Milli Edebiyat’ı, kendinden önceki ve belki kendinden sonraki edebi topluluklardan ayıran en büyük özellik, ilk başta bir “dil” hareketi olarak ortaya çıkmasıdır. Dönemin siyasi durumunun da etkisiyle bir “milli şuur” ortaya çıkmış, bu ilk olarak dili millileştirme eğilimiyle kendini göstermiştir.Ziyâ Gökâlp ve Ömer Seyfettin gibi önemli ediplerin başını çektiği bu anlayış Fecr-i Âti’nin dağılması üzerine ve hatta Fecr-i Âti’nin ferdiyetçi bakışına bir tepki olarak 1915 sonrası şiirde de bu yönde bir gayret başlatmıştır. Dil hareketi ile başlayan bu akımın şiire getireceği ilk yenilik elbette dilde sadeleşme olacaktı. O zamana kadar Halk şiiri ve Tekke şiirinde var olan “hece” vezni artık aydınların da rağbet gösterdiği bir vezin olmalıydı. Türkiye Türkçesine uygun olmadığı düşünülen “aruz” ise şiirimizden uzaklaştırılmalıydı.

Sponsor Bağlantılar

İşte, genç şairler tarafından şiirin millileştirilmesi bu şekilde algılanmış, bu fikri ortaya atanların asıl amaçları yolundan, neredeyse, sapmıştı.

1. Millileşme Çabasının Şiire Yansıması

Önce bir dil hareketi olarak ortaya çıkan Milli Edebiyat’ta, şiir dilinde değişikliğe gidilmesi kaçınılmazdı. Ziyâ Gökâlp ve Ömer Seyfettin’in önderliğini yaptığı “yeni lisan” yanlıları dilimizdeki Acem ve Arap etkisinin azaltılması, şiirlerimizin sâfî Türkçe ile yazılması gerektiğini söylüyorlardı. Ziyâ Gökâlp önce kendisi bu yönde eserler vermeye başlıyor, sonra da genç şairleri bu yönde hareket etmeleri noktasında uyarıyordu.

“Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.

Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz.
Mânâsı anlaşılan
Lûgate atmadan göz.

Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş Türkçedir;
Eski köke tapmayız.

Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müteradif sözlerden
Türkçesini almalı.

Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese.
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.

Yap yaşayan Türkçeden,
Kimseyi incitmeden.
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini olsun yeden.

Arapça’ya meyl etme,
İran’a da hiç gitme;
Tecvidi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme.

“Gayn”lı sözler emmeyiz,
Çocuk değil memeyiz!
Birkaç dil yok Tûrân’da,
Tek dilli bir kümeyiz.

Tûrân’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin,
Başka bir emeli var.

Türklüğün vicdânı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir.”  (“Lisân”, Akyüz, 1986: 705-706)

Bir yandan Ziyâ Gökâlp, Ali Canip ve Ömer Seyfettin, dilde yapmaya çalıştıkları bu ihtilalle dikkatleri üzerlerine çekerken bir yandan da birçok önemli edibin (Fuad Köprülü, Cenap Şehâbeddin, Yakup Kadri, Halit Ziya, Süleyman Nazif) sert tepkisi ile karşılaşırlar. Onlar, dilde sadeleşmenin zamanla ve tabiî olarak gerçekleşebileceğini, bunun terkipleri atıp dilin yoksullaştırılmasıyla olmayacağını savunuyorlardı. Onlara göre, “yeni lisan” hareketi sadece sınırlı bir grubun dile müdahalesiydi. Edebiyat dili olamayacağını söyledikleri bu dilin ancak bilim dili olabileceğini, onunla da edebi eser vermenin mümkün olmadığını savundular. (Çetişli, 2007: 164)1

Fakat daha sonra Fuad Köprülü, Nihad Sami’nin ifadesiyle: “Yeni lisancıların kelime katliamına girmeyip Türkçeye tam bir istiklâl verileceği prensiplerini öğrenince bu makbul harekete hatta iştirak etmiştir.” (Banarlı, 1971: 1125)

