Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Konusu

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında, dizindeki meçhul bir kemik hastalığı nedeniyle yıllardır hastane koridorlarını aşındıran on beş yaşındaki küçük bir çocuğun acı dolu, sıkıntılı, bunalımlı  tedavi süreci; hastalığın vermiş olduğu tedirginlik, eziklik, yalnızlık duygusu; doktorların olumsuz konuşmalarına rağmen hayata tutunma mücadelesi; bir akrabasının kızına âşık olması, hastalık sebebiyle sevdiği kızı zengin bir doktora kaptırması  konu olarak işlenmiştir.

Sponsor Bağlantılar

“Fakir ve dizinden rahatsız olan bir çocuğun, kendisinden dört yaş büyük bir kıza âşık olması, beraberliğe dönüşmeyen bu aşkın getirdiği sıkıntı ve heyecanlardan dolayı rahatsızlığının artması ve nihayet ameliyat edilmesi, romanın konusunu teşkil etmektedir.” (Tekin, s.145-146)

Orhan Okay’a göre romanın “konusu kısaca şöyledir: On beş yaşlarında, yıllardır kemik vereminden muzdarip bir genç olan roman kahramanı, annesiyle beraber İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, mütevazı bir evde yaşamaktadır. Geçirdiği birkaç ameliyat onu iyileştirememiştir. Son çare, mafsalın kesilerek bacağın kısalmasıdır. Hasta genç, uzak akrabasından emekli bir paşanın Erenköy’deki köşküne sık sık gitmektedir. Paşanın, kendisinden dört yaş büyük kızı Nüzhet’e âşıktır. Hayat dolu ve biraz da havaî bir kız olan Nüzhet’e, zengin bir adam, Doktor Ragıp talip olmuştur. Hasta genç, sıhhatsizliği ve fakirliği ile, bu koca adayına rekabet edecek güçte değildir. Romanın sonunda Nüzhet, Ragıp’la evlenmiş, çocuk da ameliyat olmuştur.” (Okay, s.226)

Saygıdeğer Hocam İsmail Çetişli’ye göre Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun konusu: “Küçük yaşta babasını kaybetmiş, dizinden uzun süredir hasta, İstanbul’un kenar semtlerinden birinde annesi ile birlikte yaşamakta olan on beş yaşlarındaki fakir kahramanın, birlikte büyüdükleri ve kendisinden dört yaş büyük Paşa’nın kızı Nüzhet’e karşı beslediği duygular; aralarındaki zıtlıklar yüzünden bu duyguların sebep olduğu çatışmalar ve hastalığındaki olumsuz gelişmeler sebebiyle yaşadığı maddî ve manevî sıkıntı, acı, buhran ve bunalımlar”dır.  (Çetişli, s.242)

Romanın ilk satırlarından itibaren okuyucuyu çepeçevre kuşatan en güçlü tema “hastalık”tır. On beş yaşındaki bir çocuğun sekiz yaşından beri çektiği, sol dizindeki meçhul bir hastalık. Yedi senedir birkaç kez ameliyat olmasına, türlü tedavi yöntemleri denenmesine rağmen bir türlü iyileşmeyen, aksine hep kötüye giden, acılar içinde kıvrandıran bir hastalık. Doktorlar net bir şey söylemezler, “çok kötü, çok vahim, çok tehlikeli” gibi açıklamalar yaparlar. Doktorların adeta bir robot gibi insanlıktan, duyarlılıktan, incelikten yoksun açıklamalarına rağmen Hasta Çocuk iyileşme umudunu hiçbir zaman kaybetmez. Doktorların ağzından çıkacak bu meçhul hastalıktan kurtulacağına, iyileşeceğine dair küçücük bir sözün hayaliyle yaşar.

Bedensel hastalık, kahramanın ruhsal yapısını da altüst eder. Bacağının kesilmesinden, sakat kalmaktan çok korkar. Sakat kalma korkusu, kahramanı adeta bir gölge gibi takip eder. Çevresindeki insanların gözünde o, acınacak durumda olan bir zavallıdır. Hastalığı yüzünden derin bir eziklik duyan çocuk, doktorların güçlü ellerini, sağlıklı  insanları, tabiatın canlılığını kıskanır.

Hasta Çocuğun Nüzhet’le olan ilişkisinin mutlu bir şekilde sonuçlanmamasında hastalık önemli bir etkendir. Hasta Çocuk, kendisinden dört yaş büyük olan Nüzhet’in kalbini kazanmıştır. Fakat Hasta Çocuğun, rakibi karşısında hiç şansı yoktur. Doktor Ragıp, öncelikle sağlıklı bir insandır, eğitimlidir, zengindir, otuz beş yaşındadır. Bir de bunlara Nüzhet’in annesinin soğutma gayretleri eklenince Hasta Çocuğun bu gönül macerası hüsranla sonuçlanır. Bir tarafta zengin, sağlıklı bir doktor, diğer tarafta her an sakat kalabilecek hasta bir çocuk. 

