Bir topluluğa, belli bir duygu ve düşünceyi aşılamak için yapılan coşkulu ve heyecanlı konuşmalara “söylev” denir.

Sponsor Bağlantılar

 

Bu tür konuşmalara “nutuk” veya “hitabe” de denilmektedir.

 

Topluluk önünde konuşma yapan kişilere “söylevci” veya “hatip”, nutuk söyleme sanatına ise “hitabet” denir.

 

Söylevler genellikle millî ve sosyal konularda söylenir. Millî bayramlarda yapılan, kutlama ve anma törenlerinde, mitinglerde dinleyicileri bilgilendirmek, duygulandırmak, coşturmak, yüreklendirmek için söylenir.

 

Söylevlerin insanlar veya topluluklar üzerindeki etkisi büyüktür. Söylevler, sönen heyecanları canlandırır, yenilmiş orduları zafere ulaştırır, kaybedilmiş davaları kazandırır, topluma belli düşünce ve idealleri aşılar, toplumu bilinçlendirir, yönlendirir.

 

Söylevlerin en önemli, en can alıcı bölümleri başlangıç ve bitiş bölümleridir.

 

Söze iyi başlayın, iyi bitirin; arasını neyle doldurursanız doldurun.

(Victor Murdock)

 

Söylevlerde en önemli nokta, söze iyi başlamaktır. İlk sözler, ilk izlenimler son derece önemlidir. Söylevin başındaki beş on sözcükle, dinleyiciler ya kazanılır ya da kaybedilir.

(L. Thorpe)

 

Söylevin giriş bölümünde, dinleyicilerin dikkatleri canlıdır. Bu bölümde, konuşmanın konusu ve amacı kısaca belirtilmelidir. Bir atasözü, bir özdeyiş söyleyerek ya da espri yaparak dinleyicilerin ilgisi kazanılmalıdır. Daha sonra konu ayrıntılı olarak ele alınmalı, tezler ortaya atılmalıdır. Sonuç bölümünde söylevci, kesin yargısını ortaya koymalıdır. Söylevin bitiş bölümü konuşmacının ustalığını ortaya koyduğu yerdir. Söylevcinin son sözleri, dinleyicileri derinden etkiler, onların belleklerine kazınır. Bu nedenle söylevci, konuşmasını duygulu, içten, coşkulu ve heyecanlı bir şekilde sonlandırmalıdır.

 

Söylev türü denince ilk akla gelen isim Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk’ün “Nutuk” (Söylev) adlı eseri edebiyatımızda bu türün ilk ve en önemli örneğidir. Bu kitapta yer alan “Gençliğe Hitabe” ve “Onuncu Yıl Nutku” söylev türünün en güzel örneklerindendir.

 

Söylev türünün edebiyatımızdaki bir diğer önemli temsilcisi Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Hamdullah Suphi, söylevlerini “Dağ Yolu 1-2” adlı eserinde toplamıştır.

Mustafa Kemal,  “Nutuk”

Hamdullah Suphi,  “Dağ Yolu 1-2”

 

Etkili Bir Söylevin Özellikleri

 

Toplumu yakından ilgilendiren konular işlenmelidir.

 

Duygulu, çoşku ve heyecan düzeyi yüksek cümleler kullanılmalıdır.

 

Söylev metni, kısa, öz, ve anlaşılır olmalıdır.

 

Dinleyicilerin dikkatini canlı tutacak sözler, konuşma metnine ustalıkla serpiştirilmelidir.

 

İyi Bir Söylevcinin Özellikleri

 

Söylevci, konuşacağı konu hakkında sıkı bir araştırma ve hazırlık yapmalı, hitap edeceği kesimi yakından tanımalıdır.

 

Söylevci, konuşması boyunca ses tonunu iyi ayarlamalı, sözcüklerin söyleniş ve vurgusuna dikkat etmeli, coşku ve heyecanını korumalıdır.

 

Söylevci, konuşması sırasında dinleyicilerle sürekli bir göz teması sağlamalı, yazılı metne olabildiğince az bakmalıdır.

 

Söylevci, düşüncelerini tane tane anlatmalı, çok hızlı konuşmaktan kaçınmalıdır.

 

Söylevci dinleyicilerin ilgisinin azaldığını hissettiği anda, gerek bakışlarıyla, gerekse ses tonunu yükselterek ve ilginç sözler söyleyerek dinleyicileri kazanmalıdır.

 

Söylevci, toplumsal statüsüne, mesleğine, hitap ettiği kesime uygun bir biçimde giyinmeli, abartıya kaçmamalıdır. Giyim kuşama gösterilen özen, dinleyicilere verilen değerin bir göstergesidir.  

 

Söylev Çeşitleri

 

1. Siyasî Söylev: Genellikle millet meclislerinde, seçim meydanlarında, kapalı yerlerde, gösteri ve mitinglerde söylenen söylevlerdir.

 

2. Askerî Söylev: Komutanların, askerleri duygulandırıp coşturmak, onlara cesaret vermek amacıyla yaptıkları konuşmalardır. Savaş zamanında cephede, barış döneminde kışlada yapılan konuşmalar, askerlerin morallerini yükseltir, onlara yurt savunmasının kutsal, yüce bir görev olduğunu kavratır. Bu yolla maddi gücün yanında manevi değerlerin önemi ve kendine güven duygusu kazandırılmış olur.

 

3. Dinî Söylev: Din adamlarının ibadet yerlerinde yaptıkları konuşmalardır. Bu konuşmalarda; dinî konularda bilgi vermek, dinî görüşleri açıklamak, nasihat etmek, doğruluğu, güzel ve iyi ahlâkı, hoşgörüyü aşılamak, toplumda birlik, kardeşlik, çalışkanlık duygusu oluşturmak amaçlanır.

 

4. Hukukî Söylev: Mahkemelerde görülen davalarla ilgili olarak hak ve hukuk konularında yapılan konuşmalardır. Savcıların iddianameleri, avukatların savunmaları, haksızlığa uğramış insanların mahkeme salonlarında kendilerini savunmaları, yargıçların yasaya dayalı konuşmaları hukuksal söyleve örnektir.

 

5. Akademik Söylev: Bilim adamlarının, öğretim görevlilerinin, uzman kişilerin, yazar, şair veya sanatçıların, akademik bir topluluk karşısında kendi sahalarıyla ilgili konularda bilgi vermek amacıyla yaptıkları konuşmalardır.

 

Söylev Türü Örnek Metinler

 

Atatürk’ün 28 Aralık 1919 Tarihinde Ankara’ya İlk Gelişinde Verdiği Söylevden 

 

Efendiler!