Milli Edebiyat şairlerinin kendilerini halka kabul ettirme çabalarının yoğunlaştığı 1911-1917 yılları Türk şiiri için bir karışıklık dönemidir. Bir taraftan dağılmış olan Fecr-i Âti’nin önemli isimleri (Ahmet Hâşim, Emin Bülend) şöhretlerini sürdürmeye çalışıyor, bir taraftan da Tevfik Fikret, Cenap Şehâbeddin gibi Edebiyât-ı Cedide şairleri varlıklarını koruyordu. Bununla birlikte hiçbir cereyana katılmayan fakat büyük bir şöhret sahibi olan İstiklâl şairi Mehmet Âkif başka bir anlayışla şiirde yükseliyordu.

Böylesi karışık bir ortamda “millilik” özelliğini Yeni Lisancılara bırakmak istemeyen ve Rübâb dergisi etrafında toplanan bir kısım genç şair (Halit Fahri, Orhan Seyfi, Hakkı Tahsin vd.) de şiirde başka yollar denemeye çalışıyorlardı. Milliliğin eskiye dönmekle olacağını ve bunun da Yunus Emre, Mevlânâ gibi isimlerin kullandığı samimi, lirik ve mistik anlayışın şiire yansımasıyla mümkün olacağını söylüyorlardı. Sembolleri olan ney’den dolayı adlarına Nâyiler diyen bu grup tutunamamış ve kısa sürede dağılmıştı.

Aynı sene, amaçları yine geçmiş kaynaklara dönerek bir çığır açmak olan bir başka şair grubun (Yahya Kemal, Yakup Kadri) ortaya attığı Havza Edebiyatı da yine kısa ömürlü olmuştur. Eski Yunan Medeniyeti ile kurdukları ilişki sebebiyle kendilerine Nev-Yunâniler diyen grubun anlayışını Yahya Kemâl’in yazdığı birkaç şiir (Sicilya Kızları, Biblos Kadınları) temsil etmeye çalışmıştır. (Akyüz, 1995: 169-170)

1.1. En “Milli” Vezin Hangisi? “Hece-Aruz Tartışmaları”

Edebiyat sahnesine adım atar atmaz birçok tartışma ve tepkilerin odağı olan Milli Edebiyat cereyanı, dil meselesinin yanında ciddi bir vezin tartışmasının da ortasında kalmıştır. Ortasında diyoruz, çünkü bu meselenin bir tarafında milliliği “şekil”le sınırlamak istemeyen ve “Türk aruzu”nu şiirlerinde kullananlar (Yahya Kemal, Fuad Köprülü), bir tarafında ise milli vezin “hece”dir diyenler (Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Orhan Seyfi, Halit Fahri, Yusuf Ziya vd.) duruyordu.

Milliliği hecede arayanların durumunun siyasi başarısızlıklar ve çeşitli ızdıraplarla sarsılan gençliğin, milli olan her şeyi güzel bulması olarak niteleyen Nihad Sami Banarlı durumu şu ifadelerle yorumlar: “Genç Türk gönülleri milli olan her şeyi en güzel bulmaya elverişli bir ruhla hece veznine sarılmış ve milli kültürleri en çok bu kadarına yettiği için hatta milli edebiyatı “milli vezin” sanacak kadar, hece vezniyle söylemiş olmayı milli eser vermiş olmak manasında anlamışlardı.” (Banarlı, 1971: 1130)

