Ünlü bir kişiyi tanıtmak, toplumsal bir soruna parmak basmak, halkı ilgilendiren önemli bir konuyu açıklamak, gezip görülen bir yeri çeşitli yönleriyle tanıtmak amacıyla soru-yanıt tekniği kullanılarak yazılan yazılara “röportaj” denir.

Sponsor Bağlantılar

Röportaj yazılarının en belirleyici özelliği soru ve yanıtlardır.

Röportaj yazıları, gücünü soru ve yanıtlardan alır.

Röportaj yazıları gazete ve dergilerde yayımlanır. Yazılara röportajı yapılan kişi ya da kişilerin, röportajın yapıldığı yerin fotoğrafları da konulur. Bu yazılar yıllar sonra bir araya getirilerek kitap halinde yayımlanır.

Öylesine dolaşmaz röportaj yazarı, bir amacı vardır. Soru sormaya susamıştır sanki, bıkmadan usanmadan sürekli yeni sorular sorar. Sorduğu soruların yanıtlarını kana kana içmek ister. Fakat hiçbir yanıt, röportaj yazarının susuzluğunu geçiremez.

Röportaj yazarı, sorularını binbir özenle seçer; çünkü çok iyi bilir ki, karanlığı aydınlatacak, gizemi çözecek sihir yanıtlarda saklıdır. Yazar, doğru kişileri arar, bulur.

Röportaj yazarı, ele aldığı konuyu çok yönlü tanıtmak, açıklamak için sürekli bir arayış içindedir.

Röportaj yazarlığı zordur. Doğru kişileri bulmak, onlara ulaşmak kolay değildir. Hele ki konuşturmak, en zoru budur. Bulduğunuz kişi öyle hemen konuşmaz. Yazar, tıpkı bir dişçi gibi binbir zorlukla kişinin ağzından lafları bir bir söker alır. Yazar kılıktan kılığa girer, akla hayale gelmeyecek sıkıntılara katlanır. Diyar diyar dolaşır. Gittiği her diyar ayrı bir dünyadır. Her yörenin kendine özgü, kendi içinde saklı, sadece o yöre insanlarının bildiği yanlar vardır. Dışarıdan gelen insan bunları ilk bakışta bunları göremez. İşte röportaj yazarı, bu insanların içine karışarak bilinmeyeni yakalamaya çalışır. Gizemli bir yolculuktur bu, yazar da bir gizem avcısı, bir hazine avcısıdır. Hazine değerindeki yanıtların kimlerde saklı olduğunu bilir, hisseder, kokusunu alır. Doyurucu yanıtları alıncaya kadar araştırmaya, sorular sormaya devam eder. İnatçıdır, asla pes etmez.

Röportaj yazarı, insanların iç dünyalarına girer. Onların dertlerini eşeler ha eşeler. Derdini döken bir insan için röportaj yazarı bir kurtarıcıdır. Bir umutla gözleri parlayarak, heyecanla anlatır, anlatır…

İnsanların sıkıntılarını, doğal ortamlarında, kendi ağızlarından ve tüm gerçekliğiyle okuyucuya yansıtır. Bu sıkıntıları gün ışığına çıkarır. Kamuoyunun dikkatine sunar, gerekli kişilerin sorunu çözmesini bekler. Yazar bu şekilde insanlara yardımcı olmaya çalışır.

Bir şair, bir öykücü nasıl ki kendi istediği, inandığı, hissettiği bir konuyu yazıyorsa, röportaj yazarı da kendi gözlemlediği, tanık olduğu, inandığı, savunduğu, anlatmak istediği bir konuyu, kişiyi, olayı veya yeri anlatır. Anlatılanlara kendi duygularını da katar. Tüm bu söylenenlere ben de katılıyorum, der.

Edebiyatımızda röportajlarıyla tanınmış yazarlarımız ve eserleri şunlardır:

Ruşen Eşref Ünaydın,  “Diyorlar ki” (1918)

Hikmet Feridun Es,  “Bugün de Diyorlar ki” (1932)

Mustafa Baydar,  “Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar” (1960)

Gavsi Ozansoy, “40 Yıl Sonra Diyorlar ki” (1962)

Yaşar Nabi Nayır, “Edebiyatçılarımız Konuşuyor” (1976)

Fikret Otyam,  “Ha Bu Diyar” (1959)
“Doğu’dan Gezi Notları” (1960)
“Harran, Hoyrat, Mayın ve Irıp” (1961)
“Topraksızlar” (1963)
“Bir Karış Toprak İçin” (1965)
“Oy Fırat Asi Fırat” (1966)
Tahir Kutsi Makal,  “Acı Yol” (1964)
“İç Göç” (1964)
Yaşar Kemal, “Nuhun Gemisi” / Bu Diyar Baştanbaşa 1 (1971)
“Yanan Ormanlarda Elli Gün” / Bu Diyar Baştanbaşa 2 (1955)
“Peri Bacaları” / Bu Diyar Baştanbaşa 3 (1957)
“Bir Bulut Kaynıyor” / Bu Diyar Baştanbaşa 4 (1974)

Abdi İpekçi,  “Dünyanın Dört Bucağından” (1972)

Hikmet Çetinkaya, “Yılların Tanığı Üç Yazar” (1986)

Nuriye Akman,  “Mayın Tarlası” (2002)

Sermet Sami Uysal,  “Eşlerine Göre Ediplerimiz” (2004)

Röportaj Türü Örnek Metinler

OTOBÜSLE  ANADOLU : Yolculardan Dayak Yiyen Şoför

Ta İstanbul’dan Antep’e… Tam üç gün! Çekilir mi? Yorgunum. Oturduğum yerde gözlerim kapanıyor.

Orta Anadolu’nun şehirlerini, kasabalarını birer birer geçiyoruz. Orta Anadolu toprağı bir başka toprak. Bu toprağa bakınca insan dertleniyor, kederleniyor. Bir karış boyundaki ekinlerin arasında iki kat olmuş kadınlar görünüyor. Bu kadınlar, yolmaya çıkan kadınlardır. Çalışmaları dişle, tırnakla topraktan rızk çıkarmaktır.