 

Hepinizce bilinmektedir ki savaşın son döneminde Amerika cumhurbaşkanı Wilson, on dört maddeden oluşan bir programla ortaya çıktı. Bu program ulusların kendi alınyazılarını, egemenliklerini sağlıyordu. Programın on ikinci maddesi ise sadece Türkiye’ye, devletimize ve ulusumuza ilişkindir. Wilson bu madde ile Türkiye’nin, ulusumuzun tam egemenliğini elde etmesi gereğini ileri sürdükten sonra buna bir iki koşul da eklemiştir. Bu koşullar şunlardır: Aramızda yaşayan Müslüman olmayan toplulukların güvenlerini ve gelişme özgürlüklerini sağlamak… Bir de Boğazların açık bulundurulmasıdır.

 

Bütün Bağlaşık Devletler Wilson’un ilkelerini kendi çıkarları için uygun gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi. Ve kabul etti. Gerçekten kabul edilebilecek bir ilkedir. Çünkü Mister Wilson’un istediği Müslüman olmayan toplulukların can ve malları ile her türlü hakları ve gelişme nedenleri için gereken her şeye aslında, öteden beri devletimiz ve ulusumuzca saygı gösterilmişti. Gerçekten, Gayrimüslim unsurların Osmanlı Devlet ve ulusunun kucağında elde ettikleri ayrıcalıklar, üç yüz yılı aşkın bir zamandan beri pek çok vardır. Bundan dolayı bu koşul bizim için yeni bir şey değildi.

 

Efendiler! düşmanlarımız, bizim için uydurdukları kara çalmalarını bir aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular. Belki bunun sonucu olarak daha savaş sırasında birbiriyle yaptıkları gizli antlaşmaların, alıp verdikleri sözlerin uygulanmasına başlanmıştı. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş’ı işgalleri hep bu karşılıklı yükümlenmeler sonucu olsa gerek. Oysa haktan, adaletten söz açan Bağlaşık Devletlerin bu gibi işlemlerde bulunmamaları gerekirdi; uygarlık ve insanlıktan söz edenlerden bu beklenmezdi.

 

Ancak, Efendiler! Her halde dünyada bir hak vardır. Ve hak gücün üstündedir. Şu kadar ki, ulusun haklarını bilip savunma ve korunması yolunda, her türlü özveriye hazır olduğuna ilişkin dünyaya bir inanç vermek gerekir. İşte düşmanlarımızın bu davranışı, ulusumuzu, bu anlayıştan, bu özveri duygusundan yoksun sandıklarından çıkmıştır.

 

Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, ateşkesten beri birbirini izleyen hükümetlerimizin ülkenin karşı karşıya kaldığı haksızlıklara karşı yanılgı ile ve akılsızca davranışları bize karşı yanlış düşünceleri pekiştirmeye yardımcı olmuştur. Örneğin, Tevfik Paşa, yurdumuzun bir bölümünü Ermenistan’a katmada bir sakınca görmemekteydi. Ferit Paşa, resmi demeçlerinde doğu illerinde geniş bir Ermenistan özerkliğinden söz ettiği gibi, Paris’te de güney sınırımızın Toros olabileceğini söylemişti. Toros’un güneyinde Arapça konuşulduğunu sanıyor. Ve Toros’tan ta Antakya’ya değin olan bölgede Türklerin oturduğunu ve bin yıldan beri Türk kanıyla yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükümetlerin davranışları ve eylemleridir ki, ulusumuzun geçmişini unutmuş, ulusçuluğun ve özel uygarlıkların bağışladığı haklardan habersiz, kansız, uyuşuk bir ulus olarak tanınmasına yol açmıştır.

 

 

Efendiler; Bir ulus varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün düşünce ve maddi güçleriyle ilgilenmezse, bir ulus kendi gücüne dayanarak varlık ve bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.

 

Ulusal yaşamımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim biçimimiz buna pek güzel kanıttır. Bu nedenle örgütlerimizde Kuvayı Milliye’nin etken ve ulusal iradenin egemen olması ilkesi kabul edilmiştir. Bugün, bütün dünya ulusları yalnız bir egemenlik tanırlar : Ulusal Egemenlik… Örgütün öteki ayrıntılarına bakacak olursak işe köyden ya da mahalleden, ve mahalle halkından, kısacası bireyden başlıyoruz. Bireyler düşünür olmadıkça, haklarını anlamış bulunmadıkça, yığınlar istenilen yöne, herkesçe iyi ya da kötü yönlere sürüklenebilirler. Kendini kurtarabilmek için her bireyin ülkenin alınyazısıyla kendisinin ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kuruluş elbette sağlam olur. Kuşku yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya olmaktan çok, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.

 

(Behçet Kemal Çağlar, “Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri”)

 

 

Atatürk’ün, 5 Kasım 1925 Tarihinde Ankara Hukuk Fakültesi’ni Açarken Yaptığı Konuşma

 

Atatürk'ün SöylevleriBugünkü toplantımız, Cumhuriyetin yönetim merkezinde bir hukuk okulunun açılması dolayısıyladır. Bu olay, yüksek işyar (memur) ve uzman bilgin yetiştirmek çabasından daha büyük bir önem taşıyor. Yıllardır sürüp duran Türk devrimi, düşünüşünü, varlığını, sosyal yaşayışını, üzerine kurulduğu yeni hukuk ilkelerini saptamak ve sağlamlaştırmak yoluna girmiş oluyor.

 

Türk devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün birdenbire akla getirdiği “ihtilâl” anlamının ötesinde ve ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir. Bugünkü devletimizin biçimi, yüzyıllardır sürüp gelen eski biçimleri bir yana iten en olgunu, en gelişmişidir. Ulusun, varlığını sürdürebilmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri sürüp gelen biçimini, niteliğini değiştirmiş; ulus bireylerini, din bağı – mezhep bağı yerine, Türk Ulusçuluğu bağı ile toplamış, bir araya getirmiştir.

 

Ulus, uluslararası genel savaş alanında, kendisini var gücüyle yaşatabilecek aracın, ancak çağdaş çevrede, uygarlıkta bulunabileceğini, bir değişmez gerçek olarak kendisine ilke edinmiştir. Kısacası, baylar, ulus, saydığım değişikliklerle devrimlerin gerekli ve doğal sonucu olarak, genel yönetiminin, bunu sağlayacak bütün yasaların, ancak dünyalık ihtiyaçlardan doğacağını, bunlar değişip geliştikçe ona ayak uyduracak bir görüş ve düşünüşün kendisini esenliğe kavuşturup ölümsüz bir yaşayışa ulaştıracağını kavramış bulunuyor.

 

Eğer, yalnız altı yıl önceki anılarınızı yoklarsanız; devletin biçiminde, halkın birbiriyle kaynaşmasında, bizi güçlendiren uygarlık olanaklarının sağlanışında, kısacası, bütün kuruluşların ve oluşların gelişip oturmasında uygulanan ilkelerin nasıl yeni ve değişik olduğunu hatırlarsınız. Altı yıl içinde büyük ulusumuzun yaşayışında beliren değişiklik, herhangi bir “ihtilâl”den daha güçlü, daha yüksek olan en büyük devrimlerdendir.