Kolundaki meçhul bir kemik hastalığı yüzünden yıllarca tedavi gören Peyami Safa, bu romanıyla hasta insanların yaşadıkları acıları, hastane koridorlarında ve muayene odalarında yaşanan sıkıntıları, hastalığın insanların iç dünyalarında yarattığı tahribatı  başarılı bir biçimde yansıtmıştır. Yazar, okuyuculara hasta insanların iç dünyalarındaki acıları, bunalımları, eziklikleri, isyanları gösterir ve okuyuculardan hasta insanlara karşı daha duyarlı davranmalarını ister.

Romanda işlenen temalardan biri de “sakat kalma korkusu”dur. Sol dizindeki meçhul bir kemik hastalığından dolayı yedi yıldır hastane koridorlarını aşındıran, hastane havası, ilaç kokuları içine sinmiş olan, iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan bahtsız bir çocuğun yaşadığı sakat kalma korkusu. Henüz on beş yaşında küçük bir çocuk olmasına rağmen dermansız bir hastalıkla boğuşmaktadır. Doktorların ağzından çıkacak tatlı bir söz, cılız da olsa bir ümit ışığı olacaktır Hasta Çocuğa, onun karanlık dünyasına. Sakat bir insan olmayı kabullenmek kolay değildir. Doktorların ısrarlarına rağmen koltuk değneğiyle yürümek istemez. Sonrasında acı çekeceğini bile bile yine de koltuk değneği kullanmaz.

“Vücudunun büyük bir parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha dehşetli buluyorum.

Giyinip soyunurken, pansuman yapılırken, minderin üstünde uzanırken, dakikalarca mahkûm uzvuma bakıyorum; her parçası, her hareketi, her yeni aldığı  şekil bana birçok düşünceler veriyor, canlanıyor, ehemmiyet kazanıyor ve öteki sağlam uzuvlar arasında idama mahkûm bir kardeş  gibi, endişeli bir hareketsizlikle susuyor. Cellâdın bıçağına teslim olacak olduktan sonra senelerce bu işkenceyi niçin çekti? Niçin kan ağladı?

Onu testere altında tasavvur edemiyorum; keskin bir çeliğin kalın bir kemik üstünde yürüyüşü -hele çıkaracağı ses- tüylerimi ürpertiyor. Fakat tahayyül etmekten daima kaçtığım bu korkunç  tasavvur, en ummadığım zamanlarda beynime musallat oluyor. Evde bıçakla ekmek kesilmesine bakamıyorum.

Ameliyattan sonraki hâlimi düşünmek de ayrıca dehşet veriyor. Büyük bir uzvun boşluğunu hissetmeye nasıl dayanacağımı  anlamıyorum, bir diş çektirdikten sonra bile yerinde ağızdan daha büyük bir boşluk kaldığı  zannedildiği halde ayrılan bir bacağın yerinde kalan uçurumun baş  dönmesine nasıl alışılır?”  (s.88-89)

“Yatağa girince vücudumun her vakitkinden fazla ağırlaştığını zannettim. Istırap ağırlığıma bir şeyler katıyordu. Dizim de çok ağrımaya başladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o gün çok yürümüştüm, ve doktorların kat’i ihtarlarına rağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyi daima reddettim.

Uyuyamıyordum.

Birçok fedakârlıklara hazırlanmak lazım geldiğini anlıyordum. İçimde hep ne olduklarını  bilmediğim gizli ve meçhul ümitlere sarılmıştım; onlar olmasa bir saniye nefes alamazdım; çünkü  bütün hesaplar aleyhime çıkıyordu, bu meçhul ümitler beni aldatırlarsa mahvolacaktım.” (s.25)

Hasta Çocuk yedi yıldır beklediği iyileşeceğine dair sözleri, romanın sonunda bir doktorun ağzından duyar. Hasta Çocuğun tek isteği vardır: Bacağının kesilmemesi. Tedavi yöntemi, tedavi süreci ne kadar acılı olursa olsun her şeye katlanacaktır, yeter ki bacağı kesilmesin.

