düşünürüz. Fakat farklı kültürlerde de anlatılan hadiselerde gerçeklerden parçalar saklı olabilirler mi? Dünyamızın biz insanların yaşamasına müsait bir alan olarak son şeklini almasından sonra, üzerinde insanları barındırmaya başladığını biliyoruz. Bilemediğimiz bir zaman ve meçhul bir mekân da başlayan hayat, insan hayatı ile de renklenmeye başlamıştı. İnsanın türemesi, çoğalması ve yayılmaya başlaması ile ilgili rengârenk düşünceler ve çalışmalar vardır. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Temel sorularına verilebilecek cevapların, insanlığın en başından beri merak edildiğini biliyoruz. Bu soruların cevaplarını ise farklı zaman ve mekânlarda farklı düşünceler içinde bulan ya da bulduğuna inandığı için artık aramaya gerek de duymayan kültürler sayılamayacak kadar çoktur. Ama bu kültürlerin içinde bile gerçek dürtülerle yaşayanlar kendi çaplarında aramaya devam etmişlerdir. Biz de bu ve benzeri soruların cevaplarını yüce dinimizin ışığında aramaya devam ederiz. Güzel olan da bu değil midir? “Armut piş ağzıma düş“ anlayışından uzakta, kendi olgunluğumuza yaratanın sırları içinde bazen merak, bazen aşk, bazen dert ateşleri ile pişerken ulaşmak.

Otuz üç yaşının sırrını, amacını merak ederken, sorularımı unutmuş değilim ama bu sırların cevabını ararken, kendimizi çözümlenmesi gereken daha farklı akarların debisine yakalanmış olarak buluveriyoruz. Cennet mekânların yaşları ile ilgili soruların cevaplarında nelerin gizli olabileceği kitabımın  “ Cennetlikler ve Cehennemlikler ”  kısmında da sanıyorum bir fikir verebilecek durumdadır. Tekrar geri sayfalara giderek, uygun birleştirme için uğraşmamanız maksadıyla, bura da o bölümle ilgili bir kısmı yeniden bahsedeceğim. Ama şahsi düşüncelerim olan o bölümün bir kısmını yinelemeden önce, çok hafifçe belki de tarihten de bahsedilebilir. Eğer bu cahilin kalemine Ulu’dan medet gelirse!

Evet, artık hayat, insan hayatı ile de renklenmeye başlamıştı. Herkes insan hayatının nasıl başladığını merak ederken, bizler Yüce Allahın, bu işe Hz. Âdemi yaratarak başladığına inanırız. Kitabımızda da bu bize böylece haber verilmiştir. Dünyanın var edilişi ve ilk insanın yaratılışı, mesela; Afrika kıtasında kendi yaşam tarzlarına özgü bir farklılıkla ama özünde ortak bir anlayışla ve bütün kültürlerde de bu ortak anlayışla anlatılmaktadır. Bizim kültürümüzde de Hz. Âdemin topraktan yaratıldığı bilinmekle beraber Yüce Allah Kelamı Olan Kuran-ı Kerimde, sizi sudan var eden, küçük bir nutfeden var eden, gibi farklı yaratılış aşamalarına dikkat çekmektedir. Örneğin Arapça “ Alak “ kelimesinin anlamı olarak bir yere asılarak duran olduğunu ifade eden âlimler, ceninin ise rahim duvarına yapışarak adeta asılı durduğuna dikkatimizi çekmektedirler.

Zihnimdekileri biraz daha kâğıda dökebilmek maksadıyla şöyle bir düşünce geliştirebilirim. Dinimiz de; Allahın Hz Âdemi topraktan yarattığı söylenmektedir. Ama bunun yanında şöyle anlatılarla da karşılaşmaktayız. Allah Hz. Âdemi yaratmıştır ama ondan önce hatta her şeyden önce Hz. Muhammed’in ( S.A.V ) ruhunu yaratmıştır. Allah Hz. Âdemi yaratırken, çamurunu yoğururken, Hz. Muhammed’in ruhu çamura su dökmüştür. Yani
Allaha yardım etmiştir. Size ne kadar doğru veya yanlış gelirse gelsin. Bu ben Müslüman’ım diyen çoğunluğun ağzında böyledir. Buna itiraz ederseniz topraktan yaratılışı da inkâr etmiş zannedilebilirsiniz. Koskocaman Allah Hâşâ! İki dizi üstüne çöküp de çamur mu karmıştır. Buna böyle bakmak, Allaha uygunsuz sıfatlar yakıştırmak olur. Şekle şemaile sokulmaya çalışılan bir İlah olur. Yine buradan hareketle, farklı renkli insanların hamuruna farklı renkte çamurlar katıldığı bile söylenmiştir. Allahın insanı sulu çamurdan yarattığı bildirilmektedir. Fakat Kuran-ı Kerimin zahir, dış manalarına bakıldığında farklı şekil veya evrelerden bahsedilirken detaylar verilmiyor gibi durmaktadır. Sulu çamur, belki de en başta bütün canlıların atasının olacağı ilk nokta bile olabilir. Bunun böyle olamayacağını ileri sürmek hâşâ! Allahın gücüne sınır getirmek olur. Böyle olduğunu iddia edenlerse “ kendilerine delil geldi ise getirsinler “ ayetine muhatap kalabilirler. İncelikler şimdilik sır gibidir. Anlatılarsa büyük olasılıkla rumuzlu anlatılar ve zamanla çeşitli maksatlar dâhilinde onlara yapılan ilavelerdir.