 

Ulusların kurtuluş ve yükseliş savaşında çoğu zaman kızgın ve öfkeli oldukları görülmüştür. Ama bu kızgınlık, Türk ulusunun bilinçli öfkesine benzemez. Sözünü ettiğim büyük devrim yolunda Türk ulusunun şimdiye değin harcadığı çabalar, dıştaki ve içteki saldırılara karşı yorulmaz, yıpranmaz savaşmalar içinde, ulusal egemenliğini karşı durulmaz bir güçle uygulama yolunda, hukukçuların ellerinde ve dillerinde dolaşan, alışılıp aşınmış ilkeleri bilmezlikten gelerek yeni gerçeklerin ve gelişen olayların havasında yoğrulmuş bir yönetim biçimi, bir yeni devlet yönetimi arayıp bulmak uğrunda, geçmiştir. Şimdi kurulup ortaya çıkan bu büyük yapıtın görüşünü, düşünüşünü, isteklerini belirtip karşılayabilecek yeni hukuk ilkelerini, yeni hukuk adamlarını yaratma işine girişmek günü gelmiştir.

 

Sanıyorum ki, Ankara Hukuk Okulu ile, Cumhuriyet Hukukunu yalnız sözüyle ve görünüşüyle değil, bilinçli ve bilgisel niteliği ile, yeni yasalarıyla, yeni hukuk adamlarıyla açıklayacak, savunacak ve uygulayacak bir davranışa baş vurmuş oluyoruz.

 

Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşama kurullarının eski hukuk ilkelerinin yerini bugün, yeni hukuk ilkelerinin almış olduğu bilinen bir gerçektir. Bu olup bittiyi sizin kitaplarınız ve uygulanacak yasalarınız anlatacak ve açıklayacaktır.

 

Sevgili Hukuk Öğrencileri! Sayın Hukuk Adamları!

 

Yeni hukuk ilkelerinden, yeni kuruluşumuzun gerektirdiği yasalardan söz açarken, “Her devrimin kendisine özgü dayanağı bulunmak gerektir” nedenini, yalnız bu ana nedeni göz önüne koymak istemiyorum; ille boş yere sitem etmekten vazgeçerek Türk ulusunun, çağdaş uygarlığın özelliklerinden ve verimlerinden yararlanabilmesi için, en az üç yüz yıldan beri harcadığı çabaların ne kadar kaygı verici engeller karşısında araya gittiğini göz önüne alarak, bütün uyanıklığım ve üzüntümle söylüyorum: Ulusumuzu çöküntüye sürükleyen, zaman zaman bağrından kopup da ileri düşünceleri için savaşmayı göze almış kimseleri yıldırıp usandıran gerici ve ezici güçler, bugüne değin elinizde bulunan hukuk kurallarıyla ona içten bağlananlar olmuştur. Belki ağır düşerse de, tarihe dayanan bu görüşüme, bu yüce topluluk içinde yer alanlardan ve Cumhuriyet hükümetine çok yararlı olan seçkin kimselerden pek şaşan bulunmayacağını umarım : Yine de amacımı biraz daha açıklamama izninizi dilerim. Uluslararası genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, İstanbul’un fethini bir düşünün; bütün bir dünyaya karşı İstanbul’u Türk toplumuna mal eden güç, aşağı yukarı o yıllarda bulunan matbaayı ülkeye mal etmek için o zamanki hukukçuların uğursuz direncini göğüsleyememiştir. Eskimiş hukukla dar düşünceli hukukçulardan buna izin koparabilmek için üç yüz yıl, kuşkular, kararsızlıklar, üzüntüler içinde beklemek zorunda kalmışızdır.

 

Eski hukukun çok uzak, çok eski ve yaşama gücünü çoktan yitirmiş bir dönemini seçtiğimi sanmayın. Eski hukukla ona saplanıp kalanların bu devrim yıllarında bana gösterdiği güçlüklerden örnek vermeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine düşmüş olurum. Şu kadarını bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluş günlerinde bu oluşu hukuk ilkelerine ve bilimsel görüşlere aykırı bulanların başında ünlü hukukçular vardı. Büyük Millet Meclisinde egemenliğin ulusta olduğunu belirten tasarıyı öne sürdüğüm gün, bu ilkenin Osmanlı Anayasasına aykırılığından dolayı karşısına çıkanların başında yine eski ve bilimsel erdemi ile ün salan, ulusu aldatıp durmuş olan belli hukukçular yer alıyordu.

 

Cumhuriyet ilân olunduktan sonra bile, baş gösteren bir acıklı olayı uyanık gözlerinizin önünde canlandırmak isterim: En ileri, en bayındır bir kentimizin hem bizim yurdumuzda hem Avrupa’da okuyup yetişmiş seçkin uzmanlardan kurulu baro topluluğu, açıktan açığa halifeci olduğunu söyleyip duran birisini kendine başkan diye seçmiştir. Bu olay, köhne hukuka saplanmış olanların cumhuriyet anlayışına karşı nasıl bir eğilimde olduklarını belirtmeye yetmez mi? Bütün böyle olaylar, devrimcilerin en büyük ama en sinsi can düşmanlarının çürümüş hukukla onun zavallı tutkunları olduğunu göstermektedir.

 

Ulusun arasız ve ateşli devrim atılışları sırasında sinmek zorunda kalan eski kanun hükümleri, eski hukuk adamları, devrimcilerin ateşi ve etkisi yavaşlamaya başlar başlamaz hemen canlanarak devrim ilkelerini, ona içten bağlı olanları, bunların kutsal ülkülerini suçlayıp kötülemek için fırsat beklerler ve bu fırsat, eski yasaların yürürlükte kalmasıyla, eski anlayışı sinsice kollayıp yürütmekte direnen yargıçların ve avukatların varlığı ile belirir ve beslenir.

 

Bugünkü hukuk çalışmalarımızın gerekçelerini böylece açıklamış olduğumu umuyorum. Büsbütün yeni yasalar düzenleyerek eski hukuk ilkelerini temelinden kazımaya girişiyoruz. Yeni hukuk ilkeleriyle, alfabesinden okumaya başlayacak bir yeni hukuk kuşağı yetiştirmek için bu okulu açıyoruz. Bütün bu işlerde dayanağımız ulusumuzun üstün yeteneği ve kesin isteğidir. Bu girişimlerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle birlikte anlattığım nitelikte anlamış olan seçkin hukuk bilginlerimizdir.

 

Yeni hukuk ilkeleri genel yaşayışımızda başarılı uygulamalarla etkisini gösterene kadar geçecek zamanı, devrimin yorulmaz ve yıpranmaz gücü kısaltacak ve zararsız kılacaktır.