“… bunu kasaplar da yaparlar ve bir balta vuruşta bir uzvu uçururlar. Biz, biraz tendürdiyot süreriz ve biraz da kloroformla hastayı uyuturuz. Farkı budur. Doktorluk, bu bacağı ve bu gençliği kurtarmaktır. Kendisine sorun, bu hastanede aylarca kalırsa, üç beş ameliyata dayanırsa kurtarmaya çalışırız, yoksa…” (s.92)

Romanda işlenen temalardan bir diğeri “aşk”tır. Bu aşk, on beş yaşındaki Hasta Çocuk ile on dokuz yaşındaki Nüzhet arasında yaşanır. Nüzhet, emekli bir Paşa’nın kızıdır. Akraba çocukları oldukları için beraber büyümüşlerdir. Nüzhet’in Doktor Ragıp tarafından istenmesinden sonra Hasta Çocuk ile
Nüzhet arasında bir yakınlaşma başlar. Nüzhet’in “Ragıp Bey beni istedi diye, ben de hemen evlenmiyorum ya… Hem ben daha on dokuz yaşındayım.” (s.23) demesi, Hasta Çocuğa cesaret verir. Hasta Çocuk, Paşa’nın evinde kalırken Nüzhet geceleyin odasına gelir, bir süre konuşurlar. Çocukluktan gençliğe adım atmakta olan Hasta Çocuk, Nüzhet’in olgunlaşan vücuduna hayranlıkla bakar, heyecan duyar. Nüzhet’e genç bir kıza, genç bir kadına bakar gibi bakar. Nüzhet’i dudaklarından öper. Başka bir gece Nüzhet yine Hasta Çocuğun odasına gelir. Mum ışığında, yarı çıplak genç kız vücudu Hasta Çocuğu tatlı heyecanlara sürükler. Hasta Çocuk, Nüzhet’i öperken kendisini gül bahçesinde zanneder. Hasta Çocuk ile Nüzhet, kükürt serpmek bahanesiyle bağa giderler, yaprakların arasında öpüşürler.

Nüzhet’in annesi bu yakınlaşmayı hisseder. Kızını Hasta Çocuktan soğutmak için elinden geleni yapar; hastalığının bulaşıcı olduğunu, çatalını kaşığını ayırttığını, onun bir mikrop olduğunu söyler ve kızını şiddetli bir biçimde azarlar. Hasta Çocuk, yengesinin ağzından “mikrop” sözcüğünü tesadüfen duyar. Mikrop sözcüğüyle kendisinin kastedildiğini anlar. Romanda gerilimin en üst düzeye tırmandığı an, bu bölümdür. Hasta Çocuğun mutsuz ve karanlık gönlünde Nüzhet’le cılız da olsa bir güneş açmıştır. Hasta Çocuk hayata Nüzhet’le tutunmaya başlamış, fakat henüz ne olduğunu anlamadan yeniden dünyası kararmıştır.

Bu olaydan sonra Hasta Çocuk evine dönmeye karar verir, fakat annesi gelince birkaç  gün daha köşkte kalırlar. Bu arada Nüzhet’in tavırları değişir. Nüzhet, Erenköy’den bıktığını, Berlin’e gitmek istediğini söyler. Annesinin çabaları sonuç vermiştir. Nüzhet kendisini isteyen doktorla Berlin’e gitme hayalini dile getirir. Nüzhet soğuk tavırlarıyla ve üstü kapalı sözleriyle niyetinin ne olduğunu anlatmaya çalışır. Hasta Çocuk her şeyi anlar, kabullenir.

Hasta Çocuk –  Nüzhet ilişkisinin ayrılıkla sonuçlanmasında pek çok etken vardır. Öncelikle aralarındaki yaş farkı; Hasta Çocuk on beş, Nüzhet ise on dokuz yaşındadır. Hasta Çocuk, dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgun bir kişiliğe sahiptir. Nüzhet havaî, şımarık, sorumsuz, basit bir kızdır. Nüzhet’in annesinin soğutma çabaları da önemli bir etkendir. Ayrıca hastalık, sakalt kalma korkusu, eziklik duygusu, rakibinin sağlıklı ve zengin bir doktor olması…

Nüzhet’e duyduğu aşk, Hasta Çocuğa hastalığını, mutsuzluğunu, yalnızlığını, ezikliğini unutturmuştur. Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra bacağındaki ağrılar şiddetlenir. Hastanede acılar içinde kıvranırken sevdiği kızın adını -Nüzhet- sayıklar. Gözünü her kapadığında Nüzhet’in hayalini görür, kendisini Erenköy’deki köşkte zanneder. Nüzhet’i bir türlü unutamaz.

Romanın önemli temalarından biri de “yalnızlık”tır. Babasını yıllar önce kaybeden Hasta Çocuk, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle oturmaktadır. Sol dizindeki meçhul bir hastalık nedeniyle yıllarca hastane koridorlarında yalnız başına beklemiş, çok acılar çekmiştir.

“Yalnız Çocuğun Azabı

Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.