Bu noktada merhum üstat Necip Fazıl Kısakürek’in:

Anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var
Akıl için son tavır saçlarını yolmak var
                                  Necip Fazıl KISAKÜREK

Diye dile getirdiği dizeleri çok şeyler ifade ediyor gibi. Kitabımızdaki muhkem ayeti kerimelerin yanında müteşabih ayeti kerimeler sakladıkları sırları yavaş, yavaş hem açığa çıkarmaya devam edecekler hem de insanoğlu asla bu sırların dibine ulaşamayacaktır. Çünkü bu bir dipsiz kuyudur. Buradan da anlaşılabileceği gibi her harfinin arkasında okyanuslar gibi sırlar saklı olan kitabımızın manalarının yüzeysel olduğunu, sadece herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış olduğunu iddia etmek abesle meşguliyet olurdu. Bu durumda kitabımızın bizim anlamakta güçlük çekebileceğimiz, bazen de asla anlayamayacağımız ikiz, üçüz, rumuzlu, sembolik, mantıkuttayr manaları olduğu kaçınılmazdır. Zaten Rabbimizde Örneğin; Al-i İmran Suresi Yedinci ayeti kerimede bu durumu açıkça ifade etmektedir.

O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.

(Diyanet meali)

Ayrıca Neml suresi on altıncı ayeti kerimede mübarek kelamlarına “mantıkuttayr“1 katarak bir kuşdilinin varlığından haber vermiştir.

Buradan hareketle kadim toplumlara indirilen kitaplarda da bu tür gizemli sır cümlelerinin kullanılmasının normal olabileceğini düşünebiliriz. Hatta çağlara edilen hitaplarda insan idrakinin ve kavrayışının değişeceğini düşünerek, bazı eski toplumlarda mühür ve semboller kullanılmıştır. Bu semboller her ne kadar yazının gelişimindeki temeli oluşturuyor gibi gözükse de, idrak ve kavram değişikliklerine daha iyi direnç gösterdikleri için, aslındaki mesajı daha iyi muhafaza ettikleri uzmanlarınca anlaşılmıştır. Tabi ki mükemmel bir uzman yazı dilini kullanarak çok derin manaları cümleciklerin içine paketleyerek bize ulaştırabilir. Anlayana, anlamaya çalışana, anlamakta her an yetersiz kalacağını bilerek daha derin manalarının çıkışını özlemle bekleyenlere!

Peygamberlerde çağlar boyu gelip geçmişler ve kendi gönderildikleri toplumlar ile onların sulbüne hitap edecek mesajlar bırakmışlardır. Elbette ki onların da mesajlarında, anlamaya istekli kişilerce açılmayı bekleyecek şifreler vardır. Bunu hakkıyla istemeyi bilenlerin ise “ Kulum iste vereyim “ gereği ulaştıklarına ve ulaşacaklarına inanıyorum. Ama onlarda bu derin manaları ancak küçük cümleler içine paketleyerek onları anlama aşamasına ulaşmış taliplerin keşfine bırakacaklardır. Öte yandan “Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için“ çabalayacaklardır, çabalamışlardır. Tarihin bu gizem dolu yolculuklarına bir göz attığımızda ise örneğin; Medeniyetlerin önde gelen isimlerinden kadim Mısır kültüründe mevcut bulunan ve hiyeroglif mesajlarda da geçen bir Tod vardır. Malum Tod kuşbaşı ile var olan insan bedenli bir uluyu tarif etmektedir. Arkeoloji uzmanlarının ve diğer konu uzmanlarının ifadeleri sembol diline iyi sahip olan yani kuşdilini ve sırlarını bilen biri olduğu için bu şekilde çizildiğine dairdir. Tod’un Yunanca metinlere adı Hermes olarak geçtiği bilinmektedir. Yine “Hermes“ kelimesinin kökünün ise “ İdris “ den geldiği düşünülmektedir. Övülmeye ve tastik’e layık peygamber efendilerimizden İdris aleyhisselamın ise kavmine sunduğu bilgilerin eğer o günün diliyle işaret buyurduğu bir dile ( Muhtemelen Yunancaya ) çevrilirse çarpıtılacağını, haber verdiği bilinmektedir. Bu çarpıtılmayı kasıtla beraber orijinal dilin dışına çıkıldığında mesajların bozulması olarak da değerlendirebiliriz. Tıpkı kitabımız Kuran-ı Kerimi mütercimlerin tercüme edemeyeceği gibi. Tabi hak derinliğine ulaşarak bize bizim dilimizde sohbet eden Mevlanaların mesajları bizim dilimizde anlayanlara aynen aktarabildiklerini de biliyoruz. Kriptografların şifreleri çözüp başka bir şifre ile yeniden şifrelemesi gibi.