Bozkır uçsuz bucaksız, yalnızlığı ile uzayıp gidiyor. Ses sada yok. Bir bizim otobüsün uğultusu, o kadar işte… Bir çöl ortasında yapayalnız gibiyiz.

Gündüz olduğu halde, şoför direksiyonun başında uyukluyor. Başını direksiyona bir çarpıyor, sonra kendine gelip hemen toparlanıyor. Toparlandıktan sonra da etrafına, bu yaptığımı gördüler mi der gibi, utana çekine bakınıyor. Görüyor ki kimse farkında değil, bu sefer dişlerini sıkıyor, bir eliyle alnını şakaklarını ovuyor. Fakat biraz sonra başı gene direksiyona çarpıyor.

Şoför muavini sarı saçlı bir çocuk. Neşeli… Cin gibi bir oğlan. Ustasının uykusunu kaçırabilmek için türlü şaklabanlıklar yapıyor. Fakat bu, ustaya hiç tesir etmiyor. O, uykusunda, perişanlığında berdevam… Yolculardan bir kısmı da durumu anladı. Ama ağız açamıyoruz. Ağız açıp da durumu, işin korkunç tarafını birbirimize bile söyleyemiyoruz ve bazen otobüs yoldan çıkıyor. Oraya buraya yalpa vuruyor. Yol uzadıkça otobüsün yalpası da arttı. Bizlerdeki yürek titremesi… Şimdi tekmil otobüs halkı durumdan haberdar… Homurtular da aldı yürüdü. Ama kimse, hâlâ şoföre tek bir kelime söyleyemedi. Bereket versin yol düz de… Dönemeç falan gibi şeyler olsa, çoktan hapı yutmuştuk. Makine her çukura geldiğinde, tepemiz tavana değip değip iniyor. Şoför hiç oralı değil. Uyuyup da uyanıyor, o kadar. Yüzler sararmış ve gözlerde korku.

İçeride korku son hadde geldi. Ha şimdi devrileceğiz, ha birazdan… Kocaman kocaman açılmış, bir sürü korkulu göz şoförün sırtında.

Şoförün yüzü balmumu sarılığında. Çocuk şaklabanlığını o kadar artırdı ki, camları yalıyor, gülüyor, sıçrayıp otobüsün önüne biniyor… Türlü oyunlar. Ne yaparsa yapsın, usta oralı değil.

Yolculardan biri içerideki korkuyu, yahut kendi korkusunu dağıtmak için olacak, oynak bir Karadeniz havası tutturdu. Bir tutturdu, bir daha da uzun zaman kesmedi. Kesmedi ama, para da etmedi türkü.

Artık kurbanlık koyunlar halindeyiz. Hepimiz belki şimdi, belki de birazdan gelecek felaketimizi bekliyoruz.

Sağ yanda epeyden beri kızarıp bozaran, dolup taştığı kıvranmasından belli olan adam, deli gibi fırlayıp şoförün kollarına yapıştı. Şoför neye uğradığını şaşırıp otobüsü durdurdu.

“Ulan öldürdün be hepimizi… Öldürdün be! Her birimiz birer çocuk doğurduk be
korkumuzdan. Yeter!”

Şoför sustu sustu, sonra birden parladı:

“Ne olacak! Ne istiyorsun yani?”

“Ulan ne istiyorsunu var mı? Öldürdün, bitirdin ulan… Geri dön de şu yolcuların haline bak, insanlık halleri kalmış mı hiç?”

Şoför, adamı yakasından tutup arkası üstü itti. Adam bir yolcunun üstüne düştü.

İşte bundan sonra kıyamet koptu. Bütün yolcular şoförün başına yığıldılar. Şoför ortadan kayboldu. Şoföre tekmeler, tokatlar inip inip kalkıyor ve sarı çocuk çırpınıyor: “Öldürdünüz, öldürdünüz!” Kimseden ses, küfür, çıt çıkmıyor: Yalnız eller faaliyette.

En sonunda kalabalık dağılıverdi. Baktım ki şoför, şoför mahalline yığılıvermiş. Yüzü gözü kan içinde…

Dayağı atanlar, makinenin etrafına sıralanmışlar, sessizce, yüzlerinde derin bir acı, şoföre bakıyorlar.

Bir zaman yerde yattıktan sonra, şoför kendine gelebildi. Hiçbir şey olmamış gibi direksiyona geçip sürdü.

İçeride herkes, oyuncağı elinden alınmış çocuklar misali… Ama artık şoförün başı direksiyona çarpmıyor. Eller tamamen hakim ve makine yağ gibi akıyor.

Toros dağlarına geldik. İşte zurnanın zırt dediği yer burası. Şoför, makineyi gayet normal kullanıyor ya, bizim gözümüz korkmuş bir kere. Bir uçurumdan yuvarlanırız diye ödümüz patlıyor. Yanımdaki genç boyuna ayaklarını titretip, dudaklarını kemiriyor.

Bu minval üzere Torosları geçtik amma, anamızdan emdiğimiz süt de burnumuzdan geldi.

Karanlık basarken Adana’ya ulaştık. Otobüs garajda durunca, yolcular büyük bir sevinç içinde kendilerini dışarı attılar. Dışarı atmadılar, adeta fışkırdılar.

Otobüs durur durmaz, şoför başını direksiyona koyup öylece uyuyakaldı.

Yolcular dağıldı, epeyce de zaman geçti, o gene öyle…

En sonunda sarı çocuk dürttü:

“Abi! Osman abi, kalksana artık.”

Osman derin bir uykudan uyanırcasına kalkıp, sürünür gibi indi. Öylesine yorgun, öylesine bitik gösteriyordu ki, sanki her yanı ezilmiş, kolu kanadı dökülmüş…

Sarı çocuğa:

“Otelde mi kalırsınız?” dedim.

“Evimiz yok ya.” dedi.

“Beni de yattığınız otele götür.”

“Gel abi, gidelim. Sen yabancısın herhalde?”

“Yabancıyım.”

Osman sarhoş gibi, rüyada yürür gibiydi.

