Malum, Burak taşıyıcıdır, götürücüdür. Başlığımıza baktığımızda en hızlı götürücünün aşk olduğunu görüyoruz. Aşk için söylenen sözler, neredeyse nihayetsiz gibidir. Her şeyin bir ve sıfırla ( ikili sayı sistemi ), var ve yokla ( morstaki marks ve space izleri gibi) ifade edilebildiği dünyalar vardır. Elektron ve proton, daha derinlerden gelen soyut mu yoksa somut mu? Belirlenemeyen olgulardan vücut bularak var olmuştur.

Sponsor Bağlantılar

Elektron ve proton, bunların birer tanesinin bile bir araya gelmesinden oluşan atom, elektron ve proton miktarı arttıkça yapıları değişen ve oluşan farklı atomların meydana getirdiği elementler. Hatta farklı elementlerden oluşan moleküller vücut bulmuştur, tekrar birleşmek, bir olmak ve daha büyük yapılar inşa etmek için. Sırasıyla enzimler, proteinler, hücreler, organizmalar ve nihayet kâinatın özü olan insan vücut bulur. Kâinat da aynı birden mayalanmıştır. Birden gelmiş çeşitlenmiş ve tekrar bire ulaşmıştır, aslında bir bakıma.

Siyah ve beyazın karışımından, sadece iki renkten oluşan rengârenk bir dünyamız var. Birin var ettiği ikiler sayılamayacak kadar çoktur. Gece ve gündüz, erkek ve kadın gibi…

Havf ve reca yani korku ve ümit, biraz düşünüldüğünde bütün duygular bunların karışımından türemiş gibi durmaktadırlar. Korku temelli itmek, uzaklaştırmak, kaçmak ve artırın artırabildiğiniz kadar. Ümit, umut temelli istemek, arzu etmek, kovalamak, elde etmek çoğalıp gitmekte duygular. Ve bunların her gönülde anlamlı, anlamsız karışımları ile artan his ve duygular vardır. Bu ikilinin de temeli elbette var eden birden gelmektedir. Aşk sıfatının yansıması olduğu ne kadar açıktır. Korku mesela, sevdiğimin arzularını verememekten kaynaklanmaz mı? Âşık olduğum bedenimin aç kalması veya yok edilmesi, sevgilimin, yani benim zararıma çalışan sistemlere karşı doğan bir duygu değil midir?

Bütün kâinatı yaratan Allah, kullarını dillerde kifayetsiz kalacak bir tarzla sevmektedir. Nihayetsiz sevgi ve aşkın kaynağıdır, sahibidir. Tabi ki insana kendi Ruh’undan üflediği ruh da aşk sıfatına sahiptir. Âşık olmak özünde vardır. Ama Allah’ın, insana üflediği, kendi Ruh’undan bir Ruh’un, üzerine nefs giydirilmiştir. Kalın bir elbise gibidir. Kul ile arasındaki yetmiş bin perdedir. Derinlerde kalan Ruh’un ilk ve tek gördüğü ise nefstir ve sıfatı olan aşkından onu da sever. Şimdi artık, nefsin perdelerini inceltecek ve hakiki sevgilinin kokusunu aldırarak onu istetecek arayışlar içine girmek lazımdır.

Rivayette, yağan nisan yağmuru, hangi tiğniyeti beslerse, verimi de onun gibi olurmuş. Bir damlası eğer yılanın ağzına gidecek olursa zehir olurmuş. Saf bir kuzuda aynı feyiz ile sulandığında süt oluşurmuş, şifa için. Ya da denize düşerde, tuzlu suya karışmadan dipteki istiridyenin açık kapağından dalarsa aşka, inci olurmuş. Duygularda kullanım alanlarına göre artan bir renklilikle çoğalıp gitmektedirler.

Protonu elektrona, erkeği kadına, kulu Allah’a çeken aşk, sevgiliyi kırmama kaygısından, korkusundan başlayıp, yârin güzel yüzünü görebilmeyi ümit etmeye kadar varan bir geniş yelpazenin içinden seçilerek önümüze havf ve reca ya da korku ve ümit olarak seriliyor.