Görülüyor ki bizim batıl bildiğimiz taş resimler için de hakikatler saklı gibi. Bu gün ki fen ve ilimin aslını önce Arap, daha önce Yunan, ondan önce Mısır ve böylece giden bir geri dönüş çizgisinden aldığını biliyoruz. Kitabımın daha önceki bölümlerinde de bahsettiğim Sayın Kazım Mirşan beyefendinin eserlerinden yararlanmayanlarınız varsa tavsiye ederim. Bu tür bilgi ve belgelerin bundan on altı bin ila yirmi beş bin yıl önce yaşadıkları, bıraktıkları eserlerle belli olan ilk kadim topluluklardan beri var olduğunu anlıyoruz. Kazım Mirşan beyefendi bizlere bu kadim toplulukların kullandıkları dilin bu gün kullandığımız Türkçenin kökeni olan ön-Türkçe olduğunu ve bu atalarımızın ön-Türkler olduğunu gösteriyor.

İsterseniz kadim Mısır ile ilgili akademeik bir çalışmaya beraberce göz atalım.

OSİRİS (OZ/İRİS)

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Harf yazısının ortaya çıkışı ile görüşlerimi aktarmaya devam ediyorum. İlk olarak Tengri damgasından söze başladım ve bu damgadan iki farklı harfin ortaya çıktığını gösterdim. Bunlar O ve T harfleridir. Yuvarlak O harfi görüntüsünü güneşten aldığından güneş tanrının da simgesi olmuştur. T harfi ile yan yana geldiğinde /ateş/ demek olur ki bu da güneşin ısı yayan özelliğinden türetilmiştir.

O harfi güneş tanrı olduğuna göre O ile ilgili olan diğer tek heceli sözcükler de Ön-Türk kökenli olmaları gerekir. Örneğin OZ, OL, ON sözcükleri de tanrısal sözcüklerdir ve onları ayrı ayrı incelemek gerekir. Bunların her biri kök sözcüklerdir. Öncelikle OZ sözünden başlayalım.

OZ kök sözcüğü bugün dahi kullanmakta olduğumuz ÖZ sözünün aynıdır. Yani asıl kaynak, en önemli tek tanrı ve her varlığın özü anlamındadır. Ön-Türk toplumlarında geçerli olan din şaman dini idi. Şaman sözünün aslı KAM sözüdür. Kamlık veya kamanlık belli
insanların manevi uçuşlar yapabilme yeteneğini ifade etmektedir. Bu manevi uçuşlar öze ulaşmak ve özleşmek anlamını taşır. Yani şaman kişiler kendi fiziksel bedenlerinden çıkıp manevi uçuşlar yaptıklarında OZ’laşıyorlardı.

Bu sözcük diğer kültürler tarafından alınmış ve değişikliğe uğratılmıştır. Ancak her kültürde bir asıl tanrı, tanrılar tanrısı, tanrıların kralı vardır. Örneğin, kadim Mısır kültüründe tanrılar tanrısı Osiris adlı tanrıdır. Osiris sözü OZ-İRİS olarak okunur. Sondaki –is takısı Yunan kökenli olup sonradan eklenmiştir. Asıl adı /OZ-İR olup öze ait, özle birleşmiş olan/ demektir. –İR takısının /ait/ demek olduğundan söz ettim. İR takısı sonraları tek başına büyük tanrı adı olarak kullanılmış ve tanrı RA olarak Mısırda varlığını sürdürmüştür.


Kadim Mısır Tanrısı Osiris

Demek ki, en kadim dönemde OZİR olarak bilinen tanrılar kralı sonraları RA adı ile varlığını devam ettirmiştir. Biz genelde bu iki tanrının farklı olduklarını sanırız. Oysa ki tapınaklarda Tanrılar kralı olarak hep Osiris resmedilir. RA ise sadece söz edilir ama resmini bulamazsınız. Şekilde tanrılar tanrısı  Osirisin tahta otururken resmini görmekteyiz. Hiyeroglif olarak da Osiris üç adet şekil ile betimlenir. Bunlar ilki sakallı insan resim ki, bu simge genel olarak /tanrı/ anlamını taşır. İkincisi, Taht resmi ki, bu da en yüce tanrı /tanrılar tanrısı/ demektir. Üçüncüsü ise, göz resmi. Bu da /herşeyi gören tanrı/ demek olmaktadır.

OZ adı ile anılan bir diğer tanrı Yunan panteonunun en büyük tanrısı ZEUS adlı tanrıdır. Bu isim ZE-is şeklinde okunmalıdır. Sondaki –is takısı belirtgen olup ihmal edilebilir. Ön-Türklerin tek bir damga ile bütünsel kavramları aktardıklarını gördük. Burada söz konusu olan damga yıldırım düşmesini andıran Z damgasıdır. Gökten inen yıldırım görüntüsü veren Z kadim Yunan kültürü tarafından ZE olarak okunmuş ve oradan ZEUS adı doğmuştur. Fakat asıl damganın adı OZ olduğunu görüyoruz. Yunan mitolojisi uzmanlarına sorun, Zeus adının anlamı nedir? diye, emin olun hiç biri bilmez. Sadece bir isimdir, deyip atlatırlar. Oysa ki OZ olup, tanrıların kralıdır.