Oysaki Milli Edebiyat’ın vücuda gelmesinde değilse bile ilerlemesinde büyük tesirleri olan iki önemli şahsiyet, Fuad Köprülü ve Yahya Kemâl milli edebiyat düşüncesinin sadece bir vezin ya da şekil meselesinden ibaret olmadığını yüksek sesle dile getiriyorlardı. Banarlı’nın Fuad Köprülü’den aktardığı ve edibin “Milli Vezin” makalesinde yer alan ifadeleri şöyle: “Milli Edebiyat cereyanı yalnız bir vezin yahut sadece bir şekil meselesinden ibaret değildir. Milli hayatın bütün unsurlarında, hukukta, ahlakta, iktisadiyatta, bediiyatta birbirleriyle hemâhenk olarak yapılması şiddetle icab eden geniş bir inkılap, çok büyük bir tertip vardır
ki, milli vezin ve milli edebiyat meselesi de işte bu tertibin küçük bir parçasından ibarettir.”
(Banarlı, 1971: 1130)

Köprülü ile paralel görüşleri savunan Yahya Kemâl sanatta hedefin şiir söylemek olduğunu, vezninse ancak bir alet görevini yerine getirdiğini söyler. Ona göre bir hece-aruz tartışması çıkarmak lüzumsuzdur. Asırlardan beri hiç çarpışmadan yan yana devam eden bu iki vezni kardeş nehir Fırat ve Dicle’ye benzeten şair, bu tartışmalar arasında şiirin yok oluşuna üzülmekteydi. (Banarlı, 1971: 1131)

Hece-aruz tartışmalarını 1800’lerin sonlarından başlatan ve 1940’lara kadar getiren İsmail Çetişli, yapılan teorik çalışmaların yanında modern Türk şiirinde hece veznine dönüş hareketini 1897’den sonra Mehmet Emin’in başlattığına dikkat çeker. Mehmet Emin “Cenge Giderken –yahut- Anadolu’dan Bir Ses” isimli manzumelerini heceyle yazmış ve ömrü boyunca heceden vazgeçmemiştir.

Ömer Nâci ile hece-aruz tartışması yapan Rıza Tevfik, meseleyi sadece tartışma zemininde bırakmaz ve şiirlerini hece ile yazar. Hatta Çetişli’nin ifadesi ile o hece vezninde Mehmet Emin’den daha başarılıdır. Burada Çetişli’nin Hasan Kolcu’dan2 aktardığı şu ifadelere de yer verelim: “Mehmet Emin’in Türkçe şiirlerinin neşri, hece vezniyle ve sade Türkçe ile şiir yazmayı yaygın hale getirir. Mehmet Emin’in üslubunu taklit ederek veya tesirinde şiir yazanların yanında (A. Nihat, Tırnovalızâde, Mustafa Celal, Hüseyin Avni, Ahmet Rıfkı, Kemal Hüzni vb.) halk şiirini- bilhassa türküleri örnek alarak- hece vezinli şiirler yazanlar çoğalır.” (Çetişli, 2007: 180)

Hece vezni ile yazmaya başlayan diğer bir grup ise daha sonra “Hecenin Beş Şairi” diye adlandırılacak olan Halit Fahri, Enis Behiç, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi ve Faruk Nafiz’dir. Çetişli’nin Yusuf Ziya’nın3 bir eserinden aktardığı bilgiye göre Bilgi Derneği’nde Ziyâ Gökâlp ile tanışan bu isimler hece ile şiir yazmaya başlarlar. Daha sonra Halit Fahri4 aruza veda edecek ve bu isimde şiir yayınlayacaktır. (Çetişli, 2007: 181-183)

“Vedâ, ey yâr-ı cân, senden de ayrılmak mukaddermiş,
Benim bak sernüviştimde bu hicranlar da beklermiş.
Hisâb ettim, otuz beş yıl ‘mefâîlün’ demiş gönlüm,
Meğer bir gün bu zahmetler hebâ olmak mukaddermiş.” (Aruza Vedâ, Akyüz, 1986:352)

