Yücel Kayıran’ın Ruhlukta Şiirine Ontik Bir Bakış Denemesi-1
Yücel Kayıran’ın Ruhlukta Şiirine Ontik Bir Bakış Denemesi-2

Sponsor Bağlantılar

3. Şiir Üzerine

ruhlukta
sessizliğimdi sesimdeki, başkalarının yüzünde ? iminden !di
!!!lerle konuşanlar sessizliğimin sonunda sanki kement beklerdi
başlardı nem başlardı soğuk duvardan olma serinlik
önce selam verirler size sonra ateş koyarlar içinize
Şairin sesi sessizliktir. Şair sessizlikte konuşur, söyleşmesi kendi ruhuyladır ve orası da susarak konuşulabilen bir yerdir, çünkü orası ruhluktur, orada kişiler seslerle değil, gönüllerle anlaşırlar. Hâlbuki ruhluk, yani sessizlik alanı değildir dünya. Alabildiğine sesli, sesiyle insanı ele geçirmeye çalışan bir yerdir. Dünyadayken ruhluk diyarını özleyenler ve her an orasının kokusunu teneffüs edenler, dünyada ruhluk’u aradığından sesli olan dünyada sessizliğe gömülürlerken dünyadaki diğer kişiler sesleriyle varolduklarını düşünecek kadar sese düşkündürler. Şairin bu sessiz duruşu, başkalarının yüzünde soru imine benzer bir ifade oluşturur. Her zaman dik, hükmetmeyi seven ve her an göreve hazır olan öteki, ünlem işaretini çağrıştırır şairde. Kendisine bakan yüzlerse, hesap sorar gibi ? imiyle simgelenir. ? aynı zamanda kementtir, ona benzetilir. Dünyadakiler, demek ki, şairin bir açığını yakaladığında kemendi atacaklardır: “önce selam verirler size sonra ateş koyarlar içinize” Öteki, önce sesli konuşur: “1!, 2!, “. Bu, zor kullanmanın, çalmanın hırslı sesidir. Asker dik durur, sonra da şairin öz-ben kuyusuna soru imi kovasıyla su çekmeye gider. Soru imi ifadesi çalmayı, soru imi ifadesini başkalarının yüzünde görmek de çalınmayı imler. Çalınan kişi de şairin kendi ifadesiyle “çalgın” olur. Şairin içi serindir. Serinlikte şair, benliğinin bozulmamasını sağlar. Tıpkı yiyecekleri dolaba koymak gibi. Hâlbuki ötekiler, şairin içine ateş koymaktadırlar. Serinliğe ateş, nem oluşturur ve bu nemli ortam da şairin öz-beni için yeteri kadar uygun ortam değildir. Hal böyle olunca nemli ortamda öz-ben, artık kendi havasından yoksun kalmış ve kendinden uzaklaşmış, başkalaşmış ve belki de rutubetli ortamın yiyeceklerin bozulmasına sebep oluşu gibi, öteki’nin ben’e ateş koyması da şairin benliğine zarar vermiştir. Serinliğe ateş eklenince nasıl ki nem, rutubet oluyorsa; şairin çalınan benliğinin yerine başka benliğin konması da ben’de gözyaşı oluşturur. İçteki değişim, dıştan da izlenebilir böylece. Şair, ötekilerin bu zorlayıcı, sorgulayıcı, diklenen tavrı karşısında kirlenen benliğini belirtmek için gözyaşına başvurur, şiirdeki ben’in gözleri nemlenir. Gözlerin nemlenmesi, kişinin kendine eğilmesidir. Yani kişi ağlarken bir çıkışsızlık durumundadır. Ağlamak, aporia durumudur.[18] Şair iki durum arasında kalmaktadır çünkü; ama şair, tüm bunları unutmak ister gibi gözyaşına başvurmaktadır. Yani, tercih yapamamak… Burada “ben” devreye girer. Ben, öz-ben ile öteki arasındadır, iki tarafın da alanıdır. Ben, yeni bir çıkışsızlık durumunda bu ortamdan uzaklaşmayı, insanların yaşamadığı, tamamen doğal yerlere firar etmeyi ister, işte bu firarlardan biri de içsel olarak “gözyaşı”dır: “şehirlilerin yaşamadığı yerlere gittiğimi duyardım / kurumuş otlarla arkadaşlık ettiğimi / sarılarak köpeklerin boynuna ağladığımı duyardım” (perş) Şair, şehirlilerin yaşamadığı, hiç kimsenin kimseden bir şeyleri çalmadığı, bu tür niyetlerin olmadığı nötr yerlere, canlılara gider. Yani, her tek kişiye ait olanın ona verildiği, her tek kişiye ait olana dokunulmadığı, böyle bir niyetin hiç olmadığı yerler. Bu yerler şehir değil, kırdır. Kırın da insandan arındırılmış doğal ortamıdır. Şair, insanlardan firar etme eğilimindedir, çünkü insanlar yalnız kalınma yeri değil; katışık, karışık olma ortamıdır. Bu ortamda her benin kendine ait olan şey, ona verilmez, gönül bile. Hatta gönüller de bu tür ilişkilerden dolayı kalp, yani sahte olmuştur: “sanki herkesin kalbi gönlü” (ur). Oysa doğal ortam, hiçbir şeye karışmaz ve insana güven verir. Doğal ortam bu yönüyle ben için mistik bir alandır. Şair neden kurumuş otlarla arkadaşlık eder? Cevabını kendisinden alalım: “Dinsel tarzın dışında yer alan bir başka mistik yaşama biçemi daha var. Bu, daha çok kendiliğinden gelen bir mistik yaşantıdır. İnsanın içinde biriktirdiği hınç duygusundan dolayı sürüklendiği ve onu ehlileştirmek için doğaya çekildiği bir durum. Doğuda ormana gitme diye bir deyim vardır. Toplumdan, insanlardan bıkan, artık onlara tahammül edemeyen kişiler bir süre ormana gider, sessizliğe çekilirmiş.“[19] Demek ki insanlar ve sesli dünya, şairde; hınç, toplumdan bıkma gibi duygular uyandırıyor. Dahası şair, insanlar arasına girdiğinde kendine ait olanların kirlendiğini hissediyor ve bir noktadan sonra kendini ehlileştirmek, öz-benine yaklaşmak için doğaya çekiliyor.[20] İnsanlar önce selam verirler, rol keserler, sonra da insanın içine ateş koyarlar. Bunların hepsi dert, tasa, hınç oluşturur, şair de tıpkı halk ozanları gibi gider derdini otlara söyler; ama yeşil otlara değil, kurumuş otlara; yani kendisini anlayabileceğini düşündüğü, kendisini yansıtan ruh durumunda bulunan otlara. Onlarla arkadaşlık eder, ona dertlerini açar ve ehlileşme anlarında sarılarak köpeklerin boynuna, ağlar. Ama bu defaki ağlama çıkışsızlık durumunun nemi değil, tersine şairin öz-benine sızmış olan ötekinin gözyaşı aracılığıyla az da olsa benlikten atılmasının sağlandığı nemdir.

sağdan say! derdi, içimde hatırlamadan olma hayalet
sağdan say!!
1!, 2!, 3!, 4!, 5.. 6!, 7!, 8!, 9!, 10!, 11!
dizgesinde her ben itibarlı !
bense sadece ‘5’
‘5’ derdim
buradayım, bana tayin edilen yerde