Ben de onların arasındaydım ve onların arasında büyüğüm de yoktu. Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beri çekiyordum.

Ben de o muayene odasının ve nice muayene odalarının  önünde senelerce bekledim. Benim yanım da büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışarak yuvarlanan parıltıları  arasında o dehlize girerdim, ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, rengimin uçtuğunu hissederdim.” (s.7)

Hasta Çocuk, yalnızlığını  annesiyle paylaşmak ister. Ancak doktorların bacağıyla ilgili olumsuz konuşmalarını annesinden saklar. Hastalığını, çaresizliğini, ümitsizliğini, korkularını kendi içinde yaşar. Annesini üzmek istemez.

“Felâketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikâl edişinde büyüdükçe büyür.” (s.12)

Tabiatın canlılığına ve çevresindeki insanların sağlıklı olmalarına karşın kendisinin hasta olması Hasta Çocuğu derin bir yalnızlığa sürükler. Çevresindeki insanların kendisine acıyan gözlerle bakmasına dayanamaz. Herkesten şüphelenir.

Nüzhet’le geçirdiği birkaç güzel gün Hasta Çocuğa yalnızlığını unutturur. Fakat bu mutluluk fazla sürmez. Hasta Çocuk, bir genç kız olarak Nüzhet’i beğenir, ancak kişilik yönünden durum farklıdır. Hasta Çocuk dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgundur. Nüzhet havaî, şımarık, basit bir kızdır. Bir anlamda Hasta Çocuk, sevdiği kızla beraberken dahi iç dünyasında yalnızdır.

“Nüzhet’le beraber büyüdük. Benden yaşça büyük olduğu halde, onun küçükken bebekleriyle oynamasını, ben, istihfafla seyrederdim, bilhassa hastalığımdan sonra. Ben ondan evvel, ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu. (Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.) kendimde kaybettiğim şeyleri onda buluyordum…

Yalnız büyüdükçe birbirimize yabancılaştığımızı  birkaç kere fark etmiştim, aramıza meçhul anlaşmazlık setleri yığılıyordu ve ben bunları  yıkmaya çalışmaktan zevk alıyordum, fakat her birini yıktıkça daha büyüğünün önüme çıktığını  görmek beni hem sevindiriyor, hem kederlendiriyordu. Birbirimize açıldıkça kapanıyorduk.” (s.26)

Romanın sonunda Hasta Çocuk, ameliyat olmak için Dokuzuncu hariciye Koğuşu’na yatırılır. Hasta Çocuk yine yalnızdır.

“Gidiniz, bir şey istemiyorum, gidiniz.

Koğuştaki odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir robdöşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu robdöşambr içinde de yadırgıyorum.

Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç  tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.

Odadan gündüz  ışığıyla beraber bana ait her şey çekiliyor: Evime ait hatıralar, kalabalıklar, sevdiklerimin sesleri, birçok şekiller, hayatımın parçaları, Erenköy, köşk, tren, vapur, fakülte, doktorlar, hastabakıcılar, hayatın gürültüleri, şehir, gündüzün sesleri her şey uzaklaşıyor. İçimde bir boşluk. Garip ve büyük bir his, derinliklerime doğru kaçıyor, gizleniyor. Ruhum karartılarla, sessiz ve şekilsiz gölgelerle, eşya arkasına saklanan hayaletler gibi kendilerini göstermeden korkutan meçhul varlıklarla dolu.

Kapım kapalı. Açmak istemiyorum. Açarsam hastanenin benim için hazırladığı  felâketlerin hepsi birden içeri girecek sanıyorum.” (s.93-94)

Hasta Çocuk sosyal konularla ilgili
düşüncelerinde de yalnızdır. Milliyetçi bir kişiliğe sahip olan Hasta Çocuk, millî değerlerine bağlı, Türkçeyi seven ve diline sahip çıkan biridir. Fakat Paşa ile Doktor Ragıp’ın yozlaşmış düşüncelerine tahammül edemez.

“- Ragıp Bey diyorlar ki, İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve nerede Fransızca ibare görürlerse derhal siyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya!

Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursa olsun, güzel Türkçe dururken, sokak levhalarına, tabelâlara Fransızca ibareler yazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşa ve doktor, basit kozmopolit fikirleriyle bana hücum etmeye başladılar. Paşa, Fransızlara sevgisini içtimaî bir akide seviyesine çıkarmak için nafile yoruluyor. Fransa’nın bizim kültürümüz üstündeki tesirlerine dair alelâde Tanzimat fikirlerini sıralıyordu. Doktorun samimi olup olmadığını bilmiyordum, fakat onun bütün delili, Türkçenin kifayetsizliğini iddiadan ileri geçmiyordu. ‘Reçetelerimizi bile Fransızca yazıyoruz.’ diyordu.” (s.70)

“Ben, kuvvetlerimin yekûniyle münakaşaya girdim ve şahlandım. O derece ki Paşa bana çok kızıyor ve tecrübesizliğimden, cehaletimden başlayarak, izzet-i nefsimin daha derin taraflarına kadar hücum ediyordu. (…)

Beni susturan şey nefretimdi. En basit içtimaî  davaları anlamayacak kadar yabancı  tesirler altında şahsiyetlerini kaybeden bu insanlarla münakaşaya mecbur olmanın küçüklüğünden muzdariptim. (…)

Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhî azabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan et ıstırabımı o gece sevdim.” (s.71)

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Kişileri

Hasta Çocuk: Romanın baş kahramanı ve aynı zamanda anlatıcısıdır. İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle beraber yaşayan on beş yaşında bir çocuktur. Sol dizinde çıkan meçhul bir hastalık yüzünden yedi yıldır hastane köşelerinde iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan talihsiz bir çocuktur. “Bir kelimeyle o, yaşının çocuğu değil, acının ve talihin adamı yani sadece hastadır.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1977, s.363)

Uzaktan akrabaları  olan emekli bir Paşa’nın on dokuz yaşındaki kızıyla kısa süren bir gönül macerası yaşar. Nüzhet’le beraberken hastalığını, çektiği acıları, mutsuzluğunu unutur, hayata tutunmaya başlar; fakat Doktor Ragıp’ın ortaya çıkıp sevdiği kızı elinden almasıyla sıkıntılar yeniden başlar.

Nüzhet: Emekli bir Paşa’nın kızıdır. On dokuz yaşındadır. Uzaktan akraba oldukları için Hasta Çocuk ile beraber büyümüşlerdir. Olgun bir kişiliğe sahip değildir; şımarık, basit, alaycı, sorumsuz bir kızdır. Hasta Çocuğa karşı kalbinde küçük de olsa birtakım duygular uyanır, fakat annesinin karşı çıkması, kahramanın hastalığı, sakat kalma tehlikesi, kendisinden dört yaş küçük olması, zengin bir doktor tarafından istenmesi gibi etkenler kafasını karıştırır, duygularının değişmesine neden olur. Nüzhet, romanın sonunda Doktor Ragıp’la evlenir.

Doktor Ragıp: Nüzhet’i istetip Hasta Çocuğun mutlu dünyasını bir anda cehenneme çeviren kişidir. Otuz beş yaşında, zengin ve sağlıklı bir doktordur. Hesapçı, kültürsüz, millî değerlerden uzaklaşmış, kurnaz, çıkarcı, basit bir insandır. Romanın sonunda Nüzhet’le evlenir.

Paşa: Hasta Çocuğun uzaktan akrabası, Nüzhet’in babasıdır. Hasta Çocuğa romanlar aldırır, bu romanları sesli bir şekilde okutur. Maceralı ve eğlenceli romanları dinlemekten hoşlanır. Gençliğinde Paris’te bulunmuştur. Fransızlara hayrandır.

Paşa’nın Karısı  (Nüzhet’in Annesi): Hasta Çocuğa göstermeli bir şefkat gösteren, acımasız bir kadındır. Kızı Nüzhet ile Hasta Çocuk arasında bir yakınlaşma olduğunu sezer ve kızını Hasta Çocuktan soğutmak için çok ağır laflar eder. Kızını azarlar, onun bir “mikrop” olduğunu, her tarafa hastalık bulaştırdığını söyler. Kızının Doktor Ragıp’la evlenmesini ister, bu evliliğin gerçekleşmesi için elinden geleni yapar.

Doktor Mithat: Hasta Çocuğa pek çok konuda yardımcı olan doktordur. Hasta Çocuğun iyileşmesi için doktorlarla görüşür. Hoşgörülü, iyi kalpli, Hasta Çocukla yakından ilgilenen bir doktordur.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Mekânı

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının dış mekânı İstanbul’dur. Roman boyunca olayların yaşandığı üç ana mekân vardır: Hasta Çocuğun İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle beraber oturduğu “ev”, Uzak akrabaları olan emekli bir Paşa’nın Erenköy’deki “köşk”ü ve Hasta Çocuğun dizindeki hastalığın tedavisi için gidip geldiği “hastane”.