OZ damgasının gelişimi

Şekilde OZ damgasını ve Z harfinin ortaya çıkışını görüyoruz. Resmin sol üst kısmında görülen Ön-Türk damgaları gökten inen şimşek veya yıldırım görüntüsü aktarıyorlar. Orhon kitabelerinde görülen S1 harfi kalın sesli harflerle bir arada seslendirilir. Bu işareti SA, AS, SU, US, SO, OS, SI, IS şeklinde okumak mümkündür. S2 işareti ise Sİ, İS, SE, ES, SÖ, ÖS, SÜ, ÜS olarak okunabilir. Finike abecesinde Z sesini veren harf I şeklinde olup adı Zayn idi. Zayn şeklinde yer ile gök birer kısa yatay çizgi ve her ikisine hakim olduğu anlamını veren bir dikey çizgi görüyoruz. Bu da OZ olan asıl tanrının simgesidir. Arap Elif harfi de dikey bir çizgidir ve aynı şekilde, tanrıyı simgeler.

Erken Yunan abecesindeki S harfinin S1 harfinden küçük uzantının eksilmesi sonucu oluştuğunu görmekteyiz. Bu işaret de şimşek işaretidir. Daha sonra köşeler yuvarlak hale dönüşerek Latin S harfi ortaya çıkmıştır. İnce seslerle uyum sağlayan S2 damgası büyük olasılıkla İS şeklinde seslendiriliyordu bu sözcük de Ön-Türk dilinde /kendi, özü/ anlamında dikey bir çizgi olarak gösteriliyordu.

Bu sözcük Almanca IST ve İngilizce IS (okunuşu iz) olarak varlığını devam ettirmektedir. Z sesi hem Zeus adında hem de Zeta harf adı olarak Yunan abecesinde vardır.  Ön-Türkçe Z damgasının günümüzde “-iz” takısı olarak kullanıyoruz. Bu takı da çoğul olarak (geliriz, gideriz, güleriz.) şeklinde var olmayı belirtiyor. Çoğul olarak kullanılan –iz takısı aslında /yüksek ben, ÖZ olan ben/ demektir.

Ön-Türk damgalarından bir diğeri de “su” damgasıdır. Bu damga, bildiğimiz göl veya denizin dalgasından mülhem kırık bir çizgidir. Türkmen halı deseni olarak, su damgası halen varlığını sürdürür. Antik Mısır yazısında MU olarak okunan işaret üst üste binmiş üç adet su damgasıdır. Anlamının da “su” olduğu biliniyor. Yunan Sigma harfi ile Latin M harfi aynı damganın farklı yönlere dönmüş halleridir. Bu bakımdan M ile S ilişkisi de ortaya çıkmaktadır. Su, mu, süt, myölk, milk sözcükleri bu unutulmuş ilişkiye işarettirler. Nitekim, İngilizce “ME (okunuşu mi) sözcüğü ile Fransızca MOİ (okunuşu mua) sözü de /ben/ demek olup her ikisi de M harfini içermektedirler. Ön-Türkçeden aktarılmış olan Farsça MEN sözcüğü de ben demek olduğuna göre, tüm bu ilişkilerden S, Z ve M harflerinin Ön-Türk OZ damgasından dönüşerek simgeleştikleri sonucuna varmaktayız.

Yukarıda görülüyor ki bizim batıl zannettiklerimizde gerçektende bazı gerçekler yatabiliyormuş. Acaba 3 sayısının manasının sembol dilinde ne olabileceğini anlamak adına Mısır kültüründen aktarılan ifadesiyle tekrar baksak mı? Hala gizli manalar saklı olabileceğini ve gerçeklere ters düşebilecek muhtemel hatalardan korunmak adına gerçek bileni unutmadan.

Sayı : 3  
Sembolü :
Açıklaması: Triad olarak adlandırılır. Monad ile diyad’ın birleşmesinden oluşur. Yani erkek ile dişi enerjinin birleşiminden oluşan eser, çocuğu anlatır.  
Eski Mısır’da Osiris ve İsis’in çocukları olan Horus ile temsil edilir. Bunu akıldan çıkan, fikirle oluşan eser olarak da görebiliriz. Üç sayısı ve üçgen bu nedenle en çok kullanılan ve çok kutsal sayılan bir sembolizmadır. Yaratılışın temelinde birin üçe, üçün bire yansıması yatmaktadır. Birin sembolü olan nokta ( Göz de aynı anlama gelmektedir ) ve üçün sembolü olan üçgenin iç  içe kullanıldığı birleşik sembolde de bu anlatılmaktadır. Üç sembolü ayrıca  insanın oluşumundaki ateş, su ve toprak ile tanrının oluşumundaki ruh, can, bedeni anlatır. Ruh ateşten, can sudan ve beden topraktan üretilmiştir. Üçgen aynı zamanda evreni de temsil eder.