Kayıran şiirinde hatırlamak çok önemli bir yer teşkil eder. Hatırlama kelimesine hafıza ve bellek olarak da bakılabilir. Zira Kayıran şiirinde hatırlamanın kaynağı bellek/hafızadır ve tüm bunlar şairin ben’inin başına beladır: “hafızadır! /benim aklıma beladır!” Bela kelimesini dert, tasa anlamıyla kullanırsak, hafızanın şairin aklını sıkıntıya soktuğu, aklını zor durumda bıraktığını belirtebiliriz. Bela kelimesini diğer anlamıyla, yani evet demek olan anlamıyla, yani klasik edebiyatta telmih yoluyla dile getirilen manasıyla kullanırsak, şairin hafızasının kendi aklını devre dışı bırakarak şaire yeni ufuklar açtığını söyleyebiliriz. Yani Kayıran’da hafıza, kendi deyimiyle sondaj koridorudur ve şair hatırladıkça keşfî bilgiye ulaşır. Kayıran’ın bu şiiri de askerlik hatıralarının hatırlanmasından olmadır. Şair, bu şiirde, geçmişte olanı ele alır. Geçmişte olan, şairin kalbinin dibine sondaj vurur. Hatıralar, bir anda şairin hayal dünyasında canlanır gibi olur, bir tür hayalet gibi.. Ben’i belleğe gömmek için hayalet; şimdi’den ben’i geçmiş’e yönlendirmek için şaire çeşitli seslenmelerde, emirlerde bulunur, tıpkı bir komutan gibi: “sağdan say!!” şairin her ben’i sırayla sayar: “1!, 2!, 3!, 4!, 5.. 6!, 7!, 8!, 9!, 10!, 11!” şairdeki ötekiler sırayla itaat belirtir ve dimdik şekilde göreve hazır olma vaziyetinde sesler çıkarır. Her öteki, bir komutan gibi yüksek sesle ses ederek kendilerini bir tür komutan havasında hisseder. Komutanla aralarında
benlik alış-verişinde bulunurlar, yani karşılıklı olarak çalarlar. Sonunda kendilerine ait olandan tamamen yoksun olduklarından bir başkası olacaklar; ama bu durumu düşünmedikleri için mutlu olacaklardır. Alış-verişte bulunan ötekiler öylesine tutulurlar ki benlik tasarımlarına, sesindeki seslerle kendilerini var edecek kadar ileri gider, tüm varoluşlarını bu sese bağlarlar; sesle, zorla, sertlikle, dimdik olarak, hazırolda durarak var olurlar; yani yanılsamanın voruluş zeminine benlik tasarımını kurarlar, bu sebeple de var olduklarını ‘sanırlar’. Bir askerin tıpkı komutan gibi bir sese sahip olması, Kayıran’ın eleştirdiği bir durumdur. Kayıran şiirinde buna sınıf çelişkisi denir. Kayıran bu durumu Marx’tan alıntı yaparak açıklar. Ona göre kırda yaşayan bir kişi, saray diliyle konuşamaz, şayet konuşuyor ve onun duygularını dile getiriyorsa orada ideoloji vardır. Kayıran’ın bu şiirinde de komutan olmayan kişilerin komutan gibi konuşması vardır, yani ideoloji. Şiirde tüm ötekiler sesli şekilde burada olduklarını belirtir, ünlemle seslenirler; ama şair, sadece 5 der; ünlemsiz, sessiz, hazırolda olmayan, tetiğe basıldığında kurşun gibi vazife görmeyecek beş.  Şair 5 der, buradayım, bana tayin edilen yerde. Burası, demek ki şairin kendisinin olmak istediği bir yer değildir. Ne demektir burası? Normal koşullarda “buradayım” demek, öncelikle kişinin ‘bilinç’ halini imler. Kişinin “buradayım” diyebilmesi için genel çerçevede bulunduğu yerin bilincinde olması ve o yeri kabul etmesi durumu olmalıdır. Bu kabulleniş dile getirilirken mekân olarak ‘burada’ olmayı belirtmeden önce; kişinin, bilinç olarak farkındalığına vurgu yapar bu seslenme. Yani önce, “buradayım” diyeni belirtir. Peki Kayıran’ın kastettiği yer, öznenin ‘bura’sı mıdır? Daha önce belirttiğimiz gibi Kayıran’da farklı ben’ler vardır ve kimi zaman da bu benlikleri kontrol etmeye çalışan ‘öteki’. Şairin bu şiirde buradayım, bana tayin edilen yerde demesi; bura’nın ‘öteki’ne ait bir ‘bura’ olduğunu gösterir. Dolayısıyla şair için dile getirilen bura, kendi ben’inin şura’sına tekabül eder. sağdan say! der öteki, sayar diğerleri: 1!, 2!,.. şairse sadece 5’tir. Yola çıkmak için eşikte durmaktan yoksun 5, sadece ‘bura’da olmak ‘zorunda’; ama bu zorunda olma durumu, ünlemlerden kurulu bir düzene girmesini engeller şairin çünkü; özerk olmak istemektedir öz-ben, katışmak istememektedir. Hâlbuki öz-ben’in istekleri ile öteki’nin istekleri bir değil, zıt diye nitelenebilecek bir bağa sahiptir. Öz-ben’inin etkisinde olan ben, neden “burada mısın?” sorusuna doğru yanıt olan ‘orada’yım cevabını vermez (Şaire “buradayım” dedirten öz-ben’dir, öz-ben ise ruhluk’tadır. Ruhluk, ben için ulaşılmak istenen; ama öteki tarafından bu isteği engellenen bir yerdir ve bu sebeple de ruhluk’u karşılamada bir istek, özlem, ulaşılması istenen bir yeri işaret ederek belirten “orası” ifadesi, ben için daha uygun bir yanıttır.)? Çünkü bu tam bir kabullenmemedir ve bedenin de rahatsız olacağı bir durum ortaya çıkaracaktır: “konuş lan! öt lan!” “o-rus-pu-ço-cu-ğu” (bir firar masalı) Bu zor durum için, beden de şairin ben’i üzerinde etkili olunca şair buradayım, der; ama benim istediğim bir bura değil, sizin beni zorla içerisine almaya çalıştığınız bura, demek ister. Bilincindedir şair bu durumun: “Buradayım, bana tayin edilen yerde” Ama öz-ben, kendisiyle çatışan, kendine olumsuz olan bu durumu düzenlemeye çalışır, sessizce buradayım dedirterek, dik durdurtmayarak.  Asker sadece ‘yapan’dır ve bu yapma eyleminden de mutlu, memnun olmak zorundadır. Ötekilerin hepsi mutlu olmak zorundadır ve öyledirler de. Onlar ‘bura’dadırlar, hem de baskın bir bura; ama gerçekten de öteki, burada mıdır? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, burada olmak, bir bilinç halini imler ve kişi bu bilincinin farkındadır; ama şiirde karşımıza çıkan ötekiler, bilinç durumunda değildir, başkalaşmış bir öteki’dirler. Bu sebeple de öteki’ne “neredesin?” diye sorulsa verilecek en uygun yanıt onlar için “sendeyim” olacaktır; ama sendeyim diyemez, çünkü sen, ben olmuştur, bu bir yabancılaşmadır, aynîleşmedir. Ben, senleşmiştir; ama ben zamanla senleştiğinin bilincinde değildir, bilincinde olunan ancak genleşmek durumudur. Ben sen olduğuma göre, sen buradaysan ben de buradayımdır manasında bir burada olmayı imler ötekilerin 1!, 2!,… gibi buradayım manasında seslenmeleri.[21] “bense sadece ‘5’ / ‘5’ derdim” der şair. Peki şairdeki ben kimdir? Ben’le kastedilen kimdir? Bizce Kayıran şiirinde iki tür ben vardır: Ben ve Öz-ben. Ben, ötekinin etkisi altında kalmış, dibinde ötekilerden izlerin bulunduğu, dünyaya çarpan, dünyada hayalet gibi dolaşan bir ben’dir. Ben, Kayıran’da ortada, çıkışsızlık durumunda olma yerini belirtir. Ben, ötekinden kurtulmaya, özgürleşmeye çalışır; ama öteki, şairin peşini bir türlü bırakmaz. Öz-ben ise yukarıda da açıkladığımız gibi saf benliği karşılayan ben’dir. Kayıran’daki öteki’leri daha iyi anlamak için onları sınıflara ayırmamız ve öz-ben, ben, öteki gibi kavramların üzerinde nelerin etkili olduğunu açmamız gerekir. Kayıran’da öteki kısaca şu sınıflara ayrılır:

1.      Günlük hayatta karşılaşılan, sadece göz, bazen de söz temasında bulunulan ötekiler,

2.      Ben üzerinde baskı kuran, ben’i yönlendirmeye çalışan ve bazen de zor kullanan öteki’ler: Polis, komutan, gibi resmi kimlikler; baba gibi de birinci derecede çocuğun benlik gelişiminde etkiye sahip olan birinci dereceden yakınlar(anne dahil değil! Sadece baba, biraz da büyükanne),

3.      Şairin kendi bedeninden gelen bazı isteklerin bulunduğu öteki,

4.      Akıl.

Ben Üzerinde Etkili Olanlar: Akıl, sadece söz ve göz teması kurulan kişiler, çocuk, öz-ben, fizyolojik istekler, resmi kişiler, doğa, bellek, aile, çocuk..

Öz-Ben Üzerinde Etkili Olanlar: Bellek, aile, doğa, ben, fizyolojik istekler, resmi kişiler, akıl, doğa, sadece söz ve göz teması kurulan kişiler..

Ötekinin yanında olanlar: Akıl, aile, fizyolojik istekler, resmi ve sadece söz ve göz temasında bulunulan kişiler.

Öz-ben’in yanında olanlar: Doğa, bellek, çocuk, anne.

Öteki ve öz-ben’in taraftarları bunlarken, bu iki tarafın da tüm üyelerinin buluşma noktası ben’dir. Yani ben, öteki ile öz-ben arasında tercih yapmak zorunda kalan ve bu durumun trajik ruh halini yaşayan ben’dir. Öteki’ni kırmak istemeyen, bazen de kırmayı çok isteyip bu isteği engellenen; ama etik değerlerinden de taviz vermek istemeyen bir durumdadır ben. Öteki, başkasında olanı çalarak özgürleşirken ben, etik değerlere saygılı olduğundan öteki’nden hiçbir şey çalmaz, ama çalınır. Yani Kayıran şiirindeki ben kendini ötekileştirmez, ötekini de benleştirme çabası içerisine girmez; ama ötekinden izler taşır, istemese de[22]:

-Pencereleri açın! Pencereleri açın!
eğitim istendik davranışların kazandırılmasıdır diye
bir hayali yapıştırmak çocuğun geleceğine
akan bir şey var: duydum, içimdekini:
-Zil çalsın! Zil çalsın! Çalsın zil!
Çıkmak istiyorum diyen bir ruh, bu koridordan kendime (aldırma, öyle mi 3) />
Dünya ile ilgili olan ve herhangi bir bilinç halini taşıyan her insan ve bu insandan olma kimi ifadeler, şair için öteki’dir. Öteki derken kastedilen sadece şairin dışında olan kişilere ait olan bazı durum ve duyuşlar değil, başlangıcı bizzat kendinde olan, ilk sorgusu kendine olan bir öteki’dir. Yani ben’dir; ama ben, bir başkasıdır, yani her bireyin kendisinde olan öteki: “Ben, başkası tarafından kurulmuş/kurgulanmış ise, başkayla kavga, başlangıcı ben’de yaşanılan bir kavgadır; ben’deki başkanın devre dışı bırakılmasına yönelik bir iç kavga, bir iç savaş. Şiir yazan bir insanın, ötekiyle olan kavgasının başlangıcı, kendi tinselliğindeki bir iç savaşa dayanmıyor ise, bu kavga, ötekiyle yapılan bir kavga değil, güç ve iktidar elde etmek için yapılan bir kavgadır. Ancak böyle bir iç kavgayla, böyle bir iç savaşla, şair kendindeki öteki-benden kurtulur.“[23] Kayıran’daki ben, öteki ile ilişki kurmaktan kaçınan bir özelliğe sahiptir. Zira kurulan her temas, şairin benliğindeki öz-ben’inin oranını düşürmektedir. Bu sebeple öz-ben, ben’i insanlardan uzak tutmaya çalışmaktadır. Öz-ben, her zaman saf ve özgür kalmayı istemektedir. Öz-ben, aklıyla hareket eden bir düşünme değil, kalpten gelen bir sezgidir. Aynı zamanda bu ben, ahlaki değerlere ve erdeme önem veren ve tümel olarak bu değerlere bağlı biridir. Öteki’nin bakışı/nazarı altında kalan ben’de, çalınan bu parçasını arama dürtüsünü ortaya çıkaran ve bu yolla da yeniden kendi bütünlüğüne kavuşacağını düşünen bir ben’dir öz-ben. Öz-ben, ben’i ötekilerin etkisinden korumak, kendini katışık yaşamamak için ötekilerin olmadığı yerlere götürür. Bu yer, aklı ve duyguları olmayan nötr diye ifade ettiğimiz yerlerdir, yani öz-ben’e zarar vermeyecek yerler. Bu yerlerde ben, yalnız kalır, kendiyledir ve özgürdür; ama ben’in insan içine çıkması kaçınılmaz olduğundan bir müddet sonra ben, yeniden nazar altında kalır; ama öz-ben, ben’i bir türlü rahat bırakmaz, kendini saf kılma ediminden dolayı ben’i ötekilerin arasında ötekiler yokmuşçasına davrandırtır, şairi kendi içerisine gömer, hayaller âlemine götürür. Yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşadığı ifade edilir ötekilerce.  Dahası, şairin önemli varlıksal alanlarından olan belleğe götürür. Öz-ben, belleği, yani hafızayı, ben’in başına musallat eder. Bu musallat ediş, öncelikle ben’in o an içerinde bulunduğu anda, ötekilerle etkileşime girmemesine, ben’de bulunan öteki’nin artmamasını sağlamaya yönelikken sonraki safhada da kaybettiğini düşündüğü parçasını aramaya yöneliktir. Öz-ben, ben’in daraldığı anlarda ben’i bellek içerisine gömer ve ben, hatırlamadan olma bir varlıkla karşı karşıya kalır. Bu varlık, zaman geçtikçe daha da çok ötekileşen ben’in daha az öteki olduğu, yani kimi parçalarının henüz kendinde olduğu bir dönemdeki ben’dir. Öz-ben, ben’i hafızasına alarak kaybedilen o parçanın yeniden keşfedilmesini sağlamaya çalışır ve bu sebeple de şairde kimi çağrışımlar uyandırır; ama bu çağrışımlar net değildir, tam olarak yeniden ele geçirilmesi mümkün değildir, ancak elde edilebilen, ben’in damağında çok hoş bir tat bırakan bir tür duygudur; ama bu duygu ben’deki kaybedişi o andaki ben’e kavratır ve ben, kaybettiklerinden dolayı kendi iç duvarına, taban duvarına daha çok çarpmaya, daha da fazla üzülmeye, hassaslaşmaya başlar ve hatırlamadan olma bu tat ben’e her geldiğinde ben’in gözünde nem oluşturacak bir duygu uyandıracak bir niteliğe bürünür. Dahası kimi zaman öylesi anlarda gelir ki bu hatırlama, şairi bir koridora sürükler. Bu koridor, her şeyin ayan beyan olduğu, tüm birey ve duyuşların üryan olduğu bir göze sahip olunan bir koridordur. Ben, bu koridora iner, buradan bilgiler toplar. Dediğimiz gibi, bu mekân üryan olunan yerdir, üryan ve apaçık olan yerden gelen bilgiler de mutlak hakikatin bilgisidir; doğru, başka ifadeyle kesin, değişmez bilgidir. Bu bilgi, felsefi bilgidir. Yalnız bu koridordan bilgi edinmek her zaman olanaklı değildir, elde edilen bilgi, anlıktır, bir anda ortaya çıkmadır. Belki de sadece tek bir kalp atışı denebilecek bir andır. Bu kısa an, Kayıran şiirine bir-iki mısrayla yansır; ama bu mısralar da şiirin merkezi olur, diğer mısralar bu merkez mısraları açımlamak, daha iyi anlamak için aracıdır; ama anlamak ötekinin anlaması için değil, ben’in anlamasını sağlamaya, parçaları daha iyi keşfetmeye yöneliktir. Ben, öz-ben’e sondaj vurur: “kalp istemiyor / beden ne yapsın beni” (köpeklerin yaşamı 5), “giysilerinin içinde herkes üryan değil mi” (köpeklerin yaşamı 5) “sanki herkesin kalbi gönlü” (ur), “bulamayacak artık hiçbir ben / ötekine ait olmayan bir ten kendi bedenine” (ur)… Kayıran’ın ben’indeki bu varlık durumları, onun şiirlerinde bulunan sanatları da yaşamsal yapar, yani sanat yapmak için sanat değil, kaybettiği ben’i daha iyi anlamasının başka yolu olmadığı için sanat. Tenasüp, benzetme, telmih, deyim aktarmaları gibi sanatlar, Kayıran şiirinde bu sebeple bolca bulunur; ama bu sanatlar şiirdeki ben’de içkinleşmiş haldedir ve doğrudan öz’den gelmektedir. Kayıran’daki kimi mantıksal çıkarımlar olarak görülebilecek dizeler de yine özden gelen hislerle varlık’ın ben tarafından daha iyi tanınması, anlaşılması için vardır, yani Kayıran’da önde olan sanat yapma kaygısı değil varlık kaygısıdır; ama varlık’ı anlamaya yönelik bu dizeler, aynı zamanda bize çok şiddetli şekilde klasik şiirlerdeki sanatları hatırlatır; ama bu sanatlar gayriihtiyari’dir, sanatlı yazmak için sanat yapmak değil, varlık’ı daha iyi anlamak için sanattır. Kayıran’daki sanatlar bu yönüyle, çıkış ve amaç yönüyle, klasik şiirdeki sanatlardan ayrılarak Kayıran onları yaşamsal yaparak varlık’a bürünür.  Kayıran’ın şiirilerindeki bu odak nokta, onu önceki şairlerimizden ayırır. Belki de Kayıran şiirini geleneksel şiirden sanat yönüyle ayıran en önemli özellik de budur: Varlığını anlamaya çalışan sanat.

tekrar, derdi içimdeki hayalet, tekrar say! sağdan!
sağdan sapınca varılabiliyordu ancak bendeki mahzene
her ben türap olmuşken kendi sesindeki !e
kime hatıra olabilirdi sesimden çıkarılacak mana
sadece !siz 5
1!, 2!, 3!, 4!, 5..
5 değil! 5! 5!! 5!!!
5!!!ten bir yol çıkmıyordu bana
gözyaşından olma buğu inerken sesimin sığasına
şimdi, derdi hayalet, tekrar, say, sağdan!
sesimdeki ruh neden girmek zorunda !!!lerden dökülmüş kalıba

Doğu geleneklerinde sağ’a genellikle olumlu gözle bakılır. Çeşitli hikâyelerde, kıssalarda, temsillerde vs. genelde iki yol vardır: Biri sağ, öteki sol… Doğu geleneğine göre sağa sapmak, Tanrının yoluna sülûk etmektir. Sola sapmaksa Tanrıdan uzaklaşıp nefsini Tanrılaştırmak yolunda gitmektir. Kısacası sağ doğru yol, sol ise yanlış yoldur. Cennet yolu da sağ yol diye anılır; ama yolu dikenlidir ve o yolda ilerlemek zahmet ister. Gözü yolda olan kişi, surete takılarak yol değiştirebilir, usanç gösterebilir; ama gönlü yolun sonundaki manevi kokuyu algılayan kişi için yolda nelerin olduğu pek de önemli
değildir, ‘orası’ vardır çünkü, orasının kokusu duyumsanmıştır. Cehennem yolu ise nefse hoş gelecek şeylerle donatılmıştır, yolda ilerledikçe haz alırsınız; ama gönlünüz de her geçen dakika daha da hissizleşir. Yolun öyle bir yerine gelinir ki, bütün olan madde ve mana ayrışır ve mana da maddeleşerek nefse esir olur. Artık ortada gönül yoktur. Tanrının üflediği ruh artık yoktur, sadece kötü madde vardır. Yolun sonu cehennemdir. Tanrı, bedenden çıkmıştır çünkü bedenden gönül ve his silinmiştir ve bu değerlerin olmadığı bir beden Tanrı için yakılması gerekenler listesindedir ve hiç’tir çünkü kul’un varlığını Tanrısal açıdan anlamlı kılan, var eden, gönlün nefse üstün gelmesi, hislerin değerini yitirmemesidir. Yani sola sapmış bir kul, anlamını yitirmiştir, diyebiliriz dini literatürde. Sağ yol aynı zamanda bir şeye inanıp itaat etmektir. Sağ yol, itaat yoludur ve Kayıran şiirinde sağ kelimesinin asıl anlamı da burada gizlidir. Öz-ben, itaatkâr bir ruha sahip değildir. Öz-ben’in kendisinden fışkıran ve kendinden başka tüm amaçları dışlayan bir mahiyete sahiptir öz-ben. Ben içinse itaat, ancak öz-ben’edir. Ötekine itaat etmeyen, ötekinin sağ yoluna sapmayan ben, öz-ben’in sesine kulak verip ona itaat ederek, bendeki sağ yolu seçerek bendeki mahzene ulaşır. Yani sağ kelimesini “öteki” kullandığında ben için bu kelime “sol”, öz-ben kullandığındaysa “sağ” manasına gelmektedir ben’de. Buradan yola çıkarak şu çıkarımı yapabiliriz: Her ne kadar ben, çalgın bir kişiliğe sahipse de, gönlü hep öz-ben’den yanadır. Ayrıca yine buradan yola çıkarak şunu da söyleyebiliriz: Öteki; emrettiği, yol gösterdiği, çaba sarf ettiği, zorladığı için hareketli; ben, ben’in iki seçim arasında kalması ve istediği yolu özgürce seçememesi sonucunda durağan; öz-ben ise gönülle konuştuğu, ben’e yol gösterdiği, ben’i belleğe yönlendirdiği için hareketli, etkin bir özelliğe sahiptir. Kayıran, şiirinin yukarıdaki bölümünde sağ kelimesini yineleyerek kullanır. Niçin bendeki mahzene ancak sağdan sapılınca ulaşılabiliyor? Yukarıda hafifçe değinmeye çalıştığımız sağ ve sol kelimelerinin anlamlarından yola çıkarak nasıl bir yorumda bulunabiliriz? Bendeki mahzene sağdan sapılarak varılabiliyorsa, demek ki mahzendeki değerler hayli kıymetlidir. Nedir mahzenin içindeki? Öz-ben’dir. Gönül, ruh, cennet, cehennem gibi metafizik kavramlar Kayıran’da öz-ben’e tekabül eder. Yani Kayıran şiirindeki ben, metafizik bir durumu yaşar; yalnız bu metafizik durumun dinsel bir göndermesi yoktur. Buradaki metafizik, var olmanın metafiziğidir. Bellek, ben’i öz-ben’e götürür. Daha önceki bölümde de olduğu gibi, burada da içteki hayalet emreder: ”tekrar say! sağdan!” Buradaki saymak için verilen emir, ben’i, şiirin ortaya çıktığı anda bellek’e iter. Yani askerdeki ben’in karşısında seslenen veya içteki seslenen kişi komutansı iken; şiirin yazıldığı zamanda ben’in içinden gelen bu emirler, ben’i belleğe götürür seslerdir ve oradan da öz-ben’e sondaj vurulur: “sağdan sapınca varılabiliyordu ancak bendeki mahzene” Bu bilgi, bir anının betimsel olarak kayda geçirilmesinden olma bir bilgi değil, şiirin ortaya çıkış anındaki ben’in bellekle beraber sondaj yapması sonucu elde edilen bilgidir. Mantıksal çıkarım olarak da anlaşılabilecek bir dize olsa da biz, bu çıkarımın bizzat koridordan geldiğini düşünüyoruz. Bir önceki mısrada da sağ kelimesinin geçmesi, sonraki dize için çıkarımsal olarak bir etkinin olduğunu bize gösterir. Diyebiliriz ki bu ikinci emirde “sağdan say!” emri, ben’i koridordan çıkarım yapmaya yönlendirmiştir. Mahzende bulunan cevher, ben’deki ötekinin etkisiyle mahzene düşmüştür. Her ben, ötekinin etkisiyle türap olmuştur. Ben burada, hem özel bir ben hem de genel bir ben olarak ele alınabilir. Ben, özel olarak alındığında kişinin kendi içindeki çelişkileri, açmazları, kendindeki ötekiyle çatışmasını dile getirir. Her ne kadar Kayıran şiirinde ben, genel bir kelime olarak kullanılmasa da bizce buradaki ben, farklı bireyler olarak da anlaşılabilir. Zira her ben’in kendi sesindeki sese türap olması, ben’in özel ve tekil bir ben olmasını engelleyici niteliğe sahiptir. Şayet ben tekil, özel olarak ele alınırsa, örneğin bir kişideki ben’i a, b, c olarak simgelersek; bunlardan birinin öz, diğerlerinin de etki olduğunu söylememiz gerekir. “Her ben” derken ben’i öz-ben ve öteki diye ayırmak durumunda kalırız. Her ne kadar ötekilerin farklı farklı özellikleri olsa da tüm ötekilerin kesişim noktasından hareketle tüm ötekileri genel bir kategori içine alabiliriz. Bu durumda öz-ben için öteki gibi bir “!” veya seslenme diyebileceğimiz bir rakip vardır; ama ben’deki öteki için bu durumun olması imkânsızdır; zira öz-ben seslenmez, gürültülü değildir, sezgiseldir, sadece hisle etkidir. Ben’in özel olarak ele alınması, tüm ötekilerin de birbiriyle çelişkili olduğu ve dahası sonsuz sayıda bir öteki’nin olduğunu bize düşündürür ki, bu da Kayıran’daki ben ile pek uyuşmaz. Demek ki “her ben türap olmuşken kendi sesindeki !e” mısraındaki benin genel bir ben olması ihtimali de vardır. Kayıran şiirinde birey olarak öteki, şiirde pek yer almaz, yani birey olarak öteki, Kayıran şiirinde zikredilmez; ben, Kayıran şiirinde hep kendi içinde parçalanır, benin mücadelesi toplumsal değil psikolojik veya daha doğru bir ifadeyle, metafiziktir. Ben’in özel bir ben olmasının bizim için tek kanıtı, şairin öz-ben’e ben diye hitap etmiş olması ihtimalidir, bunlar dışındaki faktörler, bizi genel bir ifadeye yönlendirir. Oysa ben’in genel bir ifadeyle kullanılışı, öteki herkesin de içinde bir özün olduğunu bize düşündürür. Kayıran’ın her öteki’ne kendisinin yaşadığı durumları aksettirmesi, öteki’leri de kendi gibi yapmasına yönelik bir durumdur. Bu da şairin öteki’yi ben olarak görmesi durumudur. Oysa hem öz-ben hem de ben, Kayıran’da öteki’nde olanı çalmaz, bu ahlaki değildir. Etik değerlere bağlı olan ben’in böyle bir ifade ortaya koyması çok zordur. Bu nedenle buradaki ben’in açıkladığımız nedenlerden dolayı öz-ben olması ihtimali daha fazladır; ama bu da tam olarak açıklayıcı bir anlamlandırma sunmayacaktır bize. İşte bizim Kayıran’daki ben’leri ayırmamızın en önemli nedenlerinden biri de burada gizlidir. Buradaki ben, tam olarak öteki’nin etkisinde kalan, trajik bir durumu yaşayan ben’dir çünkü öz-ben’de ! yoktur, !in olduğu kişilik ben’dir. Daha da önemlisi bizce “her ben” ifadesinde geçen “her” kelimesi, öncelikli olarak bir belgisiz sıfat değil, zaman belirten bir ifade ve/veya bir fiilin yapılış sıklığını belirten bir kelimedir, yani “her defasında ben, türap olmuşken kendi sesindeki !’e” anlamı vardır dizede, aksi durumda yeniden öteki’nin ben’leştirilmesi durumuna dönmek zorunda kalırız.