 

Öğrenciler !

 

Yeni Türk toplumunun kurucusu ve kollayıcısı olmak amacıyla okumaya başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir gün önce yetişmenizi ve ulusun isteğini yürürlüğe koymanızı hepimiz sabırsızlıkla beklemekteyiz. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin kendilerinden beklenen ödevi hakkıyla yerine getireceklerine güveniyorum. Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılmasında duyduğum mutluluğu hiç bir girişimimde duymadım. Bunu böylece belirtip açıklamaktan da ayrıca sevinçliyim.

                                                                                                            

5 Kasım 1925

(Behçet Kemal Çağlar,  “Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri”)

 

 

 

BURSA’NIN GERİ ALINMASI

 

Hamdullah Suphi(Büyük Millet Meclisi’nin eski binası önünde, 12 Eylül 1922)

 

Hanımlar,

 

Bu kadar acıdan sonra, bu kadar ayrılıktan sonra, yan yana çektiğimiz bu kadar hasretten sonra, kurtuluş günleri geldi. Siz bu kurtuluş günlerini bize kazandıran aziz şehitlerin, gazilerin anaları, arkadaşları, kız kardeşleri! Artık sevinin, sevinmek hakkınızdır, bayram edin, en büyük bayrama erdiniz, büyük bayramınız mübarek olsun.

 

Anadolu kadınları,

 

Bu gaza diyârında, bin seneden beri, ateş ve cenk yerlerine oğullarını koşturan Anadolu kadınları, bin senedir oğulları dâima uzak yerlerde ölen, yetiştirdikleri oğulların mezarları nerededir bilmeyen Anadolu kadınları! Kurtuluş günleri, kavuşma günleri geldi. Sevinin, bayram edin.

 

Cihan Harbinden beri ardı arası gelmeyen bir cenk için, ağızdan bir şikâyet sözü çıkmadan, nesi varsa hepsini veren Anadolu kadınları! Erkekleri kan ve ateş yerlerinde savaşırken; uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru, günlerce haftalarca çıplak ayakları giyimsiz sırtlarıyla kurşunları, top mermilerini taşıyan Anadolu kadınları! Batıda, Doğuda, kıblede, bütün cephelerin arkasında memleketi işleten, tarlaları yeşerten, sayısız yetim çocukları yetiştiren, büyüten sensin, ey Anadolu kadını!

 

Sırası gelince cephaneyi, yaralıyı taşımak sana yetmedi, silaha sen de sarıldın, düşman önünde sen de nöbet bekledin, ateşlere sen de girdin, sen de gaza ettin. “Erkek arslan arslan olur da, dişi arslan arslan olmaz mı?” diyen sensin. Erkeğinle beraber zafere erdirdiğin gazan mübarek olsun. Zafere eren gazanın büyük bayramı mübarek olsun.

 

Subaylar!

 

Dünyanın hiçbir ordusunun yüklenemeyeceği kadar ağır bir vazifeyi genç omuzları üstünde taşıyan subaylarımız! Baba ocaklarının gölgesi altında değil, cenk yerlerinin güneşi ve ateşi içinde yetişen subaylarımız! Birçok muharebelerin ateşinden, demir kasırgalarından geçen yırtık, yanık gaza bayrakları gibi, düşman kurşunlarıyla vücutları delik deşik olan subaylarımız! Milyonlarca delikanlılarımızın yolunda can verdiği vatanı, siz, düşünüp sezmediniz; siz onu haritalar üstünde kitaplar içinde öğrenmediniz. Siz onu adım adım gezdiniz, her avuç toprağını kanınızla suladınız.

 

Ey Türk Subayı! Senin gözlerinin içinde, güneyin kızgın çölleri tutuşup duruyor. Senin gözlerinin içinde, Kafkas’ın buzlu dağları buruşup duruyor. Senin gözlerinin içinde, Malazgirt ovaları, Pasin ovaları serilip duruyor, vatan senin içinde yaşıyor.

 

En büyük askerimiz diyordu ki: “Subay muharebeleri yapıyoruz.” Subay muharebeleri, yani fikir muharebeleri yapıyoruz. Sen bir fikirsin. Gevşemez, vazgeçmez, sarp, yalçın bir fikirsin. Türklük ve istiklal fikrinin bayrağını, yangın kızıltısı içinde, demir kasırgası ortasında yücelten sensin. Düşmanın milliyet fikrine, milliyet fikrinle karşı çıktın; seninki elinkinden üstündü. Her biri, ayrı ayrı kaç adamın ömrünü doldurmaya kâfi, o kadar acı, tatlı hatıralarla dolu olan genç başın, bugün zaferin sabah aydınlığı içinde duruyor. Bugün mesutsun, mağrursun, kimin bu saadete, bu gurura senden fazla hakkı var. “Türk tarihi tükendi, bitti.” demişlerdi. O tarihin aşkıyla dolu bağrından bir gürleme, bir kükreme sesiyle haykırdın: “Türk tarihi yeniden başlıyor.” dedin. Senin elinde Türk tarihi yeniden başladı, vatan kurtuldu. Onu kurtaran sensin. Duyuyor musun? Anadolu’nun ufuklarında, Sakarya’dan İnönü’ne, İnönü’nden Çanakkale’ye, Çanakkale’den Plevne’ye, Mohac’a, Niğbolu’ya, Kosova’ya kadar eski yeni bütün gazaların sancaklarını şimdi geçit yapıyor, takı takım uçuyor. Duyuyor musun? Başının ucunda rüzgâr dönemeçler gibi bir ses var. Cenk yerlerinde kalan silah arkadaşlarının ruhları seni bin kere aziz başının üstünde bugün tavaf ediyor. Ey Türk subayı, ey damarlarında kan yerine güneş akan destanî kahraman, bayramın mübarek olsun!

 

Deniz subaylarımız,

 

Gözlerimizden ırak olduğunuz bu günlerde, sanmayınız ki kalplerimizden de ıraksınız. Anadolu Harbi’nin düşman zincirini eritmek için yaktığı ateşleri, uzak sahillerden siz getirdiniz. Düşman elleri irili ufaklı ne kadar harp gemimiz varsa bizden aldığı vakit, zannetti ki sizi vasıtasız bıraktı. Halbuki çare sizin kararınızda, sizin kalbinizde idi. Başkalarının bir gezintiye çıkmaya cesaret edemeyeceği, kırık, sakat tekneler içinde, denizle oynadınız, fırtına ile oynadınız ve en ziyade canınızla oynadınız. Karadeniz’in, Akdeniz’in, Kızıldeniz’in eski kurtları olan denizci babalarınız içinizde yaşıyor. Deniz yollarında ne yaptığınızı denizin içlerine sokulup uzanan Anadolu unutmayacaktır. Kıraç, çorak yaylaların boşlukları üstünden, sahilleri kuşatan ormanlı dağların sırtlarından size sesleniyorum, bayramınız mübarek olsun.

