Bazen çok üzülüyorum. İçimden ağlamak geliyor. Ağlamak isterken, boğazımda tarif edemeyeceğim değişiklikler oluyor. Gözyaşlarımı engellemek için sanki boğazım bana karşı mücadele veriyor. Sonunda da başarılı oluyor, ağlayamıyorum. Beni bu hale getiren bir aşk acısı, ihanet vb. kesinlikle değildir.Dünyada bunların dışında hangi büyük sarsıntı insanı bu hale getirir. Üzüntüsü doruklara ulaşır ve gözyaşları bile acıyı anlatmaya yeterli olmadıklarını bilir ve geri kaçıverirler. Ağlamayı beceremiyorsam, acıyı paylaşmayı becerebilirim. Belki bu şekilde acımda sizlere dağılarak benim üstümde yük olmaktan vazgeçer. Dinleyin bakalım.

Sponsor Bağlantılar

Geçen gün ikinci üniversite kaydımı yaptırmak için erkenden uyandım. Gözlerimdeki uykunun emarelerini yok ederek hızla dışarı çıktım. Sabahın güzel ve işveli meltemi yüzüme vuruyor, sabah neşeme neşe katıyordu. “Bugün her şey çok güzel gidecek” dedim kendi kendime. Otobüse binmek için hantal vücudumu yavaş yavaş üniversiteye doğru sürüklüyordum. İçimde oluşan tatlı telaşı vücuduma işkence yapmak için kullanıyordum. Rampayı hızla çıktım. Kampüse doğru yaklaştığım sırada yağmur başladı. Yağmurun ritmiyle birleşen acıkma isyanlarını bastırmaya ve hızla otobüs durağına gitmeye çalışıyordum. Her zamanki gibi açlığıma yenik düştüm. İki kat elbise giymesine rağmen sabah soğuğuna dişlerini sıkarak katlanmaya çalışan simitçinin yanına geldim. Yüzünde yağmurun ıslak damlacıkları ve soğuğun acımasız varlığı dans ediyordu. Sabahtan akşama kadar soğuğun doruğunda iki simit satıp ailesine ekmek götürebilmek için çabalayan Simitçi H.’den üç simit aldım. Adamcağız soğuğun insanda yarattığı uyuşukluğa prim vermeden, beklenmeyecek atiklikle eldivenlerini çıkarıverdi. Eldivenleri kendine sığınak yapan eller bir anda soğukla karşılaşınca simitleri sarıp bana verinceye kadar morarıverdiler. Simitlerimi alırken, morluklar ve nasırlarla süslü ellerine uzun uzun bakmaktan kendimi almadım. Daha sonra simitlerimi aldım ve yavaş yavaş kampüse doğru ilerlemeye devam ettim. Çok az bir yolum kalmıştı. Otobüs durağı yaklaşık beş yüz metre ilerdeydi. Kimliğimi gösterdim ve usulca kampüse giriverdim. AÖF’nin *** Bürosu’ndan geçen otobüsü kalkmasına ramak kala yakaladım (İstanbul’da yaklaşık on yıl yaşadığım için otobüsü yakalamam zor olmadı. Otobüs yakalamada İstanbul birinciliklerim bulunduğunu iftiharla söyleyebilirim.) Yolculuk sırasında sabahın köründe sokaklarda çöpleri toplayan temizlik işlerine gözlerim takıldı. Çöpleri toplarken gösterdikleri titizlik ressamların hassasiyetini aratmıyordu. Soğuğun yarattığı can sıkıcı havaya rağmen karış karış yolu kontrol ediyor, bulabildikleri bütün çöpleri topluyorlardı. Çok üşüdüklerini biliyordum. Buna rağmen verdikleri mücadeleyi de takdire şayan buluyordum. Şoförün arabaya ani ivme kazandırmasıyla çöpçüleri geride bırakmak zorunda kaldık. Ben çöpçülerin mücadelesini düşünürken meğerse inmem gereken durağı kaçırmışım. Bir durak sonra indim. Yavaş yavaş karşıya geçtim. Evet, karşıdaydı görebiliyordum. Tabelasında AÖF Bürosu yazıyordu. Bir an evvel işlerimi bitirebilmek için hızla içeri girdim. Kapıyı açtığım anda çok hoş bir sıcaklık hissettim. Çöpçünün, simitçinin asla tadına varamayacağı cennetten çıkma küçük bir yerdi burası.  Memurların sıcaktan yüzleri kızarmıştı. Ellerinde tek bir morluk yoktu. Her şey olması gerektiği gibiydi. İçlerinden sadece birisi çalışmaktaydı. Diğerleri, evlerinden getirdikleri kahvaltılıkları iştahla yiyordular. İçeri girdiğimi fark etmeleri için beş dakika sessizce bekledim. Fakat beklentilerim boşa gitti. Kahvaltı masası dışında hiçbir şey görecek gözleri yoktu. Azıcık homurdandım. Zorla da olsa içlerinde en yaşlısı (büronun sorumlusu) yanıma geldi. Yaklaştıkça, sıcaktan kızaran yüzü ve biraz önce kocaman lokmayı boğazına indirirken ağzının kenarına bulaştırdığı ayva reçeli daha fazla dikkatimi çekti. Birkaç huysuz hareketten sonra benimle ilgilenmeye başladı. Dosyalarımı incelediği sırada, dört vatandaş daha büroya geldi. Bizim memurun canı bayağı sıkılmıştı. Kendi ziyafet sofrasından kalktığı yetmiyor, bir de arkadaşları mı kalkacaktı? Bunu kabul edemezdi. Arkadaşlarına göz kırparak kahvaltılarına devam etmelerini söyledi. Bu duruma çok sinirlendim. Tepki vermek istedim, uzaktaki şişkonun yarım simidi yutmaya çalıştığını görünce vazgeçtim. Gülmeye çalıştım. O da olmadı. Mesai saati çoktan geçmiş olmasına rağmen kahvaltı keyfini bırakamayan bu …’ları (İsmini bulamadığım için bu kelimeyi seçtim. Farklı anlamlar çıkarmayınız.) düşündüm, elli kuruşluk simiti satabilmek için sabahtan akşama kadar soğukta ayakta bekleyen Simitçi H.’yi düşündüm. Sokakları bir sanat eseri olarak gören, simitçiyle aynı kaderi paylaşan, bedenleri soğuktan tir tir titreyen çöpçüleri düşündüm. Artık dayanamıyordum. “Şu adamları çağır da gelsinler” dedim yaşlı olana. Kafasını yavaşça evraklardan kaldırdı. “Sana ne!” dedi. Bir an düşündüm. Bu adama ne cevap verebilirdim? Sustum. Sadece sustum. İçimde yangın, kulaklarımda tek söz; “Sana ne!”