Âşık olduğumuz kendi varlığımız için, Allah’ın Cehenneminden korkup, Cennetini ümit edebiliriz. Aynı sebeple imansızlıktan korkup, imanı ümit edebiliriz. Ama hakikatler ve gerçek iman, Allah’ı ve resulünü canından çok sevmek değil midir? Yani artık kendimi değil, onu kırmak, küstürmek, incitmek korkusu ve ona ulaşma ümidiyle yaşamak. Sevdiği dilberden başka hiçbir şeyi istemeyen delikanlı gibi olabilmektir. Sevdiği Leyla’sını küstürmekten korkmak ve onun semtinde, penceresinin altında dolaşmak aşktan değil midir? Artık kendinden başkasına âşık olabilme başarısıdır, adeta.

Cenabı Allah, gitmemizi istediği yerler için bize aşk oltasını hep atmıştır. Evliliğin yükünden korkan, sevgilisine yani kendi bedenine yük olmasından korkan delikanlı, aşkın daha görkemlisini karşıda görünce ipleri koyuverir. Artık evliliğin hiçbir meşakkatini görememektedir. Görse de önemsememektedir. Aşka düşen gelin ise eski ailesine olan bağlılığından ağlarken, yâre gitmekten kendini alıkoyamamaktadır.

Aslında hala aşkın aslından da bihaberdir. Bir de aslını bilse! Aşkın aslını ise ne kadar ilginçtir ki kısmetse yine kendi aslında bulacaktır. Meğer âşık olduğum Aslı, benim aslımmış. Benim aslım ise şimdi arzularımdan oluşan bir kafeste çırpınan, kuştur. Altın kafese konulan bu bülbül ille de vatanım diyerek, sılasını geldiği yeri arzulayıp durmaktadır ama bu ten kuşunun, nefsi istekleri üzerine çöreklenmiştir.

Bu ten kuşu heva ile hefeste, murgu canım feryat eder kafeste

                                                                                    Salih baba

Allahtan gelen, kendi Ruh’undan üflediği ruh, ona dönmek arzusundadır. Nefs külü ile küllenen bu kor ateşin, küllenmeye yüz tutan ateşini, artık bir Leyla’nın ateşi ile yeniden tutuşturmak gerekmektedir.

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası

Beraberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Dâim cezb ederler me’vâya bizi

Canım feda olsun Resûlullâh’a

Bizi kabul etti âlî dergâha

Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh’a

Çıkardı zulmetten bedrâya bizi

                                           Salih baba

Kibrit-i ahmer = Ele geçmez, ulaşılmaz, çok kıymetli.

Dil şehri = Gönül şehri.

Me’vâ = Yurt, mesken, makam.

Bedrâ = Ayın ondördüncü gecesi.

Hakkın güzel ahlakını taşıyan, onun ahlak libasını giymiş olanlarsa kibrit-i ahmer nefesleri ile kulu hakka âşık etmeye kabil kılınmışlardır.

Konumuz aşk, öyleyse bakalım Salih babadan, bir tutam bal neler bahşediyor, beşer akıllarımıza?

Hüsnünü bir kez cemâl-i Yûsuf-ı Ken’âni’den

Gösterip gör neyledi sultân(ı) Zelîhâ’ya aşk

Duhter-i tersâ yüzünden tâ Yemen’de berk urub

Âhiri güttürdü hınzır Mürşid-i San’â’ya aşk


                                                                          Salih baba

Bu dizelerin anlamlarına tekrar dönerek irdeleyeceğiz. Ama önce şunu bahsedelim. Bundan önceki bölümlerde Hakka ulaşmak isteyen bir kulun nefs mücadelelerinde, çok meşakkatler çektiğine kısaca değinmiştik. Üstelik bir daha asla sarsılmaz iman anlamını taşıyan, mutmainneye geçme aşamasında, şeytanın haktan saldırarak, onu aşağıların aşağısına indirdiğinden bahsetmiştik. İnşallah ilerleyen sayfalar da, aşk denilen Burakla, nasıl emin ve hızlı bir yol alındığını anlamak nasip olacak. Allah bizlere de yaşamayı kısmet eder inşallah.