 

Erler!

 

Milletin göz bebekleri, bin yokluk içinde en büyük varlığımız olan ey Türk askeri! Bu doğuş olur muydu? Eğer sana inanmasalardı, sana güvenmeselerdi! Bu kurtuluş olur muydu? Eğer ortada her zorluğu yenen gücünle sen olmasaydın. Cihan Harbi’nden sonra Türk askeri kalmadı, tükendi dediler. Ümit azalmıştı. Dünyamız kararmıştı. Bir gün tekrar sen göründün. Sen tekrar göründüğün gün, ümit tekrar göründü. Gözlerimi bir yerden ovalara doğru uç vererek sessiz dalgalarla akıp geldiğini gördüğüm gün, gözlerim kapanıncaya kadar aklımdan çıkmayacaktır. O günden beri talihimiz yeni baştan bize döndü.

 

Ey Türk askeri! Dostun ve düşmanın, kim seni cenk yerlerinde gördü de, sana hayran olmadı, sana gönül vermedi? Hangi sevgi senin kalbine girdi de, yanan, tutuşan bir aşk olmadı? Hangi düşünce senin başında yer etti de bir din bir iman olmadı? Senin sabrın karşısında hangi inat istediğinden vazgeçmedi?

 

Bize yedi sene süren muharebelerden bahsederler, bize otuz sene süren, yüz sene süren muharebeler anlatırlar, sen bin sene muharebesini yapıyorsun. Atalardan babalar, babalardan oğullara, oğullardan torunlara miras kalan nihayetsiz bir muharebenin sen ismi dünyaları tutmuş kahramanısın. Keşke senin dilin ben olsaydı, istediğin vakit her düşündüğünü en kolay ve en güzel anlatan o tılsımlı dilin bende olsaydı. Karşında söz söyleyen bu şehir uşağı, daha sana neler diyecekti. Gönlüm istiyor, fakat dilim yetmiyor. Ey Türk askeri yüreğim sevginle dolu… senden dolayı eriştiğimiz bu bayram sana mübarek olsun diyorum.

 

İşçilerimizi unutabilir miyiz? Üç senedir, gece gündüz örsünün başında enkaz halinde bırakılmış tüfek ve top parçalarından dişlerine kadar silahlanmış düşmanlara karşı yıldırım cihazları çıkaran işçilerimiz. Sizi unutabilir miyiz? Bu zaferde sizin ne büyük payınız vardır. Mübarek olsun bayramınız sizin de…

 

Hanımlar, efendiler!

 

Başımızın üstünde parlayan bu ikindi güneşi şimdi kurtulan Aydın’ı, İzmir’i ve Bursa’yı aydınlatıyor. Burada kurtaranların bayramı, orada kurtaranların ve kurtulanların bayramı var… Aydın’a, İzmir’e, Bursa’ya evleri donatan, sokakları kızartan bayraklarımızla şafaklar indi. Kurtarıcı askerlerimizin geçtiği yollardan sevgili Bursa’mıza selamlar gönderiyoruz.

 

Ben Bursa’yı bilirim. Kaç defa camilerinde, türbelerinde uzun uzadıya dalgın saatler geçirdim. İçinde atalarımızın uyuduğu topraklarından, yeşil dumanlar gibi tüten servilikleriyle, üstüne dâima bir ay ışığı vurmuş gibi bembeyaz duran minareleriyle, Bursa da şimdi bayram yapıyor.

 

Sabahlara kadar su sesleri içinde uyuyan Bursa, çamlarının, dede çınarlarının dallarında deniz hışıltıları eksik olmayan Bursa… İlkbahar olunca, ovalarına şafaklar devrilmiş gibi, gelincik bulutlarıyla taraf taraf kızaran, tutuşan Bursa… Şimdi gözyaşları içinde kurtuluş bayramını yapıyor.

 

Biraz ötede, gök kubbenin altında bir tek olan, zavallı İstanbul’umuz var. Daha ötede, Tunca’nın, Arda’nın, Meriç’in kol kol uzandığı ovaların ortasında, başında bir dağa benzeyen büyük bir gufran dalgasıyla, Selimiye’siyle duran zavallı Edirne’miz var. İstanbul, kurtulanları düşünerek seviniyor ve kurtulmayı bekliyor.

 

Mütareke günlerinden sonra idi. İzmir’e Yunan askerleri çıktığı vakit, başımıza gelen tehlikeyi o, anlamıştı; İstanbul anlamıştı ki, büsbütün karanlığa giriyoruz, belki bu tarih kapanacaktır, bitecektir. Evlerden, mahallelerden seller gibi çıktılar, seller birleşerek dereler oldu, dereler birleşerek nehirler oldu. Matemlere bürünmüş simsiyah bayraklar altında toplananlar bir mahşerdi, bir kıyametti.

 

O yerlerde bir daha toplanacağız, İstanbul’umuzun, Edirne’mizin kurtuluşuna hamdetmek için toplanacağız .

 

Karanlıklarımız var, ağartacağız. Yurdumuz virandır, şenleteceğiz. Yüz binlerce öksüz yavrularımız var, okutacağız, büyüteceğiz. Tanrı, ulu Tanrı! Bizi bu işlerde muzaffer kıl!..

 

(Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dağ Yolu 1”)

 

 

 

İSTANBUL  MİTİNGLERİNDE

 

Zavallı Kadınlarımız, Efendiler, Aziz Kardeşlerim!

 

Hakkımızda başkaları son sözlerini söylemeden evvel, biz halkça, milletçe kendi hakkımızda son sözlerimizi, son kararlarımızı söylemek mecburiyetindeyiz. Çok zaman geçmeden bedbaht Türk milletine muzaffer düşmanlarımız kendi hükümlerini tebliğ edecekler. Bu hüküm bizim verdiğimiz hükme uymayacaktır. Biz düşünüyoruz ki, mağlup olmak, mahvolmak için bir sebep teşkil etmez. Bize tebliğ edilecek hükümler, on dört aydan beri beklediğimiz sulhün yerine bir idam kararı getirmek istidadındadır. Eğer bu iş tahmin ettiğimiz gibi çıkarsa, Bulgaristan hudutlarından Erzurum’a kadar binlerce Türk’ün göğsünden ıstırapla, yeisle aynı cevap çıkacak: Hayır, biz ölmek istemeyiz, ölemeyiz. Onlar bizim idamımıza, bizi memur etmek istiyorlar. Hayır biz düşmanlarımızın emriyle intihar etmeyeceğiz.

 

Biz ölmeyiz ölemeyiz. İsterlerse tarihin kaydettiği birçok mutantan cinayetlerden birini daha irtikaba kalkışsınlar. Bu teşebbüs meydanı boş bulmayacaktır.