Bu arsızlığı yapan benim vatandaşım mıydı? Diğerlerine göre ne kadar şanslı olduğunu ne çabuk unutmuştu? Millet, sokaklarda soğuktan donarken, o sıcacık büroda çalışıyordu (buna çalışmak denirse). İnsanları bu hale kim getiriyor. Arsızlık, yüzsüzlük ne için gırla gidiyor. Simitçinin gözyaşları bile soğuktan donarken, bu adam hak ettiğinden daha fazla huzura ne için sahip oluyor? Bunları düşünürken gözyaşları geldi. Hüngür hüngür ağlayıp rahatlayacak, yoluma devam edecektim. Olmadı. Gözyaşları boğazımda düğümlenip kaldı.

O günden sonra kampüse gitmek için simitçinin olduğu yolu kullanmamaya başladım. Önceleri muhabbet için yollarda mumla aradığım çöpçüleri artık her gördüğümde başımı eğiyor ve adımlarımı sıklaştırıyorum. Onlardan kurtulmadan, onları unutmak mümkün değil. Onları unutmadan, arsızları düşünmemek mümkün değil. Arsızları düşünürken ayarı kaçırmamam mümkün değil. Her yerde bir ya da birkaç arsız olduğuna göre ya onlardan topyekûn kurtulacak ya da olanları unutacaktım. Tabii ki de ikinci yolu seçtim. Siz siz olun birinci yola hiç bulaşmayın.