Romanın olay örgüsünün büyük ölçüde kapalı mekânlarda yaşanmasının sebebi, bir türlü iyileşmeyen meçhul hastalıktan kaynaklanan karamsar, ümitsiz ve mutsuz ruh halidir. Yazar mekânı, Hasta Çocuğun iç  dünyasındaki değişmeler doğrultusunda yansıtır. Çocuğun dizindeki hastalık, ruhsal durumunu da olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Romanda okuduğumuz dış dünya, yıllardır hastane köşelerinde perişan olan, iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan henüz on beş  yaşındaki küçük bir çocuğun gözüyle yansıtılır.

Roman Hasta Çocuğun yedi yıldır aşina olduğu hastane tasviriyle başlar. Okuyucu kendisini bir anda hastane, hastalık, hastalar, ilaç kokusundan oluşan bir atmosferin içinde buluverir.

“Beklemesini onlar kadar bilen yoktur.

Öğleye doğru muayene odasının önü doldu. Sıralarda oturacak yer kalmadığı için yeni gelenler ayakta durdular ve anneler, hasta çocuklarını dizlerine oturtabilmek için duvar diplerine çömeldiler.

Karanlık dehliz. Kapalı kapıların mustatil buzlu camlarından gelen soğuk ışıkların buğusu, yüksek ve çıplak duvarlara vurarak donuyor.

Saatlerce bekleyenler var. Fakat buna alışmışlar. Az kımıldanıyorlar, hiç  konuşmuyorlar.

Dehlizin sonlarında, görünmeden açılıp kapanan bir kapının gıcırtısı. Muşambalara sürtünen bir ayak sesi. Köpüklenerek uçan ve uzaklarda kaybolan bir beyaz gömlek; ve, iyod, eter, yağ, ifrazat ve saire kokularından mürekkep, terkibi tamamıyla anlaşılmayan bir hastane kokusu.

Hasta çocuklar, yanlarında ailelerinden birer büyük  insan, ki hastalarından daha endişeli görünüyorlar ve bir anne, pelerinini iliklemek bahanesiyle omuzu sarılı çocuğunun sırtını okşuyor. Onu biraz sonra çekeceği acıya hazırlamak için.” (s.5)

Romanın başında Hasta Çocuk, dizindeki hastalıkla ilgili doktorlardan olumsuz sözler duyunca canı sıkılır. Hasta bedeni ve sıkıntılı ruh hali ile kenar mahallelerdeki yoksul insanların yaşadığı perişan durumdaki evler arasında benzerlik kurar. Evler de tıpkı roman kahramanı gibi hastadır, acılar içinde kıvranmaktadır.

“Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum; ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok… çok seviyorum.” (s.13)

Romanın sonunda Hasta Çocuk, ameliyat olmak için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na yatırılır. Nüzhet’ten ayrıldığı için gönlü yaralıdır. Doktorun olumlu sözleri Hasta Çocuk için küçük de olsa bir teselli kaynağı olur. Buna rağmen hastane odasında yalnız kalmak, dayanılması zor bir durumdur.

“Koğuştaki odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir robdöşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu robdöşambr içinde de yadırgıyorum.

Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç  tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.” (s.93)

“Yüksek, çıplak, mavi, dümdüz, dimdik duvarlar.

Gözümün hiçbir görüş köşesi yok ki içine bir duvar parçası  girmesin. Hep ve yalnız onları  görüyorum. Onlardan kaçan gözlerim onlarla karşılaşıyor.

Bakıldıkça uzuyorlar, yükseliyorlar; sertleşiyor ve korkak, yumuşak bakışlarıma kaskatı  çarpıyorlar, gözlerimi ezecekler.” (s.96)

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Zamanı

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış, 1930 yılında ise kitap olarak basılmıştır.

Romanın kurmaca dünyasında zaman, “öğleye doğru” başlar. Romanın baş kahramanı Hasta Çocuk, bir öğle vakti hastanede, muayene odasının önünde beklemektedir. “İlkbahardan yaza geçilen bir mevsim çizgisinin üstündeyiz” (s.21) Romanda anlatılan olaylar 1915 yılında geçer. Hasta Çocuk, ameliyattan sonra tuttuğu notların sonuna “5 Teşrinievvel (Ekim) 1915” (s.109) tarihini atar. “1915 yılı, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın en acılı ve en bunalımlı dönemi olarak bilinir. Ancak, romanda bu dönemin karakteristik olaylarına pek yer verilmemektedir. Kenar mahallelere hâkim olan sefalet manzaraları ile hastanelerdeki insanların dramatik tablosu, bu döneme işaret ederse de, romancının amacı, bu manzaralarla dönemin genel panoramasını çizmek veya anlatmak değil, çocuğun çevresini tanıtmaktır. Zamanın olumsuz şartlarıyla şekillenen çevre içinde, çocuğun bireysel macerası daha bir ağırlık kazanmaktadır.” (Tekin, s.149)

Romanın olay örgüsünde zamanın akışı büyük ölçüde kronolojiktir. Romanın ilk üç bölümünde yaşanan olayların zamanı dört gündür, dördüncü bölüm birkaç gün, beşinci ve altıncı  ana bölümler ise üç-dört aylık bir zaman diliminde geçer. Kısaca romanda yaşananlar 1915 yılının Haziran ve Temmuz ayları arasında geçer.