Hece ve aruz tartışmaları böylesi bir şekilde sürüp giderken, Yahya Kemâl’in “hedef şiir söylemek” sözüne karşılık hedefi “milli şiir” söylemek olanlar tarafından eskiye ait tüm unsurlar reddedilirken Fuad Köprülü Avrupa’da edindiği bilgi birikiminin de etkisiyle durumu şöyle özetliyordu: “Hayatta daima iki zıd cereyan olabilir, bunlardan hangisinin daha kuvvetli ve istikbâl üzerinde nüfuzlu olduğunu anlamak için ikisi de ayrı ayrı ölçülür; hangisi mütezaid bir silsile takip ediyorsa, istikbâlde hâkim olacak mutlaka odur.” “Dün denilecek kadar yakın bir mazide hece vezniyle yazılan eserler aruzla yazılanlara nispetle yüzde bir nispetinde idi. Halbuki beş-altı seneden beri bu nispet tezayüd ede ede bugün en aşağı yüzde kırka çıktı.” “Muarızlar istedikleri kadar bağırmakta serbesttirler, milli vezin, yani milli edebiyatın galebesi, yarın için artık içtinab kabul etmez bir zarurettir.” (Banarlı, 1971: 1131)

Banarlı’ya göre netice bu iki üstadı da haklı çıkarmıştır: “Fuad Köprülü’nün tahmini doğru çıkarak kısa bir zaman sonra hece vezni aruza karşı kâhir bir galebe kazandı. Fakat gittikçe güzelleşen ve bir Türk aruzu olmakta çok ileri hamleler yapan aruz veznini Türk şiir zevkinden uzaklaştıramadı. Aynı hadiseler, bu aruz üzerinde büyük bir zevkle işleyen Yahya Kemâl’i de haklı çıkardılar ve hece vezninin büyük bir cereyan halini aldığı bu çağlarda uzun yıllar hemen sadece “vezin” terennüm edildi, fakat “Yahya Kemâl’in istediği şiir” söylenemedi.” (Banarlı, 1971: 1131)

Peki bu tartışmalarda gerçekten galip olan taraf hangisi idi? Yazılan eserler ve iştirak eden edipler açısından üstün olan “hece” mi, yoksa Mehmet Âkif, Ahmet Hâşim gibi büyük üstadlar yetiştiren “aruz” mu? Bu mevzuyu da yine Banarlı’nın yerinde tespiti ile kapatalım: “Aruzla terennüm edilen ve aruzla terennüm edildiği için milli edebiyat cereyanının dışında sanılan Türk şiiri, Mehmet Âkif gibi, Ahmet Hâşim gibi, Yahya Kemâl gibi çok büyük şairler yetiştirmiştir.

Buna mukâbil hece ile söylenen şiirler bu büyüklerin eserleriyle ölçülemeyecek kadar zayıf bir durumdadır ki, bunun belli başlı sebeplerinden biri de hececi şairlerin büyük bir ekseriyetle ya çok genç yahut da böyle bir cereyanı başaramayacak kadar az kültürlü olmalarıdır. (…) Bu şairler ne kendilerine yol gösteren Ziyâ Gökâlp’in ne de eserlerine kültür malzemesi hazırlayan Fuad Köprülü’nün ülkü ve kültür anlayış ve seviyesinde bulunuyorlardı. Onların milli edebiyat cereyanına daha ileri bir kıymet kazandıramayışları milli edebiyatı bir vezin ve şekil meselesi kabul etmeleri kadar başkalarına söylenecek sözleri olmaması yüzündendi. O kadar ki, bu şairler, büyük bir ekseriyetle, okudukları ve tetkik ettiklerini değil, ancak Ziyâ Gökâlp gibi, Yahya Kemâl gibi büyük bilgi ve fikir hazinelerinden işitip alabildiklerini yazıyorlardı.” (Banarlı, 1971: 1132)