sağdan sapınca varılabiliyordu ancak bendeki mahzene
her ben türap olmuşken kendi sesindeki !e

Daha önceki mısrayı açıklarken bir önceki dizeye başvurmuştuk. Sıradaki dize için de yine önceki dizeye bakmamız gerekiyor çünkü; Kayıran şiirinin her mısrası önceki mısralarla bağlıdır. Genellikle bir ifade kullanılıp daha sonra o ifadeye başka bir gözle bakılırken bazen de kelime tekrar edilip farklı sıfatlar kullanarak
kelimede mantıksal bir açılım yapılır Kayıran şiirinde. Burada da yukarıda görüldüğü gibi önce bendeki mahzen ifadesi kullanılmış, sonra da bu ifade, ben zamirinin içerisine konulmuştur. Yani mahzen, ben olmuştur; ama buradaki ben, daha önce üzerinde durduğumuz katışık ben değil, tinsel bir töz olan ben, yani öz-ben’dir. Ben’e mahzen denilerek açık istiare yapılırken, ben ile öz-ben kastedilerek de mecaz-ı mürsel sanatı yapılmıştır.[24]

her ben türap olmuşken kendi sesindeki !e
kime hatıra olabilirdi sesimden çıkarılacak mana
sadece !siz 5

Burada da yine önceki dizelerle bir bağ görüyoruz. Öz-ben’in bir özelliği olmayan sesteki “!”, bendeki ötekiyi dışa vurur niteliktedir. Şair, “sesindeki !e” diyerek, sen şahıs ekini kullanarak  !’i kendinden uzaklaştırmış; öz-ben, ses’i ‘sen’ şahıs ekiyle dışlamış, ötekine ait bir özellik yapmıştır. Sonraki dizede bu durum daha net anlaşılabilir niteliktedir. Yukarıda altını çizdiğimiz kelimelerden birincisi olan sesin+ kelimesi öteki’ni nitelerken, ikinci altı çizili kelime olan sesim+ öz-ben’in özelliğini niteler. Niteliği nedir öz-ben’in sesinin? Onu da sonraki altı çizili kelimede görürüz: !siz 5, yani sessiz 5. (sesim=!siz 5) Bu tür eşlemeler ve dışlaştırmalar, kelimelerin anlamsal olarak açılımını sağlar. Eşlenen kelimelerin de sonradan kullanılması durumunda diğer eşlenen kelime de anlamsal olarak diğer dizede de kendine yer edinir ve dahası hafızayı oraya da yönlendirir. Sessiz olan öz-ben’in sesinden çıkarılacak mana kime hatıra olabilir, hiç kimseye! Öz-ben’in boyun eğmediğini gösterir sesi, benlerini senleştirmiş kişiler için anlaşılması güç bir durum olmakla beraber anlaşılması istenmeyen bir durumdur. Daha ilk bentte geçen: “sessizliğimdi sesimdeki, başkalarının yüzünde ? iminden !di” dizesinden de anlaşıldığı gibi sessizliğin sesi olan öz-ben’in sesinin öteki’ne etkisi, onların suretlerinde soru iminin belirmesi; öteki’nin tepkisi “!”, öteki’nin amacı ise öz-ben’e kement atmaktır. Öteki, öz-ben’in sesinden bir şey anlamadığı için ötekinin yüzünde soru işareti oluşur. Kişinin hatırası, geçmişteki güzel olaylar anlamında kullanılır genellikle. Bir şeye hatıradır, dediğimizde, onu önemleriz, bizde bulunan şey’in değerli olduğunu ve kolay kolay hiçbir şeye değiştirilemeyeceğini anlatmaya çalışırız. Yani bir durumun ya da olayın hatıra olabilmesi, olay ya da durumun, olay ya da durumu yaşayan veya gören kişi için büyük öneme sahip olmasını gerektirir. Şayet kişi için önemli değilse bu olay ya da durumlar, hatıra değildir, olsa olsa “anı”dır. Bu yönüyle anı ile hatırayı birbirinden ayırmak lazım. Öz-ben için değerli ve önemli olan sessiz duruş, öteki için anlamsız ve değersizdir. Bu sebeple kimse(kişi) için öz-ben’in sesinden çıkarılacak mana bir hatıra olmayacak; hatıra, sadece öz-ben için geçerli olacaktır.

1!, 2!, 3!, 4!, 5..
5 değil! 5! 5!! 5!!!