Çocuk soruyordu:

“Osman abi, yemek yemeyecek misin?”

Osman’da hiç ses yok. Bir baş işaretiyle yemeyeceğini anlattı.

Otelde üçümüze bir oda verdiler. Osman, elbiselerini bile soymadan yatağa uzanıverdi.

Sarı çocuk, gözlerinde bir acıma, şefkat ışıltısı… Osman’a baktı baktı… Bana dönüp:

“Abi” dedi, “bilsen ne iyi adamdır Osman abi. Karıncayı bile incitmez. Ne de çok dövdüler.”

Osman’ı derin uykusunda bırakıp, sokağa çıktım.

Adana gecesinde insanı boğacak gibi yapış yapış bir sıcak vardı. Seyhan’a doğru yürüdüm. Gökte yıldızlar iri iriydi. Seyhan yorgun, karanlık… derinden akıp gidiyordu.

Sabahleyin erkenden uyandığım vakit, sarı çocuğu Osman’ı uyandırır buldum.

“Kalk be abi! Kalk be! Vallahi vakit geçti. Vallahi billahi neredeyse güneş doğacak. Herkes arabasını doldurdu bile. Abi be!”

Osman, usul usul gerinerek uyandı. Gözlerini açar açmaz da birden toparlandı.

“Çok geç mi kaldık Raif?” dedi.

“Geciktik abi…”

Osman fırladı. Raif’le ben, arkasından bakakaldık.

“Evvelsi gece motor bozuldu da yolda kaldık. Yapabilmek için de sabahlara kadar uyumadık.”

Uykusuzluk ve dinlenmeden on dört saat direksiyon başı.

Raif:

“Abi, biliyor musun sen?”

“Bilmiyorum.”

“Yolcular iyi yaptılar Osman abiyi dövdüklerine. Yoksa muhakkak bir kaza olurdu. Dövdüler de ayıktırdılar. Osman abinin iki çocuğu var, küçücük…”

1952

(Yaşar Kemal,  “Nuhun Gemisi” Bu Diyar Baştanbaşa 1)

PERİ  BACALARI : Kayadan Kale Oymuşlar

Ortahisar köyü… Peri bacaları ormanın ortasında.

Bozkır bomboştur. Kıraçtır. Tuzludur. Tuz parçaları yaz sıcağında ışıldar. Uçsuz bucaksız, yapayalnız, düz uzar gider. Yanığa çalar. Çok zaman büyük bir yalım geçmiş sanırsın bu toprağın üstünden. Sarımsı. Ta uzakta, ötelerde, belki de göremeyeceğin kadar uzakta bir gökyüzü vardır. Bomboz. Bu büyük yalnızlıkta insanlar, hayvanlar, çok çok da bulunmazlar ya, karınca gibidirler. Yanında da olsa bir küçücük kara nokta gibi kalırlar.

İşte bu yalnızlıktan, bu uçsuz bucaksız topraktan al karınca gibi, nokta gibi insanı, götür Ortahisar kalesinin dibine koy… Gözünü açınca karşısında Ortahisar’ın kırk pencereli yekpere kayadan oyulmuş kalesini görsün. Bir şafak vakti bıraksan daha iyi olur. Alacakaranlıkta da olur. Şaşırmazsa, bir zaman lalü ebkem kalmazsa, bana da adam demesinler.

İşte ben öyle oldum. Dondum kaldım. Bir şeyler uçuşmaya başladı bir yerlerden. Kalenin burçlarından kanat sesleri geldi. Bembeyaz… alacakaranlık silindi. Köy silindi. Bir ben kaldım, bir de kale. De pay edin kozunuzu, dediler sanki.

Köylüler aldı dört bir yanımızı, iyi, akıllı köylüler. Efsane köylüleri.

Köyü görür görmez, peri bacaları ormanına girerken, Mustafa’ya demiştim ki:

“Mustafa, ben burada yapacağımı bilmiyorum. İnsanlar bu diyarda gece gündüz efsane yaratırlar. Bu köyden, peri bacaları ormanının dolaylarındaki öteki köylerden yüzlerce peri efsanesi derleyeceğim.”

Mustafa demişti:

“Bu köyler senin bildiğin köyler değil, hepsi okuryazar. Osmanlıdan beri bu köyde okul var… Öyle efsaneye mefsaneye inanacağı zor bulursun.”

Ben biliyordum ki, efsane öyle okumuşluğa falan bakmaz. Efsane insanoğlunun içindedir. Ölüm gibi, arılık gibi, korku gibi temellidir insanda. İnsanoğlu yaratıcıdır. Sıkışınca taşı un eder, kayaları deler, toprağın altını üstüne getirir, en umulmaz yerden kendine bir dost çıkarır. Yani insanoğlu, yaratmadan edemez. Bulunduğu bölgeye, durumlara bağlıdır yaratmasının patlak vermesi… Göçebenin kilimi, nakışı, yerlinin taşı, yapısı, heykeli, resmi. Bunlarla birlikte destanı, türküsü, masalı, efsanesi… İnsanoğlu yaratır oğlu yaratır… bunun çaresi yok. Ötesi yok. Getir buraya doldur dünyanın en katı insanlarını, fizikçilerini, kimyagerlerini, atomcularını, maddeyi oyuncak gibi kullananlarını. Getir şu Ortahisar kalesinin karşısına dik, salıver şu peribacaları ormanının ortasına, bir yıla kalmadan sana, inanmasalar da, bir şiir döktürsünler, parmağın ağzında kalsın… Bir dünya kursunlar, efsane dünyası gör.

Ortahisar’ın çok güzel bir oteli var. Bu otelin bir eşi Türkiye’nin hiçbir kasabasında yok. Tertemiz. Moderne. İçinde akarsuyu. Turistik mi? Al sana turistik! Turist mi gelir, zenginler mi, milyarderler mi gelir rahat ederler. Otelin bakıcısı Hikmet Hanım bir İstanbul hanımı. Eski İstanbul’dan. İnanmayanlar, gitsinler Ortahisar köyünün otelini görsünler de beni yalancı çıkarsınlar. Ya da bana hayır dua etsinler.