Yukarıdaki bilgilerde, tek Allah’ın Ra (ki belki de bizde ki Rab’ın kökeni ) olduğunu ve onun şekillerde resm edilmediğini okuyoruz. Osiris ve İsis’in ise tanrısallaştırılmış erkek ve kadın olduğunu anlıyoruz. Belki de toplumların karşısına konulan birer numune, birer ayna idiler. Olgunluk mertebesinde ilerleyen insanların ulaşması gereken hedef! Yine artık biliyoruz ki toplumlar anlayışları doğrultusunda dil kullandılar. Kavramlar geliştirdiler. Bu gün kullandığımız merdivene, başka bir zaman ve yerde yaşayanların “faiz“ dediklerini varsayalım. Bu kavram karmaşası içinde, faizin haram olduğu gerekçesi ile artık merdivenden yararlanamayacağımız düşünülebilir mi? İşte belki de bu gün inanan insanlara, başka bir kısım insanların Allahçı demesi gibi, Allah olmayan bu kâmil insanlara Tanrısallaşmış anlamında kullanılan “Tanrı“ deniyordu. Ya da tanrısal çizgilerle resm ediliyorlardı. Unutmayalım ki Allah resm edilmiyordu.  Belki de bizim Hazreti dememiz gibi. Ama asla tapılacak bir tanrı gibi değil. Bu arada peygamberimizin “Benim
şeriatımda Allahtan başkasına secde yoktur“ demesi, başka şeriatlarda başka insana secde belki de bir emir miydi? Sorusunu da akıllara getirmiyor değil. Nitekim Allah kulu olan şeytan ve meleklere Âdeme secde edin emrini vermiştir, değil mi?

Allahın emrettiği tarzda yaşayarak o tertemiz bir öz olan “ Kendi ruhumdan bir ruh üfledim “ emrini hakkel yakin anlamış olanlar vardır. Bunlar bence Allah’ın arş ve kürs’e sığamayıp da en son kendine ikametgâh seçtiği gönülleri taşıyan kullardır. “ Benim Salih kulumun, yürüyen ayağı benim, tutan eli benim, konuşan dili benim “ diye övdüğü kendi çıkmış aradan, kalmış yüce yaradan, ete kemiğe bürünüp Yunus diye görünenlerdir. Bunlar Salih ve Salihalardır. Acaba kadim Mısırda bunlara Allaha ait olan anlamında OZİR ( İS ) ve İS ( İs ) ( Anlamını size bırakıyorum ) deniyor olabilir mi? Yine bundan önceki bölümlerde geçen “ Kadın gibi olabilmek “ konusu bizi daha değişik arayışlara götürebilir.

Gerçekten adam ve gerçekten kadın hayat yolunda, bir kuşun iki kanadını çırpar gibi ahenk ile yaşarken yükseldiklerinde birbirlerinde yok olarak, yani birbirlerinin insana ait olan şuuraltı takıntılarını ilahi gücün yardımıyla da yok ederek, Rahmanda buluşabileceklerdir. Doğal olarak her biri ayrı, ayrı eril ve dişi gücüne sahip olacaklardır. Yani erkek kudretinde bir Rabia Hanım ya da anne şefkatine sahip bir Yunus Emre. Bu arada Rahmanda yükselmeyi de insana ait olan deni duyguların silinmesi sonucu onların altında mevcut bulunan ve Allahın “ Kendi ruhumdan bir ruh üfledim ” buyurduğu tertemiz varlığın açığa çıkması olarak değerlendiriyorum.

Bu kutsallığa ulaşabilmiş ikilinin bir araya gelmesiyle meydana gelecek sayılamayacak kadar çok güzelliklerle dolu üçüncülerin yani eserlerinin en önemlisinin Cennet olduğunu, ama kemale ermiş bir Cennet olduğunu yani Cemale ermiş bir cennet olduğunu düşünüyorum.

Bu yazılanlar vesilesiyle, erkek kadın herkesin Allahın kendilerine birer vedia olarak verdiği eşlerini, yani bütünün öbür yarısını kristal vazolara konmuş solmayacak gül gibi muhafaza altına almalarını temenni ediyorum. Yaşarken aralarında oluşan minik bir sorun, küçük bir isteksizlik bile olsa Allahın bir işareti olarak her şeyi doğal haline getirmek gayreti tavsiye ediyorum.

Bu arada bana göre yeri gelmişken, diyanet takviminde okuduğum o mübarek hadisi şerifi tekrar belirtmek istiyorum.

“Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanlarınızdır“

Otuz üçün üçü ile nerelerde dolaştık. Tekrar otuz üçe dönelim mi?

İnsan bedeninin en sağlıklı, en kuvvetli olduğu zamanı acaba incelemişler midir? Her şeyin mükemmellikte zirveye çıkacağını tahmin ettiğimiz Cennet yaşının kaç olduğu değil otuz üç yaşının mükemmel olduğu haber veriliyor gibi. Bu durumda ayrıca Cehennemde ki yaşı merak etmenin hiçbir anlamı yok diye düşünüyorum.