 

Aylarca, senelerce milletlere kendi hakimiyet ve hürriyetlerine tam bir tasarruf hakkından bahseden Vilson’dan daha evvel, Büyük Fransız İhtilali milletlerin kendi kendini idare etmek hakkını tanımıyor mu idi? Yeni bir Avrupa halkeden, Avrupa’yı yer yer inkılaplara uğratan, hükümetler parçalayan, hükümetler kuran Fransız İhtilali’nin bu umumî ve beşerî taahhüdünden Türk milletinin hissesi yok mudur? Hiçbir hükümetin cebir ve kahrıyla diğer bir milleti esir ve mahkum edemeyeceğini ilan eden Büyük İhtilalini ve bunun taahhütlerini Fransız milleti unuttu mu? Bunu ona hatırlatmak isteriz. Harp esnasında Londra’nın, Paris’in, Roma’nın, Vaşington’un resmî kürsülerinden kaç defa en kat’i bir lisanla, mağlup hiçbir milleti tahkir ve tezlil etmek istemediklerini söylediler. İngiliz devletinin Başvekili birçok defalar Türk memleketlerinin, Trakya’nın, İstanbul’un, Anadolu’nun mahfuz kalacağını, İngiliz Millet Meclisi’nin kürsüsünden dünyaya ilan etti. Bu sözler taahhütlerdir.

 

Garbî Anadolu’da geçen faciayı Avrupa milletlerinin gözleri görmüyor mu? Mora kıtallerinden sonra Tisalya’da tek bir Türk bırakmayan zulümden, cefadan sonra Yunanistan’ın ellerine geçen bütün toprakları Türklerin avlandığı bir saha haline koyan, sayısız tazyikler ve cinayetlerden sonra, şimdi Yunan ordusu Garbî Anadolu’yu baştan başa yakmakla meşguldür.

 

Hanımlar, dikkat edin, iyi koklayın. Bursa üzerinden gelen rüzgârlarda yangın kokusunu sezeceksiniz. Yunanistan İzmir’e, Aydın’a, Manisa’ya bir cehennem gibi girdi. Üzerimize gelen, asırdide kindir. Yunan ordusunu sevk ve idare eden, eski Anadolu topraklarının pek iyi tanıdığı mutaassıp, kudurmuş Salip Ordularının ruhudur. Onlar istedikleri kadar zulmü artırsınlar. Zulmü artıranlar içimizde mukavemet ve intikam arzusunu artırıyorlar.

 

Bin seneye yakın bir zamandır Selçukîlerden bu son Osmanlı devrine kadar, altı üstü baştan başa Türk olan bir memleketi, masa başında yapılan, ufacık Yunan milletine ihsan ettiler. Bu yağma, bu taksim, Afrika ortalarında esir edilen beyaz adamın derisi üzerinde tebeşirle yapılan çizgiler gibi bir taksimdir. Bu, daha esir adam canlı iken etlerin parça parça satılmasından başka bir ameliye değildir. Türk’ün çok katı kemikleri, binlerce senedir boğuşa boğuşa çok nasırlaşmış etleri, ufacık Yunanlının dişlerine fazla sert geleceği, bu dişleri kıracağı muhakkaktır. Bu katı lokmayı onlar yiyemez. Soruyoruz, Fransız milleti Adana topraklarında ne arıyor? İki terazi, iki ölçü, iki adalet manen büyük kalmak isteyen milletleri karşısında ıskat etmeye kifayet eder. Yüksek din taşıyanlar, başkalarının dinine hürmet etmeyi bilir. Milliyet fikrinin asil telakkisi başka milliyetlere hürmeti emreder.

 

Fransız milliyetperverliği el birliğiyle üzerine çökülen Türk halkının bir millet kalmak hakkını inkar etmeye razı olduğu gün, Şark dünyası karşısında onun eski mevkisi kalmamıştır.

 

Hanımlar, Efendiler;

 

Yalnız Trakya değil, yalnız Garbî Anadolu değil, Antalya, Adana değil, şark vilayetleriniz de, Karadeniz yalıları da ve nihayet İstanbul’unuz da tehlike altındadır. İşteha gün geçtikçe artıyor. Mukadderatı mevzusu bahsolan yerlerden biri, başınızın üstünde taraf taraf yükseldiğini gördüğünüz bu binlerce minarenin, yüzlerce İslam mabedinin bulunduğu İstanbul’unuzdur. Beş asra yakın bir zamandır topraklarını tâ derinlerine kadar kemiklerimiz doldurdu. Şehri içinden ve dışından kuşatan sayısız mezarlıklarda kavaklarıyla bir mahşer halinde kalkmış ve toplanmış cetlerimiz, bugün Türk vatanının talii hakkında söylenen sözleri ve vereceğimiz kararları dinliyorlar. Vereceğimiz kararlar, onların şöhreti dünyayı tutan asil, civanmert, kahraman ruhlarına layık olacaktır. Türk milleti, Bizans İmparatorluğu’nun bin seneyi mütecaviz bir zamanda yaptığını, on misli daha fazlasıyla beş asırda yaptı. Bizans medeniyetinden sanat ve umran namına ne kalmışsa, kısacık bir zaman zarfında onu fersah fersah geçti. İstanbul’da yıkıcı olmayan Türk’ün mürüvveti ve müsaadesi sayesinde hâlâ ayakta duran bazı yadigarlar var. Fakat Bizans’ın yerine kaim olan İstanbul’un şeklini, Türk dehasının iradesi ve sanatı yepyeni bir çizgi halinde arzın bu ufukları üstünde dalgalandırdı.

 

Her avuç toprağında kanımız ve kemiğimiz, alın terimiz ve emeğimiz olan; sanatımız ve dehamız yükselen bu toprakları bırakamayız. Diri veya ölü, onun üstünde ve içinde kalacağız. Onu terk etmeyeceğiz. Gördüğümüz bütün haksızlıklara rağmen adalet hislerini büsbütün kaybetmediklerine hâlâ inanmak istediğimiz itilaf devletlerine söylüyoruz. Türk vatanına, onun tarihine, onun hakimiyet ve birlik hakkına layık olmayacak tekliflerde bulunmayın. Biz, bütün bir millet, fertlerimizi birbirine bağlayan sayısız, binlerce aziz tarih hatırasıyla, kan, dil ve din bağıyla her zamandan daha sıkı birleştik. Uğradığımız felaket cesaretimizi artırmıştır. Tarih her zamandan fazla içimizde yaşıyor. Muhakkak elde edeceğimiz bir kurtuluş imanıyla mazlum Türk vatanının evlatları birbirimize bağlandık ve yemin ediyoruz: Trakya’nın, İstanbul’un, Anadolu’nun birliğini parçalatmayacağız.