Gazeteciyiz dedik.
Kendimizi tanıttık. Köylüler başıma toplandı otelde. Ben sabırsızım. Şu Mustafa’ya bu topraklarda efsane yaratılır mı yaratılmaz mı ilk ağızda göstereyim dedim. Eski folklorculuk tecrübem, güvenim de var ya kendime. Şöyle bir yokladım. “Efendi” dediler, “burada efsaneye mefsaneye inanacak ahmak kalmadı şimdi. Periye cine inanacak cahil kalmadı. “Arama” dediler.

Mustafa demedim mi dercesine bana baktı.

Ben hata ettim… Biliyorum, bu işe böyle girilmez. Köylünün ağzından laf böyle alınmaz. Ben, duygularıma kapılarak, ölçüp biçmeden bodoslamadan girmiştim.

Geveledim:

“Demem o ki” dedim, “eskiden falan kalmış, atadan, dededen kalmış… Birinin başından geçmiş… Perilerin düğünlerine uğramış… Hem buraya neden peri bacaları demişler? Bunun bir sebebi?”

Köylülerin hemen hepsi adam mı kandırıyorsun der gibi yüzüme baktı…

“Yani buna dair… masal… Madem ki peri bacaları demişler. Perilerle bir ilişiği olacak… Olması gerek…”

“Burada peri meri yok. Ne düğünü var, ne sarayı… O, düzmece masallarda.”

“Peki bunları, bu görülmedik dünyayı kim yapmış?”

Ben böyle sorunca, bir köylü lafa başladı. Biraz güvençsiz, biraz alay ettiğimi sanarak, başladı jeolojiden söz etmeye… Erciyeş bir yanardağdı, dedi, ondan çıkan lavlar… Sonra yağmur, yel, bu yumuşak kayalıkları…

Böyle tam yarım saat bir söylev çekti. Göremelerin tarihini anlattı, devrini bir bir söyledi. Milattan önce, Milattan sonra, dedi…

Bir ara Mustafa kulağıma eğildi:

“Aldın mı efsaneyi?” dedi.

Mustafa’ya yenilgime kızdım.

“Siz” dedim, “bana konuşkan seksenlik bir yerli hanım bulamaz mısınız? Köyünüze yazı yazmaya geldik!”

“Buluruz” dediler. “Ama o da efsaneye inanmaz. Bulamazsın. Hocayı da getiririz. O da bilmez.”

Canım sıkıldı:

“Surdan Sarız’a, Afşar ellerine bir açılırım, iki gün sonra size yüz tane peri bacaları efsanesiyle gelirirm…”

“Onlar göçebe” dediler, “onlar periye cine inanır. Göçebe daha onlar…”

umudum azıcık kırılmadı değil. Öyle kesin konuşuyorlar ki… Böyle bir toprak parçasının efsanesi olmasın!

“Sarız’dan, Afşar’dan buraya gelirler mi?” diye sordum.

“Arada sırada gelen giden olur. Hele eskiden çok gelirlerdi.”

Tamam. Görsünler türküyü, efsaneyi. Afşarlılar peri bacalarının her taşı için bir efsane yaratmamışsa bana da yuf olsun.

Ay ışığı vardı. Dışardaydık. Otelden az uzakta, göğe doğru yükselmiş, bir minareden daha uzun, geniş, pencereli bir kaya parçası görünüyordu.

“Bu ne?” dedim.

“Bu da Sak kalesi. Adı öyle.”

Bir yaşlı başladı anlatmaya:

“Bu kale çok eskiden kalmıştır. Zaman belli değil. Ortahisar kalesiyle bu kale alttan bir tünelle birleşir. Eskiden kaleler muhasara edilince bir kaleden bir kaleye bu tünelden gidilirmiş. Çok geniş bir tünel. Gidelim dedik bir zaman, ancak yarı yola kadar varabildik. Tünelin ortsı yıkılmış. Gidemedik, geri döndük… Bu Sak kelesi de yekpare kayadır. Tepeye yine kayadan oyulmuş merdivenlerle çıkılır. Tepeye doğru geniş bir odası vardır. Sabahleyin sizi götürelim de görün.”

Sabahleyin götürdüler gördüm. Çıkması bir bela. Bu ağır bedenle bir yuvarlanırsan aşağı, bin parça olursun. Önce Mehmet Bey çıktı. Sonra ben, sonra da Mustafa… Yıllar dış merdivenleri aşındırmış. İç merdivenler öyle duruyor. Minare merdivenleri gibi döne döne çıkıyor. Kayayı böyle oysunlar! Akıl almıyor. O kadar yumuşak da değil taşı… Dedikleri tünel de karanlık… Yerin altına doğru kayıp gidiyor. Bu kale de peri padişahının sarayı değilse, ben de hiçbir şey bilmem. Bu kale üstünden yürümeli. Belki bir efsaneye rastlarız. Çocuklar gelir bunun hakkından.

Kalede bir koyağa indik. Bağlıklı, bahçelikli. Koyağın sözünü sonra edeceğim. Çocuklar madensuyuna gelmişlerdi. Onar yaşında üç tane çocuktular. Mustafa’yla öteki arkadaş su içip uzaklaştılar. Bir dutun altında beni beklemeye başladılar.

Ben çocukların maşrapalarıyla bir su daha içtim. Okula gidip gitmediklerini sordum. Gittiklerini söylediler.

Birden:

“Siz biliyor musunuz. Sak kalesine çıktım. Hem de tepesine kadar çıktım. Şimdi oradan geliyoruz.”

“Ahmet Emmi’yle mi çıktınız?” diye sordular..

“Ahmet Emmi’yle.”

“O iyi çıkar” dediler.

“Siz hiç çıktınız mı?”

“Tabii” dediler, “biz her zaman çıkarız.”

“Korkmaz mısınız? Orası peri padişahının sarayıymış. Öyle söylediler bana. Perilerden korkmaz mısınız?”

“Peri padişahının sarayı değil orası. Kale.” dedi biri.