Romanda Hasta Çocuğun ruhsal durumundaki değişmeler ile zamanın akışı arasında güçlü bir uyum vardır. Hasta Çocuk için önemli olan olayların anlatıldığı bölümlerde zamanın akışı oldukça ağırdır, zaman adeta durmuş gibidir. Fakat köşkteki tartışmadan sonraki bölümlerde zaman su gibi akmaya başlar. Zaman akışının roman kahramanının ruhsal durumuna göre değişim göstermesi, psikolojik romanların önemli bir özelliğidir.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Bakış Açısı ve Anlatıcısı

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı, kahraman anlatıcı tekniğiyle yazılmıştır. Yazar, anlatma işini romanın baş kahramanı olan on beş yaşındaki Hasta Çocuğa vermiştir. Okuyucu, romanın diğer kişilerini, romanda yaşanan olayları anlatıcı konumundaki Hasta Çocuğun penceresinden, dar ve kısıtlı bir bakış açısıyla takip eder. Hasta Çocuğun iç dünyası ayrıntılı bir biçimde verilir, fakat diğer kişiler -Nüzhet, Doktor Ragıp, Paşa, karısı- için aynı şeyi söyleyemeyiz.

Romanın bir diğer özelliği “otobiyografik roman” olmasıdır. Romanın baş kahramanı Hasta Çocuk ile yazarı arasında ciddi manada benzerlikler vardır. Romanda Hasta Çocuk küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesiyle beraber yaşamaktadır. Peyami Safa da iki yaşında babasını (İsmail Safa) kaybetmiş, annesiyle (Server Bedia Hanım) yaşamıştır. Hasta Çocuk yoksul bir yaşam sürer. Peyami Safa da çok küçük yaşta hayatını kazanmak zorunda kalmış, ömrü maddi sıkıntılarla, geçim mücadelesiyle geçmiştir. Romanda Hasta Çocuk, sekiz yaşında sol dizinde çıkan meçhul hastalıkla -kemik iltihabı, kemik veremi- yedi yıldır boğuşmaktadır. Peyami Safa da dokuz yaşında iken sağ kolunun dirseğinde çıkan ve bir türlü tedavi edilemeyen meçhul bir hastalıkla on yedi yaşına kadar mücadele etmiştir. Fakat tüm bu benzerliklere rağmen, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı bütünüyle Peyami Safa’nın yaşamını anlatır.” demek yanlış olur. Elbette ki yazarın yaşamı ile romanı arasında benzerlikler vardır, ancak netice itibarıyla bu eser bir “otobiyografi” değil, bir “roman”dır. Otobiyografilerde gerçeklik esastır, fakat roman kurgusaldır. Peyami Safa konu olarak kendi yaşamını seçmiş, yaşamına ait -çocukluk dönemi- pek çok malzemeyi kullanmış, ancak bunun yanında hayal dünyasında tasarladığı pek çok malzemeyi de romanına katmıştır. Bir anlamda yazar bu romanında, yaşamına ait gerçek malzemeler ile hayal dünyasında tasarladıklarını birleştirmiştir.

“Bütün yaşamında Peyami Safa hastalıkları ile didinmiş, çok acı çekmiş bir insandı. Yedi yıl kolunda dinmeyen bir ağrı, işleyen bir yara. Doktorların koydukları teşhis, sağ kol mafsalında, ‘Arthrite tuberculeuse.’ Ha bugün ha yarın o kol kesilecekti. Sonradan yazar olacak bir çocuk için sağ kolunu kaybetmek dramını ben de yaşadım onunla birlikte. Hastane dönüşlerinde ilâç kokularıyla bana gelir, dertleşirdi. Bütün tıp deyimleri ile hastalığını, hoyrat doktorların o gün ne dediklerini en ince ayrıntılarıyla anlatırdı, karşılıklı ağlaşırdık sabahlara kadar. Gerçi ankylose olup kolu kesilmekten kurtuldu ama Türk edebiyatı ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu kazandı. Bu benim de içinde bulunduğum çektiği tüm acıların, sancıların acı romanıdır. Yalnız oradaki çocuk bacağından hastadır, Peyami ise kolundan.” (Naci, s.89)