Salih babaya dönersek; İlk beyit de, aşkın güzelliğini, Yusuf aleyhisselamın cemalinden aksettirdiğini beyan etmektedir. Böylece aşkın, Allah’a ait olduğunu ve dilediğinden tecelli ettiğini vurgulamış oluyor. Bize düşende, burada Züleyha’nın nefsi arzuların ötesinde, Hz. Yusuftan tecelli eden hakiki Allah aşkına düştüğünü anlamaktır. Öylesine, sadece nefsanî his ve arzular olsaydı, Yüce Allah, Kuran-ı Kerimde, Zeliha’nın (Züleyha) kendisini kınayan hanımlara karşı savunmasını, adeta destekleyerek anlatır mıydı?

Tabi ki aslında başlangıçta Saneme tapan Zeliha putperestti. Burada nefsin ve Ruh’un tahammül edemeyeceği bir aşk söz konusu olduğundan, aşkını gördüğü adamdan sanarak karıştırması normaldir. Malum kınayan hanımlar “Hâşâ, bu Allah için şerefli bir melektir” derken ellerini kesmişlerdir. Tecelli eden aşkın şiddetinden ellerini kestiklerini fark bile edememişlerdir. Bu nasıl bir aşk-ı ilahidir ki kalplerde sevgiliden başka hiçbir şey kalmamıştır. Adeta dünya ile ilişikleri kesilmiştir. Şerefli melek olarak anılması, herhalde onun dış güzelliği dışında, ondan yansıyan meleki güzelliğin, aşk tecellisinin, nasip olanlarca müşahede edilmesidir.

Ayeti kerimede, hanımların “Allah için” deyimini kullanıyor olmaları, onların Allah’a inanlar olduklarını da işaret veriyor. Yusuf aleyhisselamın meleki güzelliğini müşahede ettiklerine göre, aşk burağı onları da Allah’a taşımış olmalı. Öyle ya Cenabı Allah “Gönlünüzde neyi beslerseniz, mabudunuz odur” diyor. Gönlünde bıçak yarasının izi dahi kalmayan bu hanımlar, bütün putlarından, dünyalıklarından bir anda kurtulmuş gözüküyorlar. Allah’ı düşünmesi kabil olmayan bizler içinse onun peygamberini düşünmek, Allah’a ulaşmaya vesiledir.

Zeliha ise aşka düştüğü tecelli Tur’u Yusufuna ulaşmak için dualarla “Sanem” ine taparken, gönlündeki tek putu, Allah’ın izni ile kendi kendini kırmıştır. “Sanem, sanem” diye yalvarırken, Allah ile kul arasındaki perdeleri yakan hakiki aşk ateşi, perdelerin ardındaki cevherle karşı karşıya kalan Zelihanın bir anda “Samet” diye seslenmesine sebep olmuştur. Bu seslenişe Yüce Sametin cevabı ise “Lebbeyk ya! Kulum” “Buyur kulum” olmuştur. Aşkın kudreti ise bize, hâşâ Zeliha’nın günahı şeklinde değil, hakiki aşktan yanarak, kendi deni duygularımızın yok olmasının ve derinlerden onun güzel tecellisinin, zuhur edişinin bir delili olarak, dillerden dillere dolaşarak gelmektedir.

Neden koskoca, güzeller güzeli bir peygamberden zuhur eden, Allah’ın güzelliklerine âşık olan bir kul Allah’a ulaşmasın? O aşk ateşi ile nefsinin fazlalıkları yanıp, eriyip yok olmasın? “Mecaz hakikate köprüdür” sözünü, Leyla’yı ararken, Allah’a ulaşarak doğrulayan Mecnunun, Leyla’ya olan aşkı bile hakikate köprü olmuştur. Bir türlü elde edemediği Leyla’sına yanarken, içindeki ateş kalbindeki bütün arzuları yakıp yok etmiştir. Daha sonra “Ben Leylayım, bak sana geldim” diyen Leyla’ya “Sen Leyla’ysan kalbimdeki Leyla kimdir?” diye soran Mecnunun haline bakınca,  “Siz kalbinizdeki putu bire indirin o kendi kendini kırar” sözünü hatırlıyoruz, Zeliha’nın saneminden sonra.