Buraya kadar birçok konuya teğet dokunmuşken ilk başta sorduğum soruların her birinin üstünde tek, tek durduk mu? Sorularımızı tekrar hatırlayarak devam edelim mi?

Otuz üç yaş bir anahtar mıdır? Cennete otuz üç yaşında giren bir insan seneye otuz dört mü olacaktır? Eski dinlerde ve bunlardan etkilenerek türeyen kültürlerde otuz üç ne anlam ifade eder? Yoksa bu bir sır mıdır? Peygamber efendimiz, belki de zamanın farklı olacağı veya olmayacağı, o bizim zanlarımızdan farklı mekânlar da yaşımızın otuz üç olacağını kast ederken, bize ne söylemektedir? Ahret mekânların da bir güneş ve etrafında ki turu üç yüz altmış beş günde tamamlayan bir dünya muhtemelen olmayacağına göre bu otuz üç nedir?

Otuz üç yaş bence bir anahtardır.  Bunu, beni tefekkür ibadetine cezb edebildiği için söylüyorum. Bu sayede maksada hizmet etti mi? Bilmiyorum ama birçok konunun içinde “ O “ nunla ilgili şeyler araştırmaya sevk etti.  Cennette en sağlıklı en mükemmel bir formda olunacağı anlaşılabiliyor. Peki, seneye otuz dört olmayacak mı? Sanki burada da anahtarlar işlemeye başlıyor. Olmayacak çünkü otuz dört insan bedeninin en mükemmel formuna işaret etmiyor. Öyleyse Cennet mekânlar otuz üç ile işaret edilen en mükemmel halde daim kalıcıdırlar. Tıpkı hayal laboratuarların da bir kara deliğin yanından geçerken çekimine kapılan astronot gibi. Yalnız bu astronotta gözlemciye göre zaman durmuş ve harekette yoktur. Sonsuza kadar o haliyle öylece bekler. Oysa bize haber verilen otuz üç yaşta hayat zevk ve sefa içinde devam etmektedir. Burada alışık olduğumuz boyutlarla kavrayabildiğimizin ötesinde bir hayat.

Cennetteki yaşın ilelebet aynı kalmasını Hz. İsa’nın göğe alınışı ile de birebir özdeşleştiremeyiz. O bundan iki bin sene önce göğün hangi bölümüne alınmışsa, bu gün geri dönebilir ya da belki de yakında. Geldiği zamansa insanların arasından ayrıldığı yaş olan otuz üç yaşında geleceği dillerdedir. Bin sene sonra bile gelse, Cennette ki sonsuz yaşama görece yok denilecek kadar kısa bir süredir. Ayrıca mübarek peygamberin cennete mi başka bir yere mi götürülerek muhafaza altına alındığı da ayrı bir sonuç verir. Her ne kadar oluşacak farkı bizler anlamasak bile! Çünkü cennette belki de zaman yokken veya durmuşken, başka mekânlarda eğilip bükülerek değişime uğradığı bize haber verilmektedir. Bu da, Hz. İsa’nın alındığı gökte bize göre iki bin sene kalsa bile otuz üç yaşında döneceği için kısa bir zaman geçireceğini gösteriyor. Ama iki saat bile olsa, cennetteki gibi hiç ilerlemeyen bir zaman ya da zamansızlık değildir.

Geçen yüz yıllık zaman zarfında, izafiyet teorisinden sıkça bahsedilmiştir. Hatta bu konu bilim adamlarının beyninde büyülü bir tesir yaptığı için onları daha azimli araştırmalara sevk etmiştir. Buda bu konunun popüler olmasını sağlamıştır. Oysa yüce kitabımız Kuran-ı Kerimde dünya zamanıyla şu kadar zaman, terazi başında elli bin yıl bekleyenler, onun bir günü sizin bin yılınız gibi kavramlarla bize en yakın bin dört yüz küsur sene önce bildirilmiştir. Tabi ki bu veya benzeri bilgiler, Yüce Yaratan tarafından daha önceki suhuf ve kitaplarında da zikredilmiş olmalı. Ya da kitap, suhuf dışı diğer Allah sözleri olan, hadisi kutsilerde. Görülüyor ki görecelik kavramı pek yeni, son yüz yılın keşfi bir şey gibi durmuyor. Bilim adamları referans olarak daha önceleri kitabımızı alsalardı, kim bilir belki de daha önce bu heyecanlı sonuçlara fazlasıyla sahip olabilirdik.