Başka biri, bu sarışın bir çocuktu, mavi gözlüydü:

“Amca” dedi, “geceleri elleri ışıklı adamlar dolaşır o kalede. Biz de zaten gece çıkamayız. Gündüz orada hiç mi hiç kimse olmaz.”

“Peki kimmiş o elleri ışıklı adamlar? Adam mı, peri mi?”

Çocuk:

“Adamın ne işi var orada gece vakti? Çok çok adam, ışıklı adam varmış geceleri… Dolaşır dururlarmış sabaha kadar. Sessiz dolaşırlarmış. Çıt çıkarmazlarmış. Ebem görmüş…”

Mustafa’ya geldim. İşi anlattım.

“Ucu söküldü Mustafa” dedim. “Bekle efsaneyi gayri…”

Mustafa:

“Olamaz”dedi. “Uyduruyorsun.”

Yanımızdakine sordum:

“Sen köyde kaleye ait böyle bir laf duydun mu?” dedim.

“Söylerler” dedi… “Ama böyle söylemezler… Karanlık kavuşurken elleri ışıklı adamlar Damsı yanlarından gelir, kaleye girerlermiş… Ben böyle duydum.”

Bazı tarihçilere göre, bu kaleler Tunç Devrinden kalmaymış.

1957

(Yaşar Kemal,  “Peri Bacaları” Bu Diyar Baştanbaşa 3)

SÜNGERCİLER

Yüzü kırış kırıştı. Koyu yeşil gözleri, bembeyaz püskül püskül kaşlarının altında derinlerde kalmış, bir ışıldayıp bir kararıyordu. Gözlerindeki karaltı, gözlerindeki keder, en karanlık gecelerden daha koyuydu. Bu koyu karanlığın üstünden uzun bir zaman geçtikten sonra, bir kıvılcım gibi, bir ışık parıltısı hızla yanıp sönüyordu.

Belini yaşlı bir çama dayamıştı. Süt gibi beyaz sakalı titredi:

“Bak ban delikanlı” dedi, “o kafirin lafını etme bana.”

Bu köy, Fesliyen yaylasındadır. Fesliyen yaylası Ege denizinde, Gökova körfezinin üstündedir. Gökova körfezi içerilere, toprağın karnına doğru keskin, ışıltılı mavi bir hançer gibi sokulur. Bodrum’dan gündoğuya doğru yol alırken Fesliyen yaylası sola düşer. Sol yandaki dağlar, dağların yalçın kayaları uzun ve yeşil gözükür.

İbrahim Kaptan’ın oturduğu köy, yaylanın kuzeyinde, bir vadinin baş tarafındadır. On beş evliktir. Ve İbrahim Kaptan bu köyün yerlisi değildir. İşte ben sırf onu görmek, onunla konuşmak için sarp kayalardan, keçi yollarından aşarak buraya yaya geldim.

Buraları apayrı, yapayalnız, kendine göre bir dünyadır. Bu taşların arasında bir güncük kalan adam, aşağıda, uzaklarda başka bir dünyanın varlığını unutur. Gün batısında dünyanın en güzel mavisiyle çalkalanan bir deniz mi var? Kimse hayal
bile edemez. Ve deniz şu tepenin ötesindedir. O tarafın esen rüzgârında deniz kokusu, deniz nemi bile yoktur.

Israr edip:

“Kaptan” dedim, “neden bıraktın denizi de geldin bu in cin yok yere?”

kaptanın Grek burnu bembeyaz kesildi:

“Bre etme o cenabetin sözünü.”

“Kaptan” dedim, “ben eski süngercilerle konuşmaya geldim. Senin için en iyi sünger avcısıdır, ama bıraktı, on yıldır ıssız bir kayada yaşıyor, diyorlar. Senin için türlü türlü şeyler söylediler.”

Kaptan oturduğu yerden kımıldamadan söylendi:

“Ben bilmem onları. Deniz yüzü görmüş değilim. Ben bu taşlı köyde doğdum. Bu taşlı köyde büyüdüm. Ben bilmem öyle laneti. Misafirsin, hoş geldin. Etme lafını o cenabetin.”

Baktım ki kaptanda iş yok. Yanından ayrıldım. Köyde köylülerle onun hakkında konuşuyorum. Kaptana toprak adamları bir hoş bakıyorlar.

Beni köye kadar kaptanı görmeye getiren sebep, onun başından geçen maceradır. Bana şöyle anlatmışlardı:

İbrahim Kaptan adalardanmış. Anasından düştü düşeli de denizdeymiş. Yani denizde doğup, denizde büyümüş. Ve bana dediler ki, bütün Akdeniz’de İbrahim Kaptan gibi bir kaptan yoktur. İbrahim Kaptan denizin adını “deli kısrak” koymuş. Bütün Akdeniz’i, Akdeniz’in dibini taş taş, karış karış bilirmiş. Daha Türkiye’de, Bodrum’da, Marmaris’te, Bozcaburun’da sünger bilinmezken, o adaların en namlı dalgıcı, en namlı kaptanıymış. Adalılar yirmi beş kulaçtan aşağı inemezken, o, elli kulaca bana mısın demezmiş.

İbrahim Kaptan’ın denizi ne kadar sevdiğine dair bir misal getirdiler. Bu, bir insanın bir tabiat parçasına aşkını en güzel söyler: İbrahim Kaptan evlendiğinde, vebali günahı söyleyenin boynuna, gerdeğe evde değil de, denizin ortasında, motorun içinde girmiş. Karısını, evlendikten bir ay sonra, ancak eve getirebilmiş. Ve kadın bir ay sonra evinin yüzünü görmüş. Bundan sonra da kaptan bir aylık gelini evde bıraktığı gibi denize açılmış. Uzun sözün kısası, İbrahim Kaptan deniz, deniz İbrahim Kaptan demekmiş.

Deniz durgun ve güneş batıya doğru iniyor. Akdeniz tuzsu tuzsu kokuyor. Bir kayalıkta İbrahim Kaptan’ın arkadaşı dalgıçla konuşuyoruz. Denizlerin tek yaşlı dalgıcı. Dalgıç, elinin tersiyle kalın, düşük bıyıklarını sıvazladı. Deniz, küçük kayıkla oynuyordu.