Koyu harflerle gösterilen sayılar öteki’ni simgeler. Öz-ben ise yalın bir 5’tir. Şiirin ikinci bendinde de geçen bu sayışlar, burada biraz daha farklı bir hüviyete bürünür. Önceki sayışta öteki’ler 11’e kadar ilerler, sanki 5’i daha da fazla araya almak, sıkıştırmak istermiş, sıkıştırırken de daha fazla zorlama yapmak ister gibi. Daha önce öteki, tek tek 10 adetken öz-ben, 1 adetti. Burada içteki hayalet öz-ben’i simgeleyen 5’e kadar saydırır, sanki bak sen bunu yapıyorsun, yapmaman gerekir demeyi ister gibi, sonra da yaptığının yanlış bir şey olduğunu ve bundan öteki’nin rahatsız olduğunu belirtir gibi şiddetle bağırır: “5 değil! 5! 5!! 5!!!” Ses gittikçe yükselmekte ve bu yolla da öz-ben’i hakimiyet altına almaya çalışmaktadır. 5!!!, öteki’nin baskısını en fazla artırdığı an, öz-ben’i kendisine çekmesi için kullandığı en yüksek sestir. Bu yüksek ses, içe meyilli olan ben’de hiddet oluşturur ve bu hiddet, şairde gözyaşı buğusu doğurur. Bu, teslim olmamak için de bir kaçış, içe yöneliştir aynı zamanda: “gözyaşından olma buğu inerken sesimin sığasına”. Yoğunlacın elektrik yığma sınırını ifade eden sığa kelimesi, bu dizede farklı bir anlam kazanır: Sesin duygu biriktirme kapasitesi. Yoğunlaç aletinde akım olmadığı düşünüldüğü zaman, şairin sesinde biriken duygu, yoğunluk, en fazla da hiddet öteki’ne aksettirilmemeye çalışılır, denilebilir. Biriktirilen duygu, sitemle karışık bir hiddet duygusu, öteki’nin baskısını kabullenmemenin yansısıdır. Zor kullanan öteki’nden kaçışın mümkün olmadığı bir duygu. Zira askerdeyken komutana nasıl karşı gelinir! Resmi kişilere karşı hiddet biriktirme durumu şairin “bir firar masalı” şiirinde de açıkça görülür. Bu şiirin 3. 3. bölümü, belki de bu duyguların en yoğun yaşandığı bölümdür: “konuşlan diyor, öt lan / birbirine kenetleniyorken kırılıyor / dişlerim, yüzümde bir tokat / bir tükürük, lan ağzı kanadı / bu ibnenin diyor; çocukluğa / mahrum kalmış bir ses / evini terk ederken kalbini / evinde unutmuş bir ses / akıyor / sökük tırnakların arasından / akıyor içime / sen burada götünden kusarken / onlar kim bilir nerede / am üstünde fındık kırıyor / sessizlik! sessizlik! / ben endişeye doğru böyle akarken / konuş aslanım! / diyor // kenetleniyor bilincime dişlerim!” Bu şiirdeki özellikle son dize, hiddetin en doruk noktaya ulaştığı andır.

Öteki’nin sesini ben’e karşı yükseltmesine rağmen öz-ben, öteki’nin gittiği yoldan gitmeme kararındadır, hatta gidebileceği öyle bir yol bile görünmemektedir: “5!!!ten bir yol çıkmıyordu bana” Öteki’nin baskıcı tutumu, öz-ben için çekici durmamakla beraber öz-ben’in doğasına aykırı olduğu için ona itici gelir. Bu durumda ben için iki yol vardır: Öteki ve öz-ben. Ben, bu iki yol arasında bırakılır. Bu durum, bir apoia durumudur. Her ne kadar ben, öz-ben’den yana olsa da onun bu tercihi engellenmektedir. Dahası, ben’in kendisini öteki’nden koruma imkânı olmadığı için ben’in istediği yol, tam olarak sapabileceği bir yol değildir, aynı şekilde öteki’nin emrettiği yol da öz-ben’in yani ruhun gidebileceği bir yol değildir ve sonuçta çıkış için bir yoldan gitmek gerekiyorsa ve ben, görüldüğü gibi iki taraftan da gidemiyorsa, bu durum için çıkışsızlık durumu denilebilir. Ben, öteki’nde bir yol bulamayınca hayalet tekrar emreder: tekrar say, sağdan! Zor kullanmaya, ben’i zorlamaya devam etmektedir öteki. Bunu, ‘sesimdeki ruh neden girmek zorunda !!!lerden dökülmüş kalıba’ dizesindeki “zorunda” kelimesinden rahatlıkla çıkarabiliriz. Demek ki buradaki öteki, yukarıda da ayırımını yaptığımız “resmi ya da zor kullanan öteki”dir. Ben, aslen sesindeki ruhtan hoşnut olsa da aynı durum öteki için geçerli değildir. Ben sesinden memnunken öteki niçin o sessizliği !!!lere çevirsin? Çünkü ben’i öteki’nden koruyan, ona itaat ettirmeyen; ben’in sesindeki ruh, mahzenin içindeki ‘şey’, fuka’ testisinin içindeki şarap, yani öz-ben’dir.

hissederdim gelirdi bana doğru gelmekte olan />kimse farkında değildi ama
çarşı izninin yanması diye bir şey var bu dünyada
nizamiye kapısından geçerek gelmek nizamlı dünyaya
sessizdim

Şiirin bu bendinde şair, iç dünyadan kısmen sıyrılarak dış dünyaya bir beden çıkar. İtaat etmeyen ben’e kimse farkında olmadan birileri tarafından ceza verilmektedir. Çarşı izninin yanması; öteki, her ne kadar ve her ne durumda öz-ben için çekilmez olsa da, öz-ben için cezadır çünkü sadece göz temasının bulunulduğu öteki’ler zor kullanmamaktadır. Bu sebeple öz-ben için daha güvenlidir. Öz-ben nizamlı dünyaya girdiğinde sesli ve itaatkâr olma zorundadır. Aksi halde ona karşı zor kullanılır, cezalar verilir. Çarşı, ben’in öz-ben’le biraz daha rahat söyleşebileceği bir alandır. Her ne kadar bir alan olarak çarşı, öteki’ler için varoluş alanı olarak işlense de Kayıran şiirinde, burada iki alan arasında derece farklılığı ortaya konularak şiirin bu bendine bunlardan birinin(çarşı ile nizamlı dünya), çarşının, ruhluk’a daha yakın olduğu anlamı yüklenmiştir, çünkü burası daha özgür bir alan barındırır şair için; ama nizamlı dünya için bu durum geçerli değildir. Nizamiye kapısından geçerek nizamlı dünyaya gelen öz-ben, her ne kadar ceza alsa da yine de sessizdir. Niçin ceza verilir ben’e? Sesteki ruhun !!!lerden dökülmüş kalıba girmesi için.

sessizdim
sessizliğim gövdemi ‘hazırol!’da bırakarak uzaklara gitmekten olma
sessizdim
sesindeki !!!lerle kendini var edenleri çevirecek kadar deliye
öyle bakardım oradaymışım gibi gözlerimin içinden
sessizliği duymakla ruha açılan kapıda
serinlikteydim
değildim benim dışımdaki dünyada

Ben için sessizlik sadece ağızdan çıkan kelimelerin çıkmaması değil, çeşitli durumlarda ruhun bedende olmayışı gibi tavır ve davranışlardır da. Yukarıda da görüleceği üzere ben, cisim olarak hazırdadır; ama ruh, uzaklara gitmiştir. Şair de ben’in bu durumunu “sessizdim” kelimesiyle karşılar. Daha önce nasıl sessiz bir “buradayım” manasında 5 denilmişse, burada da ruhsuz bir hazıroldadır ben. Anlaşılıyor ki öz-ben’in zorunlu olduğu durumlarda ben, bedeni yalnız bırakmakta ve ikinci bir dünya kurmaktadır kendine: ruhluk. Ben, ruhen ruhluk’a gider, kimse farkında değildir ama ruhluk’un. Kimseler, sadece bir itaatsizlik, isteksizlik görürler. Bu kimseler, kendilerini !!!lerle var ettikleri için ve öz-ben tarafından kendilerini var ettikleri !!!ler ihlal edildiği, önemsizlendiği için deliye döner. Bu kimseler sadece komutan değil, ona itaat eden erlerdir de. Nasıl ki toplumda kabul gören bir davranış bir aydın tarafından olumsuzlandığında toplum o aydını dışlar, hatta onun kendilerine ait olduğunu kabullenmez, ona karşı kin besler; aynı şekilde yığının tavırlarından farklı davranışlar sergileyen ben, sen’leşmiş öteki’ler tarafından dışlanır. İçten bir yolculuğa çıkan ruh, bedeni terk eder. Beden ile ruh zorunlu olarak bir müddet ayrışır. Ben’e bakan öteki’ler, sadece bir cisim görür, ben ise oradaymış gibi bakar gözlerinin içinden; ama aslen sessizliği duymakla ruha açılan kapıda, serinliktedir. Daha önce ben’deki ruhun ikinci bir dünya olan ruhluk’ta gezindiğini dile getirmiştik; şair, burada bu ikinci dünyaya, ruhluk’a, “serinlik” diye hitap eder. Serinliğe, yani ruhluk’a nasıl gidilir, oranın kapısı kimlere açılır? Bu kapı, sadece sessizliği duyanlara açılır. Sessizliği duyan ben, ruhluk’un kapısını aralar ve kendi dışındaki dünyadan, yani nizamlı dünyadan ruhen firar eder.

tenha gezerdim bırakarak kendimi içimdeki ruhlukta
ama konuşanlar neden rahattı ben rahatta rahat değil iken
görürdüm büyürdü gözlerinde rabıtasını yitirmiş gıpta
önce hatırınızı sorarlar sonra ateş yakarlardı dünyadaki yerinize

Öz-ben, kendi varlığı için ben’i ıssız yerlere götürür. Bunu başaramadığı zamanlarda ruh’u, başka bir dünyaya çeker. Bazen de ruh, bedenden ayrı olarak ruhlukta gezinir ve ben’in kendisini de hafızasız bıraktığı için dış dünyaya karşı duyarsızlaştırır ve böylece cisim olarak ben serbest kaldığı anlarda yalnız başına gezer. Ruhun öte-dünya’da bulunması, şair tarafından “rahatlık” olarak algılanır; ama her an yeni bir emrin gelebileceği nizamlı bir dünyada yaşadığı için rahat edemez ben; sormadan da edemez: “konuşanlar neden rahattı ben rahatta rahat değil iken”? Çünkü onlar !tir, dik’tir, emre amadedir, hazıroldadır, itaatkardır. Peki tek neden bu mu? Tabii ki değil, Kierkegaard bize hatırlatsın: “Tinin ve ben’in hastalığı olarak ele alınan umutsuzluk, üç farklı görünüm sunabilir: Bir ben’i olduğunun farkında olmayan umutsuz kişi (bu, gerçek bir umutsuzluk değildir); kendisi olmak istemeyen umutsuz kişi ve kendisi olmak isteyen umutsuz kişi.”[25] Umutsuzluğu rahat olmamak olarak ele alırsak Kayıran şiirindeki ben, kendisi olmak isteyen umutsuz kişiye karşılık gelir. Konuşan rahat kişilerse, bir ben’i olduğunun farkında olmayan kişilerdir ve bu kişilerin yaşadıklarının bir umutsuzluk durumu olmadığını dile getirir Kierkegaard. Zaten şiirde görülen öteki’nin hiçbir umutsuzluk belirtisi olan tavrı yoktur. Kendi olmaya çalışan ben, engellendiği için rahat değilken, bir ben’i olduğunun farkında olmayan kişi için engel yoktur. An ne olursa olsun, onun keyfi çıkarılmalıdır. Bu sebeple de, her durum ve an’da öteki, rahattır. Yalnız gezen ben, öteki’nin büyüyen gözlerinin içini okur. Bağını yitirmiş bir imrenme görür öteki’nin gözlerinde. Ben’le konuşsa da onun dünyasına sülûk edemeyen öteki, onu kıskanır. Dünyalarına çekmek için ben’in hatırını sorarlar, sonra da dünyadaki yerine ateş yakarlardı. Yani, ben’i çalarak imha etmeye çalışırlar; ateşle yakılıp yok edilerek sen’leştirilmek vasıtasıyla varlık, yokuluşa inkılâp edilirdi.

aynaya bakın! aynaya bakın!
bir işiniz varmış gibi yürümelisiniz dünyada!
evet dünyada!
size tayin edilen yeri bulamadığınız dünyada!