Bütün bu yazılanları tekrar incelersek, Cennetin ahretteki diğer yerlerden de oldukça farklı bir şekilde tutulabileceği düşüncesine varabiliriz. Niye derseniz? Yeryüzünde tabi, bağımlı olduğumuz bir zaman çizelgesinin varlığını biliyoruz. Bu zaman çizelgesinin ise süratimizi artırdıkça ve çekimden uzaklaştıkça değişime uğradığını da öğrendik. Örneğin yapılan bir deneyde içine konulan kuartz saatlerle uçan jetlerin, iniş yaptıklarında yerdeki kuartz saatlerden elli mikro saniye geri kaldığı ölçülmüş. Ya da ışık hızında hareket ettiği varsayılan trenin, gözlemcisine neler anlattığını sizler de okumuşsunuzdur. Kitabımızın genel maksadını geçeceği için hem sizin zamanınızı boşuna almamak hem de doğru bilgi verebilmek adına gereksiz çabalara girmemeyi yeğliyorum. Ama yinede duymayanlar artık bu konuyu biraz iyi bir lise talebesinden öğrenebilirler. Yeryüzünden uzaklaştıkça ve hız arttıkça değişen zaman, ahrette de bizi çok ağırlaştırıcı bir boyut olarak karşımıza çıkıyor ulu kelamlarda. Kabirlerinden kalkanların bir kısmının yüzleri üzerinde sürünerek ilerlemesi, günahlarının boynuna asılması, maddeleştirilmiş bazı enerjilerin zamana direnmesi olarak da hayal edilebilir mi? Üstelik zaman üzerine devam eden ulu kelamlar, bir kişinin hesabı için elli bin yılın sırada bekleneceğini haber verirken, Yüce bir, bize “ Seriül hisap “ diyerek adeta zamanı oynadığını söylüyor. Bir yaşlının tek gününün çok yavaş geçerken ömrünün çok hızlı geçmesi gibi! Sırasını bekleyen bir günahkârın ayrı bir azabı yaşarken içinde bulunduğu anın Cennet sayılacağı Cehennem azabının çok çabuk geleceğini söyler gibi. Bu arada seçilmiş bazı kullarınsa bulundukları yerlerden gölgelikler altında (ki muhtemel bir ahret güneşine işaret olabilir) çok hızlı vakit harcayacaklarını haber veriyor. Artık dünya hayatından biraz daha uzaklaşıp ta Cennet veya Cehennem kapılarından girenlerinse arkalarından zaman kapıları kapatılmış gibi görünmektedir.

Konuya ışık tutabileceğini umduğum, Cennetlikler ve Cehennemlikler adlı yazıdan bir bölümü buraya ilave ediyorum.

Bizi yaratan güç sınırsız bir kudrettir. Yaratmak için beklemez sadece ol der ve her şey var olur. Zaman ya da varsa başka zamanlar da ol emrinin içindedir ve sonra sen ben sıralı olayların akışını bekleriz. Bir gün dinlenme, cumartesi günü tatil gibi cümleler kabala öğretilerinde, tahrif edilmiş metinlerde daha çapsız çakma bir ilah için uydurulmuş kavramlardır. İlk başlarda kendi ekseni etrafındaki bir turu 24 saatte tamamlayan bir yer küre olmadığı için bir sonraki cümlede gün yerine devir demeyi tercih edeceğim. Kâinatın yaratılışı altı devirde sahneye çıkmıştır. Ama buna rağmen bu kitabı yazmaya vesile olan benim ve bu kitabın yaratılışı, bilim adamlarının tahmini doğruysa yaklaşık on üç milyar yedi yüz milyon sene sonra sahnede yerini almış. Tabi bilim adamlarının yaratılış dediği şey bigbeng olayıdır. Bilim adamlarının yaratılış olduğunu düşündükleri bigbengi Türkçeye büyük patlama diye çeviriyorlar.

Çoğunluğunu Hıristiyanların ve onların toplumundan çıkan şüphecilerin oluşturduğu bu konuda çalışan bilim adamları bu meseleyi on binlerce yıldır süren soruların birer yanıtı olarak düşünüyorlar. Onlara göre bu olayla yaratılış ispat edilmiş ve bu şüphecilerin büyük yenilgisiymiş. Ya da inananların büyük başarısıymış. Büyük patlama olayını benim seviyeme indirirsek sanırım kısaca şöyle diyorlar. Başlangıçta toplu iğnenin ucu kadar olan kâinat müthiş bir enerji ile patlamış. Bir sürü çeşitli yapıda parça ve parçacıklar açığa çıkmış. O zamandan beri çok çeşitli enerjilerin ve sanırım ısının etkisi ile kâinat genişleyerek bugün ki halini almış. Hala da genişlemeye devam ediyormuş. Yani var olan her şey toplu iğnenin ucu kadar bir nesnenin içinden çıkmış. Aslında bana göre bu çok yabancı bir olay değil gibidir. Bana bir elma çekirdeğinden elma ormanlarının çıkmasını hatırlatıyor. Allah “ Bizim ayetlerimiz inananların inancını, inanmayanların inkârını artırır ” diyor. Yani elma çekirdeğine bakan ne görüyorsa büyük patlamaya bakan da onu görecektir. Bu olayın bir tarafıdır. Diğer tarafı ise eğer bahçemizdeki elma yaratılışın zamansal sürede açığa çıkışının ilk başlangıcı değilse, neden bugün ki bilim adamlarının büyük patlama adını koydukları olay başlangıç olsun? Bence bu durumları anlamakta güçlük çeken benim için maddesel bir hadisedir. Belki de bu esnada madde dışı varlıklarda açığa çıkmış olabilir. Tabi bilim adamları zamanında bu esnada başladığını söylüyorlar. Bu sadece bizim bildiğimiz zaman olabilir mi? Neden farklı mekânlar yaratan Allah bu kâinattan tamamen bağımsız başka zamanlarda yaratmasın?