“Git bul onu” dedi. “İyi çocuktur. Denizi, yoktur onun kadar bilen.”

Sonra anlattı:

“Denizi onun kadar seven bir insana daha rast gelmedim. Nasıl oldu da ayrıldı denizden? Daha şaşarım. Denizden kaçan bir bunu bilirim, bir de Rodoslu Ali Kaptan’ı. Rodoslu Ali Kaptan’ınki başka hal… Bununki başka. Ali Kaptan bir gün bana geldi. Çok kızgındı. Yüzü de sapsarıydı. ‘Al’ dedi, ‘motorumu. İskelede bağlı.’ Şaştım kaldım. Ne pazarlık etti, ne bir şey… İskeleye bile uğramadı. Bir daha da ömrü boyunca denize çıkmadı. Karada, toprakta çok çekti, ama bir daha denizin yüzüne bile bakmadı. Buna bizde deniz korkusu derler. Hastalık gibi bir şeydir. Bu hal çok insanlarda olur. İbrahim Kaptan’ınki başka, onunki yürekler acısı… Onun denize düşman olmaya hakkı var. Herkes şöyle böyle diyor ya, ben yerden göğe kadar hak veriyorum ona.

Yaş gelmiş altmışa, bir tek çocuğu olmuş kaptanın. O da daha on yedisinde. Ama çocuk iyi bir dalgıç. Sünger mevsimi ava çıkmışlar. Bu, ilk uzun gidişi çocuğun. Fakat kaptanı günler uzadıkça bir kederdir sarmış. Bir gündü, gördüm ufalmış, boyuna denize bakıyordu. Düşünüyordu suratı bir karış. Kurban bayramıdır. Süngerciler toptan seferden dönecekler. Kaptan yollara bakıyor. Karısını elinden tutmuş. Seren boylu yavrusunu bekliyor. O günkü hali hiç gözümün önünden gitmez. Gelen motorlara baktı baktı, sonra deli gibi yerinden fırladı. Karısıyla el ele tutuşmuşlardı. Bütün motorları aradılar. Çocukları yoktu. Kaptanın ağzından çıt çıkmadı. Herkes bayram etti, bizim kaptan… çocukla süngere giden arkadaşları anlattılar: Denize bir girdi miydi bir saat, iki saat çıkmak bilmiyormuş. En sonunda elli kulaçta vurulmuş. Çıkarmışlar, yarı ölü imiş. Kaptan buna inanmadı. Yıllarca karısıyla el ele tutuşup , kıyıdan uzaklara, denizin ötesine baktı. İskeleye her motor gelişinde oğlunu sordu. Böyle yıllarca denize baktılar, baktılar. Bir gün baktık, kaptan ve karısı ortalarda yok.”

Köyde köylüler anlatıyorlar: Bir şafak vakti, iki ihtiyar el ele tutuşmuşlar, önlerinde bir çobanla köye girdiler. Kaptana ne sorduksa hiç cevap vermedi. Yalnız bir aaah çekip: “Oğlumu deniz yedi.” diyordu.

Bir köylü:

“Deniz adamları yarı delidir. Onların emekleri kan emek. Onların hayatları ölümdür. Yüz metre denizin dibine gidiyorlar. Akıl mı bu? Ama geçim… Toprakları yok onların. Onların toprakları da denizdir.” diyordu.

Sonra İbrahim Kaptan’ı kastederek:

“Gördün mü akıllı adamı… Ömrünü deniz dibinde sünger peşinde geçirmiş, şimdi lafını bile ettirmiyor denizin. On yıldır bu köyde yönünü deniz tarafına bile dönmedi. Denizi görmek için kasabaya bile gitmedi.” dedi.

O gece köylülerle hep kaptan üstüne konuştuk. Kaptanın köyde derdi günü topraktan söz açmakmış.

“Allah size toprak gibi bir nimet vermiş, siz onu cennet edin.” diye öğütler veriyormuş.

Köyden ayrılırken kaptana bir daha uğradım. Sırtını çama dayamış güneşleniyordu.

“Oğul” dedi, “zahmet çekmişsin, ben o lanetlemeyi unuttum bile. En iyisi toprak. Ayakların sağlam basar. Kalleş değildir. Ne var, ne yoksa toprakta. Bütün denizcilere söyleyin, toprak gibi güzeli yok. Deniz gibi orospu, kalleş değildir. En güzeli toprak.”

Akşamdan usul usul bir yağmur yağmıştı. Toprak kokusu çam kokusuna karışıyordu.

“En rahatı, en tatlısı toprak.”

Kaptanın arkamdan söylediği söz bu oldu.

Toprakla Deniz

Aydın-Milas arası… Otobüste yanıma yaşlıca bir köylü düştü. Konuşmaya başladık. Tabii ilk olarak o sordu, ben söyledim. Söze, her Anadolulu gibi:

“Nerelisin, nereden gelip, nereye gidiyorsun?” sualiyle başladı. Sünger avcılarına gittiğimi söyledim. Bana acıyarak baktı:

“Başka hiçbir iş bulamadın mı? Yazık değil mi gençliğine?” dedi. Sözümü yanlış anladığını söyledim, süngercilere niçin gittiğimi anlattım.

“İyi yapıyorsun.” dedi. “Bunların çektikleri görülmeye değer.”

“Ben” dedim, “sünger avcılığı diye bir iş olduğunu İstanbul’da duydum, meraklandım, kalktım geldim. Süngercilik hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim tek şey, metrelerce, denizin dibine daldıklarıdır.”

Köylü, çatlamış nasırlı ellerini denize doğru savurdu:

“Biz toprak adamlarıyız. Denizin yüzünü bile görmek istemeyiz. Bizler, köycek, şaşarız deniz adamlarına. Onların kazançları kan emek. Olmaz olsun öyle dirlik. Deniz adamları bir başka türlü, bir hoştur. Kazandıklarını tutmazlar. Verirler içkiye, verirler içkiye… ben, onların içinde bir tek akıllı adam görmedim. Hepsi kaçık, hepsi deli.”