Emredici hayalet bu bölümde de ben’e emir vermektedir. Öteki, ben’in aynaya bakmasını ısrarla emretmektedir çünkü; aynaya bakan ben, aynada görünen suretinden öteki’nin isteyeceği yönde bir mana çıkaramayacaktır. Zira dış dünyadan rahatsız olan ben, ruhluk’a gider ve maddi bedene ait yüzde mana bırakmaz: “büyüdükçe içimdeki girdap / manasızlıkla gezerdi yüzüm” (Köpeklerin Yaşamı I) Ruhlukta şiirinin bu bölümünde hikâyemsi bir yön de vardır: Bir er, komutanın istediği davranışları sergilememektedir. Komutansa askere kızmakta ve askerin kendi halini görmesi, bu vesileyle kendine çekidüzen verebileceği düşüncesiyle ben’in aynaya bakmasını şiddetle emretmektedir. Aynaya istendik davranışlar yansıyana kadar emir geçerli olacaktır: aynaya bakın! aynaya bakın! Burada ayna kelimesi, dikkat edileceği üzere öteki tarafından kullanılmıştır. Bu sebeple de ayna kelimesi sadece temel anlamıyla kullanılmamıştır. Hatta aynanın temel anlamı şiirde birincil değil ikincil anlam katmanıdır. Ya, nedir ayna’nın şiirdeki temel anlamı? Daha önce de belirttiğimiz gibi
ayna, öteki tarafından ifade edilmiştir. Ayna kelimesinin öteki tarafından kullanılması nedeniyle bizce ayna kelimesi “model” anlamında kullanılmıştır. Burada ben’ini sen’leştirmiş komutan ya da er, fark etmez; öteki, ben’den onu örnek almasını istemektedir. Sanki komutan bir eri çıkarır ve ona çeşitli emirler verir ve er de komutanın her istediğini istisnasız olarak istekle yapar. Komutan da hayalet gibi gezinen manasız bir yüze sahip olan ben’e: “İşte bunun gibi yapacaksın lan!”, “yapamıyorsan da rol yap, yüzüne sen maskesini tak!” der gibidir şiirde. Başkasının yüzündeki manayı kendi yüzüne yerleştirirse ben, sonra da aynaya bakarsa(ikincil anlam) göreceği kimdir? Ben değil, sendir; çünkü kendisine ait olanı kaybetmiş, varlığını yitirmiştir. Komutanın emirleri, şiirin bu bölümünün ilk iki dizesinde izlenir. İlk iki dizede konuşan öteki iken, sonraki iki dizede konuşan ben’dir. Sonraki iki dizede öz-ben tarafından emirlere itiraz gelmektedir: “Tabii dünyada bana tayin ettiğiniz yeri bulamadım ya, dünyada sana itaat etmedim ya, onun için böyle hiddetle emir veriyorsun.” der gibidir. Son iki dizede; şair benin kendisine tayin edilen yeri bulamadığı anlaşılmaktadır. Peki ben aramış mıdır ki? Evet, aramakla bulunmaz; ama bulanlar ancak arayanlardır. Ben, aramadığı için bulmayı dolaylı olarak istememektedir aslında. Buradan da anlaşılacağı üzere ben, durağan olmakla beraber öz-ben’e yakındır. Ayrıca dünya kelimesi bu bölümde üç defa tekrarlanmıştır. Bu yinelemeler, dünyaya karşı bir hiddet duyulduğu duygusunu uyandırır bizde. Dünyaya hem fonetik olarak hem de diğer kelimelerden de yararlanılarak şair tarafından olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Yine, aynaya bakmak ile dünya arasında da çok sıkı bir bağ kurulmuştur: İkisi de öteki tarafından ideal kabul edilmektedir anlamsal düzeyde.

çizgi filmden olma
bulunduğum yerden algıladığım dünya
tel örgüyü geçiyormuşum her gece alacakaranlıkta
nöbetçi askerin verdiği tekmile göre
! yoktu benim içimde

Dünya, bireysel yaşamlarını bizzat bireyin kendisinin kurduğu bir yer değildir. Şairin “bulunduğu yerden algıladığı dünya”, “çizgi filmden olma”dır. Çizgi filmin bireyleri, kendilerini kurgulamaz, başkaları tarafından kurgulanır. Çizgi film karakterleri, sadece kendisi için belirlenmiş sözcüklerle ve senaristin gerekli gördüğü zamanlarda konuşabilir. İradesizlikle ıralı bu karakterler, bir amaç olarak da görülmez çoğu zaman, sadece çocukların zevk alması için araçtırlar ve yeni nesil için bazı model, istendik davranışlar içerirler. Şair tarafından dünya, çizgi filme benzetilir. Tıpkı oradaki karakterler gibi dünyadaki bireyler de bir ben’i olduğunun farkında değildir ve ben, başkası tarafından kurulmuş/kurgulanmıştır. Nasıl ki çizgi film günlük hayatta mevcut olmayan, kurulmuş bir dünya ise, gerçek dünyada o tür varlıklar yoksa ve sadece çizgi film olduğu için önemliyse ya da önemsizse; öz-ben için dış dünya da aynı nedenler ve niteliklerle önemli ya da daha doğru bir ifadeyle önemsizdir. Şair, şiirinin bu bölümünde dünyanın yapay, dünyadakilerin yapay ve yapar olduğunu bize hissettirir. Dünyadakiler, tıpkı çizgifilmlerdeki kahraman ve tipler gibi, sadece “yapar”lar. Kayıran, dünyayı çizgifilme benzeterek insanı yapay yapan ve kendini yapar eyleyen insana eleştiri getirir. Bu eleştiri, insanların bir robot gibi hissiz bir varlık olarak algılanmasına karşı bir eleştiri olmakla beraber bilimselliği de karşısına alan bir eleştiridir. Bilindiği gibi Kayıran, psikoloji ve felsefe gibi bilgi ve düşünü alanlarını “bilim” olarak kabul etmez[26] ve bunları bilim addeden kişileri de eleştirir.[27] Çünkü ona göre insan sadece aklıyla, bedeni istekleriyle harekete geçen bir mekanik oluşum değil, akıl ile hissin ayrılmaz bütün olduğu bir varlıktır.

“Yapar”lık, hissiz kişilerin özelliğidir Kayıran şiirinde. Günümüz insanı yapar kişiler olarak algılandığı ve günümüz insanı kendini yapar eylediği için bilimsel, mekanik, histen arındırılmış, dıştan kontrol edilebilen bir hale düşmüştür. İşte Kayıran’ın şiirindeki “insan eleştirisi” tam da burada gizlidir.

Kayıran, bu şiirinde dünyadaki mekanikliği ortaya koymak için askerî ortamı da işler. Yani Kayıran, dünyayı çizgifilme benzetirken aynı zamanda askerî ortamla da bir bağ kurarak onu “nizamlı” sıfatıyla niteler. Dikkat edilecek olursa askerdeki kişiler sabah erkenden kalkar ve akşama kadar oradan oraya koşturur, yetişecek bir yeri varmış gibi. Bir bölük asker beş dakikada banyo yapmak mecburiyetinde kalabilmektedir mesela askeri alanda ve dahası tüm bu koşuşturmacanın ürünü olarak hiçbir şey ortaya konmaz gibidir. Yani hem iş içinde boğulursun hem de hiçbir iş yapmamış olursun. Sadece yap denir ve yapılır. Kayıran’ın şiirindeki bu yapar insan eleştirisini nereden çıkarıyoruz? Daha doğrusu Kayıran’ın mekanikliği eleştirdiğini neye dayanarak ileri sürüyoruz? Öncelikle bu görüş, Kayıran’ın mekanikliği eleştirdiği görüşü, Kayıran şiirine içkin olarak net bir şekilde hissedilir. Bu hissedişin kaynağı ise şiirdeki ben’in yaparlığa karşı tavır almasıdır. Örneğin şiirde geçen: “1!, 2!, 3!, 4!, 5.. 6!, 7!, 8!, 9!, 10!, 11!” dizesi bunun apaçık bir göstergesidir. Yapılan sayışlarda öteki, mekanik sesler çıkarır ve sadece yapar; ama şiirdeki asıl ben mekanikliğin gidişatına dur dercesine ses çıkarır. Bu, bir düzeni bozma eğilimine işaret eder. Herkes tek noktayı işaret eder ve yalnızca oraya bakarken şiirdeki ben, farklı bir yeri işaret eder ve farklı bir yere bakarak mekanik sistemin sorunsuz işleyişine baş kaldırır. Herkes “yapar”ken ben, yapmama isteğini sesiyle dışa vurur. Kısacası Kayıran şiirindeki ben; çizgifilmleşmek, makineleşmek, iradesizleşmek, askerileşmek karşıtıdır ve bu karşıtlık sonucunda da Kayıran şiirinden insanın etik değerleri eleştirisi açığa çıkmaktadır.

türkü söylüyormuşum beni yalnız buldukları yerde

Öz-ben için kendi dünyası önemlidir, yani ruhluk mekânı. Dış dünya, onun için sadece kurulmuş, gerçekliği olmayan bir alandır. Bu sebeple yalnız, tenha gezen ben, dış dünyada değil de başka yerdeymiş gibi davranışlarda bulunur bazen; ama bunun farkında değildir. Olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra olay, bir başkasından öğrenilir: “tel örgüyü geçiyormuşum her gece alacakaranlıkta” Ben, farkında olmadan/gayriihtiyarî, yasak bölgeye girmiş, nizamlı dünyanın kurallarına uymamıştır. Ben’in kurallara uymamasını nöbetçi asker, ben’de “!”in olmamasına bağlar. Ardından da daha önemli bir bilgi edinir ben başkasından: “türkü söylüyormuşum beni yalnız buldukları yerde” Sadece ruhun hareket ettiği ruhlukta akılcılık, çıkar, kendini beğendirme kaygısı güdülmez. Yalnızca ruh ile söyleşilir. Söyleşi sırasında türkü de söyleniyorsa gayriihtiyari, demek ki türkü de ruhluk mekanının ürünüdür ve öz-ben’den fışkırmadır. Şair, şiiri bu çok vurucu dizeyle bitirir. Vurucu, tıpkı bir kurşun gibi gönle işleyen bir dizedir bu, gönle saplanan bir ok gibi.. Şiirdeki tüm bölümlerin birkaç bölümden oluştuğu şiirin son bölümü tek dizedir. Bu, rastlantı değildir. Bilinçli olarak yapılmıştır. Yalnız, tenha bırakılarak dize; şekilsel olarak oka benzetilir.
Kayıran’ın bu son kurşun gibi dizesini okuyup da Necatigil’in Kurşun şiirinin sonunu hatılamamak, hatırlatmamak mümkün mü!:

(…/)
Yahut askerleri düşün
Tam çıkmışlar siperden
Bakıyorsun
Pusudaki tepelerden bir kurşun.