 

13 Ocak 1920

(Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dağ Yolu 2”)

 

 

 

İSTANBUL’UN  FETHİ

 

Ey Benim Paşalarım, Beylerim, Şu İstanbul Savaşındaki Arkadaşlarım,

 

Sizi buraya kararlaştırdığım genel taarruzda şimdiye kadar gösterdiğinizden daha büyük fedakârlık ve cesaret istemek için topladım. Adı bütün cihanda ün salmış İstanbul gibi bir beldeyi zapt edeceksiniz. İstanbul’un adı geçen her yerde, o şehri zapt eden kahramanlar olarak şan ve şerefle anılacaksınız. Bize daima pusular hazırlayan bu şehri zapt ettikten sonra güven ve emniyet içinde yaşayacağız, kapımızı açık bırakacağız. Kale duvarlarını toplarla o kadar hırpaladık ki, size hedef olarak bir kale değil, bir ova gösteriyorum. Fakat bununla beraber şehrin alınması kolay değildir. Yıkılmış kaleler üzerine saldıracak yiğitler, büyük tehlikelerle karşılaşacaktır. Maharetiniz, cesaretiniz her engeli yenecektir. Zafer rüzgârı bizden yana esecektir! Askerlerinizi şevkle coşturunuz! Onlara anlatınız ki harp üç şeye bağlıdır: Yılmamak, namus ve itaat…

 

Ne kadar yüksek bir maksada itaat ettiğinizi göz önünde bulundurun!

 

Hücumda ben sizin yanınızda olacağım. Hücum boruları çaldıktan sonrası sizindir!

 

Komutanlar, sizleri selamlıyorum!

 

(Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453)

 

 

 

KADIKÖY  MİTİNGİ

 

Yarab! Ben kardeşlerime değil, ilk evvel sana hitap ediyorum. Vatanın felâketi karşısında bir genç kızın feryadını dinle! Bu ağlayan anneler, şehitlerin annesi; bu boynu bükük genç kadınlar, fedakârların genç zevcesi; su hıçkıran yavrular, askerlerin yetimleri değil mi? Böyle necib bir kavme gözyaşı döktürmekte hikmet ne? Galipler size hitap ediyorum: Eğer bu mücadeleleriniz insanları mesut etmek içinse, biz de insanız. Geleceklerin ne olacaklarını sorabilmek için, geçmiş zamanları göz önüne getirmek lâzımdır.

 

Ey tarihlerinin kara gününü yaşayanlar! Size hitap ediyorum: Milletler için kara günler olabilir. Fakat artık fenâ bulmak yoktur. Bir millet yok edilemez. Tarihin sayfasına kendini yazdıranlar, var olmak şerefine mazhar olmuş demektir. Milletler için de “Ba’sü-badel mevt” var. İşte Lehistan… Milletimizin yok edilebileceğine inananlar aldanacak. Heyecanlarımız, kanlarımız söndürülse bile, göğsümüzde milletten yapılmış bir kalp var ki onda, bir yabancının, bir düşmanın ne ihtiras, ne korkusu yaşar. Onların semalarını kaplayacak ancak hava-yı istiklâldir.

 

Ben, kendi hürriyeti gasp edilmiş bir milletin kızı olarak, istiklâlime nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim. Bu beyanatım, kollarımızı bağlamak isteyenler için dikkate şâyân olmalı.

 

Oğlum bana, “Ben neyim?” diye ilk sorduğu günü, ona semalardan haykıran bir melek gibi, “Büyük tarihli bir Türk’sün.” diye hitap edeceğim. Bu nida, bu hayırlı ses, onun ruhunda ne fırtınalar hazırlar. Ninnisini söylerken, bugünleri yanık sesle ruhuna serpeceğim. Ona büyük Türk ırkının şarkılarını terennüm edeceğim. Kundağına mimarların yaptığı bu abideleri isleyeceğim.

 

Masallarda, Fâtihleri, Yavuzları anlatacağım. Mendilinde, kitabında, cüzdanında, fesinde hep İzmirler görecek.

 

Ölürken ona, babamdan kalan altın kakmaIı kılıcı, rafta sarılı duran bayrağı bir miras olarak vereceğim. Ve kulağına gizli bir vasiyet söyleyeceğim. İste o günden itibaren, galiplerin taktığı zincirler çözülmeye mahkûmdur. Çünkü o gün oğlumun kalbine ektiklerim hürriyet çiçekleri olarak açacak, kızıl isyan olarak taşacak. Sulhu müebbet düşünenler, bize indirilecek darbenin aksi sedasının yarınki insanlığın sükûtunu mutlaka ihlâl edeceğini unutmamalıdır. Bir millet yok edilemez? Sözlerime nihayet vermeden herkesin, her Müslümanın söylemek istediği, fakat ne için bilmem yüksek bir sesle söylemekten çekindiği birkaç sözü ben hemşirelerime, babalarıma, ağabey ve kardeşlerime açıkça söylemek isterim. Hepimiz masa üzerinde hastaya bakan bir operatör olur, bu yarayı teşrih eder, birlikte pansuman edersek, yasamak hakkına malik olacağız.

 

Evet, Müslüman kardeşlerim, açık söylüyorum.

 

Biz tamamiyet-i mülkiyemizi muhafaza edecekmişiz. Fakat hangi hudut dâhilinde? Bu tasrih edilmedikçe Türkiye’de sulh ve salâh kabil olmayacaktır. Ben bu kanaatteyim. Çünkü buna karsı tuğyan etmeyecek bir Türk kalbi tanımıyorum. Efendiler, az söylemek, çok is görmek zamanı hulûl etmiştir. Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hak, hıçkırıklarımızı işitecek kalp yok. Teşkilâta, nihayet fiiliyata mübaşeret!”

 

(Münevver Sâime Hanım, Kadıköy Mitinginde Yaptığı Konuşma, 22 Mayıs 1919)

 
 
 
YAŞLILARA SAYGI DİNİMİZİN EMRİDİR
 
Aziz Mü’minler!

 

Yüce Mevla’mızın koyduğu kanun gereği insan, doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmak ve ölüm kaçınılmazdır. Ömrümüz olduğu sürece yaşlanmak her insanın başına gelecek bir hakikattir.

 

Yüce dinimiz, dünya hayatını yaşanılır bir biçimde sürdürebilmemiz için kurallar koymuştur. Bu kurallara uyulması halinde, Mü’min, hem çevresine saygı duyar hale gelir, hem de kendisi saygıya layık bir konuma yükselir.

 

Bazı insanlar yaşlılığı hoş görmemekte, zaman zaman yaşlıları hor görmekte ve yaşlılığı kabullenememektedirler. Oysa yaşlılık, insanın en olgun çağıdır. Temkinli kararların alındığı, daha doğru adımların atıldığı, saygı ve itibara mahzar olunduğu bir dönemdir.