Arkamızdaki sırada ince, kavrulmuş kara yüzlü kupkuru bir adam var. Her hali bizi ilgiyle dinlediğini gösteriyor.

Ve köylü anlatmaya devam etti:

“Bunların yaptıkları delilikleri
tımarhanedekiler, beş yaşındaki çocuklar bile yapmaz. Bunlarda hiç akıl olsa yüz metre denizin dibine, karanlık suya, kötü bir lastik boruya güvenir girerler mi? Daha ne delilikleri var bunların bir söylesem!”

“Peki, bu adamlar, bu işi sırf keyif için mi yaparlar? Geçim falan?”

“Keyif için yapıyorlar ya, ne sandınız? Toprak bizi nasıl geçindiriyor?”

“Keyif için ölüme ha?”

“Cümlesi denize sevda bağlamıştır. Atadan, dededen kalma bir laf vardır: Denize değen iflah olmaz bir daha, derler. Ölünceye kadar gider bu aşk… Akıl, sır ermez. Dalarlar denize, çıkarlar içerler… İşleri güçleri bu, dalarlar, içerler… Bakın efendi oğlum, bu adamları kurtarmak insanlık vazifesidir. Bir çare düşündüm, hükümet bunu nazarı dikkate almalıdır. Yani bütün süngercileri Bodrum’dan, Marmaris’ten, Bozburun’dan toplayıp Orta Anadolu’ya sürmeli, onlara orada toprak vermelidir. Denize dönmemeleri için bir de kanun çıkarmalıdır. Yasak etmeli onlara denizi. Çünkü efendim, onlar kaçarlar denize. Yoksa buradaki insan nesli mahvolacak. Deniz yiyecek onları. Bakın size bir şey daha söyleyim, söyleyim de ibreti alem için yazın: Bu deliler çocukları üç yaşına gelince kollarından tuttukları gibi yallah denize savururlar. Çocukların hepsi balık gibi. Böyle çocuktan vatana, millete hayır gelir mi hiç?”

“Herkesin şu yeryüzünde bir türlü işi var. Sen topraktan, öteki denizden.”

Köylü kızdı:

“Evlat” dedi, “onlarınki iş değil, oyun. Kocaman çocukların oyunu! Altı ay denizde çoluğundan çocuğundan uzakta kal… Sonra çoğunun kazandıkları para… bir hiç… Açlıktan ölürler. Yani efendim nefesleri kokar. Çoluk çocukları çırılçıplaktır. Çoğu da denizde ölür. Karıları altı ay, onlar seferden dönünceye kadar denize bakıp beklerler. Elleri de boş dönerler, dönebilenler. Çünkü hepsini içmişlerdir. Başka çare yok. Bunların topunu Orta Anadolu’ya sürmeli. Bunlar, denizde ölürler, yine ayrılmazlar. İlle hükümet zoru.”

Arkadaki kuru adam yutkunuyor. Bir şeyler söyleyecek oluyor, söyleyemiyor. Daha doğrusu fırsat bulamıyor. Yaşlı köylü baktı ki kendisini yalnız ben değil, bütün otobüs dinliyor, bütün otobüse hitaba başladı. Deniz adamlarına çok kızgın.

“Bunlardan bir Kaptan Memed Ali vardı. Bir yıl çok sünger çıkarmış. Denizden de usanmış. Bıraktı denizi, geldi bizim köyden toprak aldı. Bahçe yaptı, bağ yaptı. Hepimiz sevindik. Kaptan bu yaşında bile bir çalışıyordu ki, bir görsen maşallah derdin. Çocuklara, bebelere analar nasıl bakar, öyle bakıyordu ağaçlara. Bir yıl, iki yıl… Kaptan, delikanlılar gibi çalıştı. Bir şevk vardı kaptanda… Hepimiz imreniyorduk. Bir de kuvvetlenmiş, gençleşmişti ki sorma. Ona: Kaptan, işte toprak böyledir. Adamı gençleştirir, diyorduk. Doğrudur, hakkınız var, diyordu.

“Yalnız son yıllarda kaptanın karısını bir telaş aldı. Gelip bana yalvarıyordu. Bana gelmesine sebep de, kızımı kaptanın oğluna vermiştim. Ne bilirsin böyle yapacağını… Kadın, ‘kaptan tekneyi satmadı. Geceleri hep tekneyi, denizi sayıklıyor. Başımıza bir iş açacak. Bir gece biri şu tekneyi yaksın. Kıyıda yarı çürümüş duruyor.’ dedi. Aldırmadık. İnanmadık. Karının hakkı varmış. O tekne orada durdukça onun içindeki kurt da büyüdü. Gün günü zayıflamaya, bahçeye, tarlaya bakmamaya başladı. Bir gün baktık ki, seninki tekneyi onartıyor. Sonra, boyuna önüne gelene küfretmeye başladı. Evde kimseye rahat vermiyordu. Bir gün her şeyi satıverdi, gitti denize… Denizde öldü. İşte böyle deli bunlar. Mezarı bile yok… Balıklara yem oldu. Çoluk çocuğu, torunları, yani benim torunlarım sersefil şimdi. Toprakta kalsaydı ne iyi olurdu. Duramadı. Deniz çekti onu. İşte böyle hergele bunlar. Deniz oyununa kurban gitti.”

Köylü susunca, arkadaki kara kuru adam daha fazla dayanamayarak söze karıştı. Köylünün gevezeliği onu iyice doldurmuştu. Bıraksak iyi bir kavga edeceklerdi.

“Bana bak amca” dedi, “ben dalgıcım. Hiçbir zaman oyun oynamadım. Keyfimden denize girmedim. Ekmek için. Başka iş bulamadım da ondan… Yalan söylüyorsun, keyif için ölüme gidilmez. Deniz çekti de, durmadı da toprakta… Palavra… Bir karış toprağım yok benim. Bin lira verseler, bir metre dalmam yoksa… Ama çaresizlik.”