Peyami Safa kendi hayatı  ile romanı arasındaki ilgiyi şu sözleriyle açıklar: “Her romanımda kendi hayatımdan parçalar vardır. Bazıları Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi otobiyografik, yalnız kendi hayatımdır. Ötekilerde başka insanların hayat tecrübeleri ve maceraları da vardır. Otobiyografik romanlar kendi yaratma hürriyetimizi kısarlar. Orada biz sayısız imkân ve ihtimallerden bazılarını tercih hürriyetini kaybeder, bir tanesi üzerinde billurlaşmaya mecbur kalırız. Bence bunun için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun güzel bazı yerleri varsa bunlar herhalde yaşanmamış hayat parçalarıdır.” (Baydar, s.172)

Romanın bakış açısı  ve anlatıcısıyla ilgili diğer bir önemli özellik ise, olayların yaşanma zamanı -Hasta Çocuk on beş yaşında- ile anlatma (yazılma) zamanı arasında uzun bir boşluk olmasıdır. Roman bir hatıra defteri biçimindedir, ancak olaylar yaşanırken değil, yıllar sonra yazılır. Romanın 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan son bölümünde geçen “Aradan on iki sene geçti”  cümlesi bunu açıkça ortaya koyar.

“Yatağa girerken, her büyük felâketimde olduğu gibi, kendimi birkaç yaş birden büyümüş hissettim. Kırkını geçmiş insanların tecrübelerine sahip olduğuma inanıyordum, fakat hâlâ Nüzhet’e âşık olduğumu kendime itiraf edemeyecek kadar çocuktum. (Bunu hep sonraları, aylardan ve nice yıllardan sonra, bugün iyice anlıyorum.)” (s.25)

“(Bütün bunlar aşka benzer şeylerdir, o vakitler bunu anlamıyordum.)” (s.26)

“Romanın anlatıcısı… on beş yaşında bir çocuktur. Ancak romana hâkim olan ‘bakış açısı’nın on beş yaşındaki bir çocuğa ait olduğunu kabul etmek zordur. Her şeyden evvel o, yaşını aşan bir sezme, anlama ve tahlil yeteneğine, kültür birikimine, yorum ve tenkit gücüne sahiptir.” (Tekin, s.147)

Romandan alınan aşağıdaki satırlarda Paşa, Doktor Ragıp ve Hasta Çocuk arasında geçen bir tartışmada bunu açıkça görebiliriz. On beş yaşındaki küçük bir çocuğun dil, kültür ve sosyal meselelerle ilgili konularda bu denli ciddi bir bilgi birikimine, bilince, olgunluğa sahip olması  mümkün değildir. Bu sözler, on beş yaşındaki bir çocuğa değil, belli bir yaşa gelmiş, bilgili, kültürlü, olgun bir kişiye, bir anlamda yazarın kendisine aittir.

“- Ragıp Bey diyorlar ki, İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve nerede Fransızca ibare görürlerse derhal siyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya!

Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursa olsun, güzel Türkçe dururken, sokak levhalarına, tabelâlara Fransızca ibareler yazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşa ve doktor, basit kozmopolit fikirleriyle bana hücum etmeye başladılar. Paşa, Fransızlara sevgisini içtimaî bir akide seviyesine çıkarmak için nafile yoruluyor. Fransa’nın bizim kültürümüz üstündeki tesirlerine dair alelâde Tanzimat fikirlerini sıralıyordu. Doktorun samimi olup olmadığını bilmiyordum, fakat onun bütün delili, Türkçenin kifayetsizliğini iddiadan ileri geçmiyordu. ‘Reçetelerimizi bile Fransızca yazıyoruz.’ diyordu.” (s.70)

“Ben, kuvvetlerimin yekûniyle münakaşaya girdim ve şahlandım. O derece ki Paşa bana çok kızıyor ve tecrübesizliğimden, cehaletimden başlayarak, izzet-i nefsimin daha derin taraflarına kadar hücum ediyordu. (…)

Beni susturan şey nefretimdi. En basit içtimaî  davaları anlamayacak kadar yabancı  tesirler altında şahsiyetlerini kaybeden bu insanlarla münakaşaya mecbur olmanın küçüklüğünden muzdariptim. (…)

Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhî azabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan et ıstırabımı o gece sevdim.” (s.71)

KAYNAKÇA:

Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ötüken Yayınları, 34. Basım, İstanbul 2000 (Yapılan alıntılar bu baskıya aittir.)
Elif Naci, Anılardan Damlalar, Karacan Yayınları, İstanbul 1981
İsmail Çetişli, Metin tahlillerine Giriş/2 Hikâye-Roman-Tiyatro, Akçağ Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2004
Mehmet Tekin, Romancı Yönüyle Peyami Safa, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1999
Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, İstanbul 1960
Orhan Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, Kasım 1998

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Özeti