Doğrudan ruhtan gelen Kayıran’ın son dizesi, varlığın sesidir. Varlık’tan gelen ses ise, hakikatin sesidir.

Ne demişti Hilmi Ziya Ülken?

“Hakikat, gerçek ve düşünce, varlık probleminden çıkar.”

DİPNOTLAR

[1] Gülten Akın, Leke, Kitap-lık dergisi, sayı: 74, Temmuz-Ağustos 2004, s: 17.
[2] Oruç Aruoba, ile, Metis yay. 5. Baskı, İstanbul 2006, s: 31.
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde ferdin ortaya çıkışını ve özellikle de kadere isyan şiirlerini, hikmet şiirlerinden felsefi endişeye doğru bir gidiş olarak niteler. Örnek olarak da Akif Paşa’nın iki şiirini, Ziya Paşa’nın da Terci-i Bend’ini verir (bk. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul 2006, s.249-250). Bizim sorun yaşama diye nitelediğimiz felsefi sancı ve endişenin; kadere boyun eğmeme veya isyan etme ile herhangi bir alakası yoktur. Bu sebeple de Tanpınar’ın ilk işaretlerini verdiği felsefi endişe’nin başlangıcı olarak bu şairleri göstermemiz doğru olmaz; ama Sezai Karakoç’un bir problem yaşama durumunun hissedildiği dizelerini bu ilklik içerisine dâhil edebiliriz.
[4] Yücel Kayıran şiirinde öteki, ben tarafından dışlanır, onların varlıkları önemsenmez, onlardan kaçılır. Böyle bir durumda Kayıran şiiri için varlık kelimesini ayrı bir yere koymak gerekir. Ya, ne durumda öteki, varlık olarak ben tarafından anlamlı hale gelir: Her tek kişiye ait olanın ona verildiği (perş), yani kişinin kendi özüne ait olanı muhafaza ettiği durumda. Kayıran şiirinden bu çıkarımı yapmak hiç de zor değildir.
[5] Ben için anlamlı olan iki mekân vardır Kayıran şiirinde: Dünya ve ruhluk. Dünya ve dünyadaki bilince sahip var olanlar ben tarafından “ben’in kendi dünyasına ait değil” özellikte işlenir. İçe hitap eden ruhluk “var”, dışa hitap eden dünya önemsizlenerek “yok” olur. Bu durumda dışa hitap eden dünyadaki insanlar da “yok” olarak nitelenecektir. Yani bir varlık değildirler, zira varlık olma, ruhluk ile iletişime geçebilmek şartını taşır. Ruhluk’a da ancak bir öz’e sahip olanlar gidebileceğinden Kayıran şiirindeki ben için varlık olmanın şartı, bir öze sahip olmaktır, diyebiliriz.
[6] Yücel Kayıran Metafizik Korkusu adlı makalesinde Kuçuradi’den alıntı yaparak açıkladığı ousia (öz) kelimesine varlık kelimesiyle aynı anlamını vererek öz ile varlık’ı bir tutmuştu: “… varlığın ne olduğu sorunu, aslında “ousia”nın ne olduğu sorunudur.” Kayıran her ne kadar bu söylemiyle iki kavramı eşlese de, biz onun şiirlerinden açıkça anlıyoruz ki, varlık ile öz birbirine çok yakın olmakla beraber varlık olmanın yolu öz’e sahip olmak, özünü muhafaza ediyor olmaktan geçer. Zira ileride yapacağımız şiir açımlamasında da bu durum net bir şekilde sezilecektir.
[7] Jean Paul Sartré, Varoluşçuluk, Say yayınları, 19. Baskı, İstanbul 2005.
[8] Aristoteles, Sokrates ve onun öğrencisi Platon’a göre daha “akılcı” bir özelliğe sahipken Sokrates ve Platon daha metafizik bir özelliğe sahiptir. En basitinden Sokrates, bilginin kişide doğuştan var olduğunu ileri sürer, yani ona göre kişi doğuştan donanımlıdır. Bu yönüyle Sokrates’te insan doğduğu zaman “saf bir varlık” hüviyetindedir. Yani tüm özü kendisindedir; ama henüz açığa çıkmamıştır. Zamanla kişideki potansiyel bilgi açığa çıkarak kişiyi varlık durumuna getirir, yani varlık bir süreç halindedir. Varlık’ın bir süreç olmasını da biz “varoluş” kelimesiyle karşılıyoruz. Yücel Kayıran ise öz’ü öncelemesi yönüyle Sokratik düşünceyi bize anımsatır; ama onun şiirlerinde varlık, zamanla ortaya çıkmaz, zaman geçtikçe eksilerek yok olur. Bu yönüyle de Kayıran şiirindeki varlık, Sokrates’in varlık anlayışından ayrılır.
[9] Yücel Kayıran, Çalgın, Metis yay. İstanbul 2006, s. 10
[10] Martin Heidegger, Metafizik Nedir?, Kaknüs yayınları, 2. Basım, İstanbul 2003, s. 41
[11] Kayıran şiirinde ben diye ifade ettiğimiz benlik, öz-ben’in zaman içindeki aşınmış durumudur. Ben, öz-ben yanında öteki’nden de izler taşır; ama bu durumdan rahatsızlık duyar. Öteki ile yaşamak zorunda olduğundan ben, bazen öz-ben’in isteklerine gem vurmak zorunda kalarak varlığından uzaklaşır; ama ben, varlıktan uzaklaşmak istememektedir ve bu sebeple de öteki ile her çatışmasında kendi içindeki öteki ile de çatışır, bir çıkışsızlık durumu, trajik durum yaşar. Özgürce seçim yapamayan ben, bu yönüyle araftadır ve gerilimin de eşiğindedir. Ben, seçim yapmada zorlandığı için de hem divane hem de çalgın bir özelliğe sahiptir. Her ne kadar öteki’nden izler taşısa da öz-ben’e daha yakın bir özelliktedir ben. İleride açımlamayacağımız şiirden de ben’in mahiyeti daha net şekilde anlaşılabilecektir.
[12] Yücel Kayıran, Felsefi Şiir Nedir Ne Değildir, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 276, Aralık 2005.
[13] Nasrullah Pürcevâdî, Can Esintisi / İslam’da Şiir Metafiziği, İnsan yayınları, İstanbul 1998, s: 81-130.
[14] Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1968, s.114
[15] Yaşar Güneş, Yücel Kayıran’ın Şiirinde Flaneur ve Çalgın, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 287, Şubat 2007.
[16] 90 Sonrası Şiirde Genel Eğilimler ve Üç Farklı Şiir Çizgisi adlı yazısında Yücel Kayıran’ın bellek’e iç dünyada sıkıştığı zaman başvurduğunu söyleyen Ali Emre, yanlış bir bilgi sunar bize. Kayıran’da bellek ile iç’i ayrı şeyler olarak görmek doğru değildir. Ayrıca bellek’e çekilen ben, dış dünyada sıkıştığında bile bellek’e başvurmaz. Ben, sadece dış dünyada sıkıştığı zamanlarda “öz-ben tarafından” bellek’e “çekilir”. Gerçi Ali Emre daha yoğun bir hata yaparak şairin içsel dizeleri yazarken bazen tıkandığı için bellek’e başvurduğunu kastediyor; ama bu da bir hatadır çünkü Kayıran’a göre şiir, “kurulan” bir sanat dalı değil, kendini açığa çıkaran bir histir ve biz bunu Kayıran’ın şiirlerinde de görürüz.
[17] Walter Kaufmann, Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk, YKY, İstanbul 2005, s: 43.
[18] Aporia, Nicolai Hartmann’ın deyişiyle, gidilecek yolun olmayışı, anlamındadır. Yani bir sorunda çözüme ulaşmanın olanaksızlığıdır. Daha fazla bilgi için bkz: Sarp Erk Ulaş, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara 2002, s. 81.
[19] Ruken Alp Selvi, Yücel Kayıran’la “Beni Hiç Göremezsin” Kitabı Üzerine, FelsefeYazın dergisi, Sayı: 2, Haziran-Temmuz 2004.
[20] Doğaya çekilme, otlarla arkadaşlık etme gibi duygular türkülerimizde de izlenebilir. İnsanın en saf duygularından çıkan türkülerimizden birisi de Akseki yöresine aittir: “Ben de binsem kara kara atlara / derdimi söylesem yeşil otlara” Kayıran’ın şiirlerinde halk geleneğimizin izleridir bunlar. Kayıran’ın bu tür etkilenimleri onun şiirlerine kimi zaman ozansı havalar da getirir.
[21] Burada olmak üzerine felsefi açılımlı bir okuma için Oruç Aruoba’nın Metis yayınları arasından çıkan “Benlik” adlı kitabına başvurulabilir.
[22] Mahmut Temizyürek, Kayıran şiiri hakkında: “Taşkın bir azap içinde kendini ötekileştirmek” yorumunu yapar. Oysa Kayıran şiirinde kendini ötekileştirmek diye bir durum kesinlikle yoktur, hatta bu durum Kayıran’ın şiir felsefesiyle taban tabana zıttır, çünkü Kayıran şiirindeki ben’in tüm yakınması, dibindeki ötekindendir, katışık olmak, kendi olamamak, çalınmaktır. Oysa Temizyürek’in yorumu çalınmak manasında değil, şairin kendi ben’ini bilerek ‘satma’sı
manasındadır.
[23] Yücel Kayıran, ‘Felsefi Şiir’ için Eşik-Söz, İtaki dergisi, Sayı: 2, Şubat-Nisan 2007, s: 6.
[24] Kayıran şiirinin her bölümünde bu tür sanatsal ifadelere rastlanabilir. Bu ifadeler de Klasik edebiyatımızdaki sanatlara benzer kuruluş yönüyle. Her ne kadar Kayıran şiiri üzerine bir yazı kaleme alan Ali Akyurt Kayıran şiirinde sanatlı ifadeler olmadığını ifade etse ve bu durumu Kayıran’ın altyapı eksikliğine bağlasa da bu görüş, Kayıran şiiri için dile getirilebilecek belki de en yanlış görüşlerden biridir. Yücel Kayıran’ın altyapı eksikliğinden bahseden Ali Akyurt: “Zira bilindiği gibi, bakmak fiilinde merkez bakanda değil bakılandadır. Bütün –e hal eki gerektiren fiiller ya da başka türlü söylersek belirtisiz/belirtili nesne değil de dolaylı tümleç alan fiiller gibi bakmak da dengeyi ben’den sen’e doğru kaydırır.”(Ali Akyurt, Yücel Kayıran Şiiri Üzerine, FayrAp dergisi, Sayı: 7, Haziran-Ağustos 2007, s: 36-37) diyerek Yücel Kayıran’ın ötekinin bakışı/nazarı altında kalan ben olan çalgın kelimesinin açıklamasından yola çıkıp Kayıran’da sen’in olduğunu belirtir. Oysa dikkat edilirse buradaki kelime bakmak değil, bakışa maruz kalmak olduğu için “bakılmak” manasındadır ve bakılan kişi de ben’dir, sen değil. Ayrıca “bakışı” kelimesi için Akyurt, “bak- “ fiil kökünün isim-fiil eki alarak “bakış” olduğunu göz önüne almadan “dolaylı tümleç gerektiren fiil” der; oysa isim-fiil eki alan bir fiil, artık fiil değil, isimdir. Henüz Türk dilinin en basit gramer kurallarından birinde hata yapan bir kişinin Kayıran şiiri için “altyapısı eksik” demesi ne kadar etiktir, tartışılır. Ayrıca Kayıran’ı sanatsızlıktan dolayı eleştiren Akyurt büyük bir çelişki içine düşerek yazısının sonunda, Kayıran şiirinin en güzel dizelerinin sade dizeler olduğunu ve Kayıran’ın şayet bu yoldan giderse başarılı olabileceğini de söyleyebilme cesaretini  de göstermişti.
[25] Sören Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Doğubatı yay., Ankara 2004, s. 21
[26] “Felsefe bilim değildir veya ben felsefenin bir bilim olduğunu düşünenlerden değilim.” (Murat Kuruş, Yücel Kayıran’la Felsefi Şiir Poetikası Üzerine, İtaki dergisi, Sayı: 1, Eylül-Ekim 2006, s. 54)
[27] Yücel Kayıran felsefe ve psikolojinin bilim olduğunu ileri sürenlere karşı eleştiri getirmekle beraber, onun Felsefi Şiir poetikası bu alanların bilim olduğu görüşü merkeze alınarak eleştirilmektedir. Örneğin Edebiyat Eleştiri dergisinin 86-87. sayısında çıkan A. Ufuk Elmas ve Metin Cengiz’e ait eleştiri yazıları bu türdendir. Felsefi Şiir’i birçok yönden eleştirdiğini sanan bu yazıların tüm kökeni dönüp dolaşıp felsefe ve psikolojinin bilim olduğu görüşüne dayanır. Hal böyleyken tartışılması gereken veya eleştirilmesi gerekenin bir poetika değil, bu bilgi ve düşünü alanlarının bilim olup olmadığına dair görüşler olmalıdır.