Yaşlı köylü söve söve Karova bucağında indi. Biz de dalgıçla ahbap olduk. Bir gece yarısı Bodrum’a girdik. Bana bundan yirmi yıl önce dalgıçlığa nasıl bir korkuyla başladığını anlattı. O da köylüye sövdü.

1957

(Yaşar Kemal,  “Peri Bacaları” Bu Diyar Baştanbaşa 3)

HA BU DİYAR

Sandal sağdan vira etti, diziye yanaştı, sıraya girdik. Adam, elindeki kancayı diğer bir sandala taktı, derin derin nefes aldı. Oturduğumu görünce: “Buraya kadar beğ” dedi. “Biliyorum buraya kadar olduğunu.” diye cevap verdim.

― Hayrola beğ?

― Hayır, şer, oturuyoruz işte… Tut ki konuk geldik hemşerim.

― Bizim konuğumuz pek olmaz da… Yadırgadım, n’apalım? Hoş geldin öyleyse.

― Eh, hoş bulduk, hoş bulduk diyelim.

…………………

― Ne anlatmamı istiyorsun? İşin yok mu be deliğanlı…

― Boşver bizleri be… Sürünüp gidiyoruz işte.

― İşe gaçta mı başlarık? Sizinle başlarık işe, sizinle bitiririk… Millet evine gider, biz de evimize giderik.

― Çoluk çocuk mu? Yok efendi yok, hiçbiri yok. Ne çocuk, ne garı, ne ana… Yok hiçbiri.

…………………

― Yak bi siğara sandalcı başı.

― Öksürtür, kendi caramdan savurayım.

Yüzü kırış kırıştı. Başına, yünden dokuma bir atkı sarmıştı. Koynundan bir paket sigara çıkardı. Pakete boşalmış tütünleri ustalıkla sigaranın içine döktü, yaktı. Derin derin iki nefeslendi. Bir romorkör geçti, deniz sallandı.

― Dertsiz iş yok mu? dedim. “Yok” diye cevap verdi. Alay edip etmediğimi anlamak için alıcı gözlerle baktı, baktı. Ürperdim.

Günlerdir düşünüyorum, içinde dert olmayan bir konu bulmak için. Yöneticilerim, “bıktık” diyorlar, “usandık” diyorlar, “dertsiz iş yok mu?” diyorlar, “karamsar herif” diyorlar!…

― Sen ne dersin hemşerim, işin dertsiz tarafından yarenlik etsek, haa?

― Git işine be adam, tirotaracı mısın nesin?

― İnan olsun değilim…

― Öyleyse zorun ne? Adam gibi geldin şuraya, oturup iki laf atalım dedik, başladın dalganı geçmeye. Dertsiz adam olur mu hiç, herkesin bi derdi olur, zenginin bilem derdi olur ki bizimki vızırtı galır yanıcağında.

― Senin ne derdin var yahu, onluklar şıkır şıkır… İki kürek çek tamam… Derdiniz var mı sanki?

― Doğrultacan mı?

― Yooo, haşa!

― Peki ne soruyon öyleysem?

― Hiiiç…

― Anlaşıldı, meraklandın, mademki sordun, anlatayım da merakın garnında kalmasın.

Biz burada yetmiş beş sandal varık. Günde bi buçuk liraya yakın para gazanırık. Yazın üç liraya vardığı da olur. Alla’çin! Keseden yeme günümüz matem günüdür, hani tipinin göz açtırtmadığı günler. Kim biner öyle havalarda sandala? Bizim şu sandallara “varka
sandal” derler. İnce sandallar daha ucuza adam taşır.

― Eeee, şöyle böyle kırk beş lira eder ayda, nereye harcarsınız ki?

― Efendi doru gonuşacaksan gonuş, sanki binlerle oynuyakta, nereye harcamışız, töbe haşa yidiği boka bak! Neriye mi harcarık, al kalemi eline yaz Musa’nın derdini… Han parası, boğaz parası, çamaşır parası, sabun parası, çağara parası ayda otuz gayme!… Geriye galır on beş gayme mi? Bunu da memlekette çoluk çocuk gözler. Tuz parası, iplik parası, gaz parası on beş lira! Bütün çabamız hep bu on beş lira içindir.

― Memlekette toprağın yok mu?

― Var olmaya var ya bey, bizim topraklar kısır avrada benzer, ürün vermez, vermez ya bi türlü de boşayaman… Kısır avrat da sevilir. Sevilir ya öyle sevilir işte!…. Çoluğu çocuğu ona bırakın, gelin buraya rızk aramaya… Bi adam sürünecek oldu mu İstanbul’da da sürünür. Hanya’da da, Konya’da da…

― Çoğunluk nereli olur bu varkacılar dayı?

― Zonguldaklı, Safranbolulu, İnebolulu, ne bileyim nireli.

…………………

HA BU DİYAR, HA BU DİYAR, HA BU Dİ HA BU Dİ HA BU DİYAR…

…………………

― Haa, beyim. Bu diyarda dikiş tutturamayanlar terk ediyorlar, gidiyorlar… Bırakıyorlar işi gücü, mesleği… Kimi bu yaştan sonra simit satıyo, leblebi satıyo, fırınlarda işçilik yapıyo. İş bulamayanlar da varkayı satıp sürünüyorlar para bitince…

― Nereye gidiyorlar?

― Ni bileyim efendi, nereye gittiklerini?

― Karılar ip bekler dedin demincek, ne ipi bu?

― Bildiğin ip efendi, bildiğin ip. Bizim avratlar pazen muzen nedir bilmezler, basma neyim töbe bilmezler. Üç beş kuruş biriktirince ip alıp salarık memlekete onlar dokur, entari yaparlar.

İhtiyar sandalcı, etrafına doya doya baktı “cırk” edip denize tükürdü. Bir motor baca kırıp köprünün altından geçti, deniz çalkalandı.

Haliç, çamur çamur kokuyordu. Bir sandal daha geldi, diziye girdi. Kara boyalıydı. Karanın üstünde al bir yazı keskinlemesine “ALLAH KERİM”…

(Fikret Otyam,  “Ha Bu Diyar”)