 

İslam Dini, büyük-küçük herkesi saygıya layık görür. Yaşlı ve güçsüzlere yardım etmek Kur’an’ın bizlere önemli bir talimatıdır. Yanında yaşlanan ana-babasına hürmet etmek, tanıdığı, tanımadığı bütün ihtiyarların hatırını sorup gönlünü almak, onların nasihatlarından faydalanmak, ihtiyacımız olmasa bile onlara danışarak gönüllerini hoş tutmak, erdemli ve onurlu bir davranıştır. Unutmayalım ki bugünün yaşlıları, dünün gençleriydi. Bugünün gençleri de yarının yaşlıları olacaklardır.

 

Bu husus Kur’an-ı Kerimde şöyle açıklanmaktadır. “Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çevirir, gücünü azaltırız. Hala düşünmeyecekler mi?” (Yasin 36/68)

 

Yaşlılık; bu dünya hayatının fani, insanoğlunun aciz, ölümün muhakkak, Yüce Allah’ın baki ve kudretinin de sonsuz olduğunun açık bir delilidir.

 

Değerli Mü’minler!

 

Gençliğinde büyüklere saygı duymayanlar, yaşlandıklarında küçüklerinden saygı bekleyemezler.

 

Gençlerimiz sahip oldukları endamın, güç ve kuvvetin, devamlı olmayacağını bilsinler… Gençlere güzel ahlak, güler yüz, Allah’a itaat daha çok yakışır. Bu düşünce ve inanç doğrultusunda büyüklerimize saygıda kusur etmeyelim ki saygı duyulan kimseler olalım. Sevgi ve saygı her şeyin anahtarıdır. Peygamberimizin (sav) “Birbirinizi sevip saymadıkça iman etmiş olamazsınız” (Müslim iman 93 ) Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Allah’ın yarattıklarına merhamet ediniz ki Allah da size merhamet etsin (M. Ali Nasıf, Tac. 5/17) buyurmuşlardır.

 

Yaşlılarımız da bilsinler ki ihtiyarlık hali Yüce Allah’ın takdir ettiği bir dönemdir. Yaşlılarımızdaki tecrübe gençlerde olsaydı; dünyadaki önü alınamayan yanlışlıklar tekrar etmeyecekti. Nice bilinçsiz ve düşüncesiz davranışlar, toplumda yer bulmayacaktı. Unutmayalım ki, yaşlılarımıza saygı göstermek hepimizin görevidir. Onlara gösterilen hürmet, tüm insanlığa olan hürmettir. Onlar başımızın tacıdır. Onların elleri öpülmeden bayramlarımızın bile hiçbir anlamı olmaz. Onların dualarına ömür boyu muhtacız.

 

(Diyanet İşleri Başkanlığı’nın  21.03.2003 tarihli  hutbesidir.)

 
 
 
ANNE HAKKI VE ANNE SEVGİSİ
 
Muhterem Müslümanlar !

 

Yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmeli olan insan bir çok görevlerle sorumlu tutulmuştur. Bu görevlerin başında Allah’a karşı görevlerimiz ile ailemize karşı sorumluluklarımız gelmektedir.

 

Allah, insanın ve bütün kainatın yaratıcısıdır. Anne ve babamız ise dünyaya gelişimizin sebebidirler.

 

Canlılar arasında insanın ayrı bir yeri vardır, Yeni doğan çocuk, hayatım devam ettirebilmek için zorunlu olan en tabii ihtiyaçlarını bile karşılamaktan acizdir. Belli bir süre bakıma, himayeye, şefkate muhtaçtır. Bu çocuğa en iyi bakacak, onu her türlü olumsuzluklara karşı, kendi hayatını bile tehlikeye atarak kuruyacak ve himaye edecek olan yegane varlık annedir.

 

O anne ki, çocukları için bir çok sıkıntılara katlanır. Sevgi ve şefkat duyguları ite onları her türlü tehlikelerden, dert ve sıkıntılardan korumaya çalışır. Onların büyümeleri ve iyi bir insan olmaları için eşiyle birlikte çalışır, didinir.

 

O, gerektiğinde yemez, yedirir. Giymez, giydirir. Dinimiz, anne-babanın çocukları için katlandığı sıkıntılara, çektiği çilelere karşılık onları mükafatlandırmış, Allah’ın rızasının kazanılabilmesi için (incelikle anne-babanın rızasının kazanılmasın) emretmiştir, Anne-babanın rızasını kazanmak; gönüllerini hoş tutmakla, onlara hizmet etmekle, öğütlerini dinlemekle, onlara saygılı davranmakla, emirlerini yerine getirmekle, onları üzmemekle, incitmemekle, ihtiyaçları varsa o ihtiyaçları gidermekle mümkün olur,

 

Bu konuda; Yüce Allah İsra Süresi 23. Ayetinde; Rabbin, sadece kendisine kulluk etmeniz, anne-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söz söyle buyurmaktadır.

 

Görüldüğü üzere dinimiz, ebeveynimizi üzmek, incitmek, şöyle dursun; yüzlerine karşı “Öf” bile demeyi yasaklamış, onlara son derece saygılı olmayı, hoşgörülü davranmayı ve onları yürekten sevmeyi emretmiştir.

 

Anne-babamız bize darılsalar da, kırıcı ve acı sözler söyleseler de, onlara daima güler yüz göstermeli, hoş görülü olmalıyız. Onlardan hiçbir zaman şikayet etmemeliyiz.

 

Aziz Mü’minler!

 

Anne sevgili, sevgilerin en güzelidir. Anne; bağlılığın fedakarlığın, cömertliğin, karşılık beklemeden vermenin ve sevmenin sembolüdür.

 

Anne ilahi rahmete benzer. Hep verir, fakat karşılık beklemez.

 

Yüce dinimiz, anneye ve anne sevgisine Özel bir yer vermiş, cenneti annelerin ayakları altına sermiş, vaktinde kılınan namazdan sonra en sevimli işin anneye iyilik etmek olduğunu, Allah’ın rızasını kazanmanın, cennete ulaşmanın en kestirme yolunun anneye hizmetten ve anneyi gereği gibi sevmekten geçtiğini bildirmiştir.

 

Muhterem Mü’minler !

 

Anneler, senenin belli bir gününde sevilip, diğer zamanlarda ihmal edilecek varlıklar değildir. Anneler, ömür boyu sevgiye, saygıya, hizmete ve hürmete layık en yüce varlıklardır. Anneler, başların tacı, gönüllerin ilacıdır.

 

Ne mutlu, annelerini, layıkıyla sevenlere; onları her zaman hatırlayanlara, annelerine en güzel şekilde hizmet edenlere, annelerinin hayır dualarını alıp, dünya ve ahiret mutluluğuna erebilenlere.