KAYNAKÇA

ARUOBA Oruç, Benlik, Metis yayınları, İstanbul 2005.
ARUOBA Oruç, İle, Metis yayınları, İstanbul 2005.
AKYURT Ali, Yücel Kayıran Şiiri Üzerine, Fayrap dergisi, Sayı: 7, Haziran-Ağustos 2007.
CENGİZ Metin, Felsefi Şiir Tezleri Üzerine Düşünceler, Edebiyat Eleştiri dergisi, Sayı: 86-87, 2006.
ÇAKMAKÇI Osman, Yücel Kayıran’la Söyleşi, Varlık dergisi kitap eki, Sayı: 145, Haziran 2004.
ÇİÇEK İlhami, GöğEkin, Ankara 1991.
ELMAS A. Ufuk, Felsefe ve Şiir Ne Değildir, Edebiyat Eleştiri dergisi, Sayı: 86-87,  2006.
ENGELS Friedrich, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol yayınları, 9. Baskı, Ankara 2004.
EROĞLU Ebubekir, Berzah, YKY, İstanbul 2001.
GÜNEŞ Yaşar, Şiire Bir Töz Olarak Yüklenen Felsefe ile Felsefi Şiir, İtaki dergisi, Sayı: 1, Eylül-Ekim 2006.
GÜNEŞ Yaşar, Yücel Kayıran’ın Şiirinde Flaneur ve Çalgın, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 287, Şubat 2007.
HEIDEGGER Martin, Metafizik Nedir, Kaknüs yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2003.
İNAM Ahmet, Denemenin Ardında Edebiyat Yazıları, Hece yayınları, Ankara 2003.
KAHYAOĞLU Orhan, Yücel Kayıran’la “Beni Hiç Göremezsin” Üzerine, Cumhuriyet Kitap eki, Sayı: 744.
KARAKOÇ Sezai, Gün Doğmadan, Diriliş yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2004.
KAYIRAN Yücel, “2003’e Doğru Paul Ricoeur Konferansı: Ahlaksal Özerklik ve Varoluşsal Kırılganlık, E dergisi, Sayı: 27, Haziran 2001.
KAYIRAN Yücel, Beni Hiç Göremezsin, Ekin yayınları, 2004.
KAYIRAN Yücel, Çalgın, Metis yayıncılık, İstanbul 2006.
KAYIRAN Yücel, Dünya Sorunları Karşısında Felsefe, Varlık dergisi, Sayı: 1151, Ağustos 2003.
KAYIRAN Yücel, Evet Etik, Yasakmeyve dergisi, Sayı: 18, Ocak-Şubat 2006.
KAYIRAN Yücel, Felsefi Şiir Açısından Türk Şiir Poetikasının Temel Sorunsalı, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 288, Mart 2007.
KAYIRAN Yücel, Felsefi Şiirde Bilgi ve Düşünme, Kitap-lık dergisi, Sayı: 101, Ocak 2007.
KAYIRAN Yücel, “Felsefi Şiir”e Prolegomena ya da İdeoloji ve Dünyagörüşü Şiirine Karşı Felsefi Şiir, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 246, Şubat-Mart 2003.
KAYIRAN Yücel, Felsefi Şiirin Tarihsel Düzlemi, Varlık dergisi, Sayı: 1192, Ocak 2007.
KAYIRAN Yücel, ‘Felsefi Şiir’ için Eşik-Söz, İtaki dergisi, Sayı: 2, Şubat-Nisan 2007.
KAYIRAN Yücel, Felsefi Şiir Nedir Ne Değildir, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 276, Aralık 2005.
KAYIRAN Yücel, Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu, Ekin yayınları, 1997.
KAYIRAN Yücel, Metafizik Korkusu, MorTaka dergisi, Sayı: 1, Kış-Bahar 2005.
KAYIRAN Yücel, Türk Şiirinde Varoluşçuluğun Veraseti, Kitap-lık dergisi, Sayı: 86, Eylül 2005.
KAUFMANN Walter, Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk, Yapı Kredi Yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul 2005.
KILIÇ Mahmut Erol, Sufi ve Şiir, İnsan yayınları, İstanbul 2004.
KIERKEGAARD Sören, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Doğubatı yayınları, Ankara 2004.
KUÇURADİ İonna, Etik, Ankara 1988.
KURNAZ Cemal, Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler, Akçağ yayınları, Ankara 1990.
KURT Ayhan, Canavarlığa Yazgılı Şehzade, Oğlak Yayınları…………..
KURUŞ Murat, Yücel Kayıran’la Felsefi Şiir Poetikası Üzerine, İtaki dergisi, Sayı: 1, Eylül-Ekim 2006.
MARMARA Nilgün, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Telos yayınları, İstanbul 2002.
NECATİGİL Behçet, Sevgilerde, Can yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1997.
OKTAY Ahmet, Toplu Şiirler, YKY, 3. Baskı, İstanbul 2004.
ÖZKAN Fadime, Felsefi Şiir Mümkün, Yeni Şafak gazetesi, 30 Mart 2005.
PÜRCEVÂDÎ Nasrullah, Can Esintisi / İslam’da Şiir Metafiziği, İnsan yayınları, İstanbul 1998.
SARTRE Jean Paul, Varoluşçuluk, Say yayınları, 19. Baskı, İstanbul 2005.
SELVİ Ruken Alp, Yücel Kayıran’la “Beni Hiç Göremezsin” Kitabı Üzerine, FelsefeYazın dergisi, Sayı: 2, Haziran-Temmuz 2004.
SEZER Çiğdem, Özgür Okur için Şiir Okuma Deneyimi, Varlık dergisi, Sayı: 1197, Haziran 2007.
TANPINAR Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul 2006.
TAŞDELEN Vefa, Kierkegaard’ta Benlik ve Varoluş, Hece yayınları, Ankara 2004.
TEMİZYÜREK Mahmut, Taşkın Bir Azap İçinde Kendini Ötekileştirmek, Cumhuriyet Kitap eki, Sayı: 744.
TÜLEYLİOĞLU Orhan, Bu Yılın Altın Portakal Ödülü Yücel Kayıran’ın, Cumhuriyet Kitap eki, Sayı: 790.
TÜZÜN Ahmet, Yücel Kayıran’ın Şiiri ve “Beni Hiç Göremezsin”, 2005 Altın Portakal Şiir
Ödülü Sempozyumu, Şiirden yayınları, 2007.
ULAŞ Sarp Erk, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara 2002.
ÜLKEN Hilmi Ziya, Varlık ve Oluş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1968.

MURAT KURUŞ tarafından “Makale Yarışması” için yazılmıştır.