2. Millileşme Çabasının Muhtevaya Yansıması

Birçok açıdan farklı tartışmaları içine alan Milli Edebiyat için, muhtevada da birlik sağlanmıştır, diyemiyoruz. Hem dönemin farklı sorunlarının olması hem milliliğin farklı açılardan anlaşılması hem de bu cereyanın ilk olarak bir dil hareketi olması, bu dönem şiirinde muhteva açısından çeşitliliği zaruri kılmaktadır. Bu dönem konularını toplumsal ve ferdi içerikli olarak iki ana başlıkta toplayan İsmail Çetişli, toplumsal içerikli olanları da sekiz alt başlıkta toplar. (Fikrî, siyasî ve ideolojik tarafı ağır basan şiirler; vatan şiirleri; Anadolu ve memleket şiirleri; fakirlik, yoksulluk ve sefalete dair şiirler; aile ve kadına dair şiirler; çocuk şiirleri; dînî-tasavvufî tarafı ağır basan şiirler; mizah ve hiciv şiirleri)Dönemin siyasî zemini itibariyle vatan-millet şiirleri, Türkçülük ve Milliyetçilik şiirleri dönemin önde gelen şiirlerindendir. Ziyâ Gökâlp (Asker Duası, Galiçya Yolunda, Tûran), Mehmet Emin (Ordunun Destanı, Zafer Yolunda, Anadolu) ve aruzla yazmasına rağmen Milli Edebiyat’tan soyutlanamayan büyük üstad Mehmet Âkif bu konularda öncü isimlerdir.

Bu dönemde eskiye göre farklı algılanan bir başka konu ise “aile ve kadın”dır. Dönemin ferdi şiirlerinde bir sevgi unsuru olarak kullanılan kadın, artık, toplumun temeli olan aile müessesinin en önemli unsurudur, annedir. M. Emin, M. Âkif, Z. Gökâlp, Neyzen Tevfik bu minval üzere şiir yazan şairlerdendir.

Önceki dönemlerle kıyas edilemeyecek şekilde çıkış yapan bir başka konu da “çocuk”tur. Çocuk şiirlerinin arttığı bu dönemde birçok şairin çocuklar için şiir kitabı çıkarttığını görürüz. “Şermin” (Tevfik Fikret, 1914), “Kır Çiçekleri” (İsmail Hikmet, 1918), “Şiir Demeti” (Ali Ekrem Bolayır, 1925) bunlardan bazılarıdır.

“Her gün mektebe gelirken
Kulübesinin önünden
Geçtiğiniz fakir kadın
Pek hastadır; belki yarın
Çocuğu
öksüz kalacak;

Bilmem onu kim alacak?
      Onlar için
      Dua edin!” (“Şermin” Öksüz, Akyüz, 1986: 288)

Türk şiirinde toplumsal konuların öne çıktığı dönemde bile ferdi konular ihmâl edilmemiştir. Kısacası Türk şiirinde “aşk, gurbet, yalnızlık, ölüm, tabiat” her zaman şiire konu olmuştur. Dolayısıyla bu dönemde de bu tür konular şairlerin şiirlerinde sık sık yerini almıştır.

“Bekçisiyim bu senin
Ve siyah gecelerin;
Gurbetten daha derin
Bir yara yok içimde!

Ne aşkım ne emelim
Soluk bir karanfilim
Ben gurbette değilim
Gurbet benim içimde.”5 (Kemalettin Kamu, Gurbet Gecelerinde, Çetişli, 2007: 208)

3. Milli Edebiyat İçinde Ele Alınan Şairler ve Şiir Kitapları

Böylesi heterojen yapıya sahip olan bir edebi topluluğun çerçevesini kesin çizgilerle belirlemek mümkün değildir. Bu topluluğun ilkelerini net olarak belirleyemeyeceğimiz gibi, ele alacağımız şairlerin hepsinin aynı ilkeleri aynı oranda benimsemesini beklemek de elbette doğru olmayacaktır. Biz, bu akımın öyle veya böyle bir tarafından tutunmuş ya da kendi anladığı çerçevede milliliği eserlerinde yansıtmış isimleri, bu başlık altında toplamanın doğru olacağı kanısındayız. Bu düşünce ile burada bu ediplerden önemlilerinin sadece isimlerini ve şiir kitaplarının isimlerini vermekle yetineceğiz.

Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936): Mehmet Âkif’in bütün şiirlerini içinde barındıran Safahat yedi kitaptan oluşur. Birinci Safahat (1911), Süleymâniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Âsım, (1924),Gölgeler (1933)’dir.

Ziyâ Gökâlp (1876-1924): Kızıl Elma (1913), Yeni Hayat (1918), Altın Işık (1942).

Yahya Kemâl Beyatlı (1884-1958): Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962), Rubâiler ve Hayyam Rubâilerini Türkçe Söyleyiş (1963), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Bitmemiş Şiirler (1975).6

Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944): Türkçe Şiirler (1898), Türk Sazı (1914), Ey Türk Uyan (1914), Tan Sesleri (1915), Ordunun Destanı (1916), Dicle Önünde ( 1916), Hasta Bakıcı Hanımlar (1917), Tûran’a Doğru (1918), Zafer Yolunda (1918), İsyan ve Dua (1918), Aydın Kızları (1921), Mustafa Kemal (1928), Ankara (1939).

Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973): Şarkın Sultanları (1918), Dinle Neyden (1919), Gönülden Gönüle (1919), Çoban Çeşmesi (1926), Suda Halkalar (1928), Bir Ömür Böyle Geçti (1932), Elimle Seçtiklerim (1934), Tatlı Sert (1938), Akıncı Türküleri (1938), Akar Su (1940), Heyecan ve Sükun (1959), Zindan Duvarları (1967), Han Duvarları (1969).

Yusuf Ziya Ortaç (1895-1967): Akından Akına (1916), Cenk Ufukları (1917), Âşıklar Yolu (1919), Şairin Duası (1919), Şen Kitap (1919), Yanardağ (1928), Bir Servi Gölgesi (1938), Kuş Cıvıltıları (1938), Bir Rüzgâr Esti (1962).

Enis Behiç Koryürek (1892-1949): Miras (1927), Vâridât-ı Süleymân (1949), Güneşin Ölümü (1951).

Orhan Seyfi Orhon (1890-1972): Fırtına ve Kar (1919), Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi
(1919), Gönülden Sesler (1922), O Beyaz Bir Kuştu (1941).

Halit Fahri Ozansoy (1891-1971): Rüya (1912), Cenk Duyguları (1917), Efsaneler (1919), Zakkum (1920), Bulutlara Yakın (1921), Gülistanlar Harabeler (1922), Paravan (1929), Balkonda Saatler (1931), Sulara Dalan Gözler (1936), Hep Onun İçin (1962), Sonsuz Gözleri Ötesinde(1964).

Bütün bunların yanında şu isimleri de kaydetmek doğru olacaktır: Ali Canip Yöntem “Geçtiğim Yol” (1918); Aka Gündüz “Bozgun” (1917); İhsan Raif “Gözyaşları” (1914); Şükûfe Nihal “Yıldızlar ve Gölgeler” (1919), “Hazan Rüzgârları” (1927), “Gayya” (1930), “Su” (1933), “Şile Yollarında” (1935), “Sabah Kuşları” (1943), “Yerden Göğe” (1960).

* II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ ŞİİRİMİZ ve ŞİİR KİTAPLARI
___________________
1 Geniş bilgi için bkz. (Argunşah: 2005)
2 Hece-aruz tartışmaları ile ilgili geniş bilgi için bkz. (Kolcu: 1993)
3 Geniş bilgi için bkz. (Ortaç: 1966)
4 Halit Fahri’nin şiirleri için bkz. (Özgül: 1986)
5 Şiir için bkz. (Türk Dili: 1992)
6 (Şairin hayatta iken bastırmadığı şiirleri, ölümünden sonra İstanbul Fetih Cemiyeti’nde kurulmuş olan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından bastırılmıştır.)