Sanırım burada yukarıdaki cümlelere şunu da ilave etmek zorunda kalıyoruz. Başlangıç dediğimiz madde patlamasında, bu gün ki ağırlığıyla mevcut kâinat bir noktanın içindedir. O noktanın yoğunluğu ise şu an ki kâinata bedeldir. Yani aynı ağırlıktadır. Çekim gücüde şu anki kâinatın toplam çekim gücüne eşit olmalı. Bilim adamları bu olayın zaman çizelgesinde ortaya çıkarken belli başlı evrelerden bahsediyorlar. Bu evrelerin bazılarını da zamansal olarak ölçerken piko, nano, mikro saniyelerden bahsediyorlar. Zaman çekim, kütle, hız gibi faktörlerle değiştiğine göre; Her halde o ilk anda ki olayların içinde yaşayabilmiş olsaydık belki de ışık hızına yakın bir hareket ve yoğunluk yüzünden bize milyarlarca
yıl gibi gelecekti. Sakın bu zaman birimleri başka bir noktadan bakılınca da birbirine eşit gözükmesin.

Dinimiz bize yaratılış olayında bizim zaman çizelgemize göre, maddenin öncesindeki var oluşlardan bahsetmektedir. Öyle ya ruhlar yaratıldı, sorular soruldu, secdeler yapıldı veya terk edildi. Büyük patlama olayı ne kadar büyüleyici olursa olsun bence olsa, olsa top yekûn bir yaradılışın içinde ki zaman çizelgesinde daha sonra yerini alan bir olaydır. Belki de bu var oluştan öncede başka zaman ve mekânlar madde ve mana âlemleri var olmuştur.

Görülüyor ki ne yaptığını bilen bir yaratıcı ile karşı karşıyayız. Ya bu noktada ben bilmem kâinatın efendisi bilir demeliyiz ya da bu konudaki her türlü anlayışımızın yetersiz kalabileceğini bilerek, ukalalık taslamadan, kati sonuçlara karar vermeden tefekkür ibadetine dalmalıyız. Emirdir dikin gözünüzü sema ya dönüp, dönüp bakın diyor. Hatta insanlık kuranı kerimden anladıklarında da yetersiz kalmış olabilir.

Var olan her şey, mesela sizin bundan 1001000000 yıl sonra cennette yaşayacağınız bir olay yaratılmıştır. Tabi bize ait olan bir şartlanma ile en başından beri veya şu kadar yıl sonra diyoruz. Oysa Allah zamandan münezzehtir ve olayların başı sonu öncesi arkası bize ait kavramlardır gibi duruyor. Yani buradan hareketle O’nun kalu bela, dünya hayatı, ahret hayatı gibi bağlanmak zorunda olduğu bağlayıcı zaman, mekân sıralamaları yoktur. Bizim zaman çizelgemiz ve sıralama anlayışımız da onun bir anlık kün emrinin içinde yer alan bir fanidir. Bir anda yaratmış olduğu her şeyi şüphesiz bilir. Hem bu biliş, dün meteoroloji uzmanının yağmurun yağışını tahmin etmesi veya uzmanların güneşin tutulacağını öngörüp takvim yapraklarına yazışı gibi de değildir. Belki benim yağmurun altındaki ıslanmam ya da tutulan güneşi izlemem bu bilişe daha yakındır. Fakat dahası yağmur olmalıyım, güneşin ve onu perdeleyen bulutun yerine geçmeliyim, önce güneş olup sonra da parçacık altı dünyada patlamalar olmalıyım. Evet, her şey yalan, gerçek olan Allah olduğuna göre aslında böyle bir sıralamada bizim yalancı dünyamızın bir aldatması olabilir mi? Bence öyle! Belki de bir eşzaman yaşam düşünmek bizim sınırlı, zamana ve mekâna bağımlı aklımıza daha uygun olur. Yani, fikir oluşturmak için söylüyorum kalu bela da secde edenlerin, etmeyenlerin aynı anda dünyada inkârcı veya itaatkâr yan karede ise cennette veya cehennemde ikamet etmesi neden olmasın? Bu durumda da bize bu dünyada zamanı boyut olarak bahşeden Allah, diğer âlemde onu karşımıza farklı bir şekilde çıkarabilir. Fakat şunu kesin olarak bilebiliriz ki Cennet mekânlar Cennette hep otuz üç yaşında olacaklar.
________________________
1 . Müteşabih âyetler, manasını ve hakikatini sadece Allah’ın bildiği âyetlerdir. Bunların insan zihni tarafından tümüyle kavranmasına imkân yoktur. Allah’ın sıfatları, kıyametin ahvali, cennet, cehennem gibi hususlarla ilgili âyetler ile, sûrelerin başında yer alan “hurûf-u mukatta’a” bunlardandır. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, bu âyetleri bütün yönleriyle anlaması mümkün değildir. Müteşabih âyetler dışındaki âyetler de muhkem âyetlerdir.