Günde binlerce Mecnun, Leyla’sıyla gelir ve geçer. Bunlardan hakikate ulaşabilen neredeyse yok nispetindedir. Çünkü bu arada, nefsi duygular sebebi ile gerçekleşen zahiri vuslat, ateşi söndürerek gidişi yarı yolda bırakır. Zaten her iş, kendisi için halk edilmiş vasıtalar ile görülmelidir. Aksi halde lüzumsuz sıkıntılar ve başarısızlıklar gelecektir.

Yüce yaratanımız, dünyaya gelişimizden, ahrete göçümüze kadar her işe bir vasıta var etmiştir. Âdeti gereği bütün işleri bir sebebe ve vasıtaya bağlamıştır. Anne ve babamız vasıtasıyla geliriz, Azrail aleyhisselam vasıtası ile gideriz. Rızıklarımızı, Kasım-ül erzak ismi ile şereflenmiş, Yüce Allah’ımızın görevlendirdiği bir melek dağıtmaktadır. Sur’u bir görevli üfler, yağmuru yağdıranlar, cehennemde azabı edenler hep görevlileridir. Eğer bütün vasıtaları kaldıracak olsaydık, Ondan başka hiçbir şey kalmazdı. Allah’tan gelişimiz vasıta ile olmuştur. Ona kazasız, belasız, sıkıntısız gitmek içinde “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” ( Fatiha-ı şerif), emrinde bahsedilen nimet sahiplerine iletiliriz, inşallah. Allah arama aşkını ve bulmayı nasip etsin, cümlemize.

İnsandaki deni, seviyesiz duyguların tamamı yanıp, yok oluncaya kadar, ele geçmeyen bir sevgili bizi maksada taşıyacaktır. Oda Allah aşkıdır. Allah’ın çok güzel kullarında kendi sıfatlarından eser kalmayıp da, Allah’ın ahlakı ile bezendikleri için, o peygamber veya evliyaya yani kendisine nimet verilenlere bakanlar Allah’ın güzel ahlakına âşık olurlar. Daha sonra da gördüğü beşer perdesini geçerek, ardındaki hakiki ruha ulaşırlar.

Peygamberimiz, bu sebeple “Allah’ı” yerine “Allah’ı ve Resulünü canınızdan çok sevmelisiniz” demektedir. Çünkü Allah’ın güzel ahlakını yansıtan peygamberleri veya Salih kulları görmeyenler, neyi sevecekler? Hayallerini mi? Allah’ın zatını hayal etmek zaten küfürdür. Onun sıfat ve esmalarının tecelligâhı olan yarattıkları düşünülebilir. Yani nakkaş değil nakıştır, göze gelen. Onun yarattıklarının en mükemmeli olan yani ahseni takvim makamına yerleşmiş olan insan, onun nüshasıdır. Ahsen-i takvim, nüshayı Kübradır. Onlara bakanlar ise tam anlamı ile Allah’ın istediği kulu görmüş olurlar. Gerçek bir görme ile görebilenlerin ise Allah’ın sevdiğine âşık olmamaları mümkün değildir.

Kısmeti olanlar, yığınla sahte peygamber ve evliya içinden, hakikatlerini ancak aşk ile oluşan, sebepsiz bir sevgi ile anlayabilmiştir. “Dağlar, bulutlar gibi uçuşurlar aslında” demesine rağmen, ya da şimdi miraçtan geldim, Dünya dışından şimdi geliyorum demesine rağmen, duydukları aşk yüzünden peygamberimizden ayrılamayan sahabe efendilerimiz gibi.

Ey Allah’ın Resulü, Allah’a yakın kullarını nasıl anlarız? Sorusuna cevaben;

 “Onları sebepsiz yere seversiniz”

Buyurmuştur. Ayrıca onlar derin bir yokluk ve mahviyet içindedirler. Kendilerine, Yüce Allah’ın yanında, yüceliği yakıştıramayacakları için ve her an onun yanında olduklarını bildiklerinden, daimi bir tevazu halindedirler. Onlara “Siz Allah’a ne kadar yakınsınız” deseniz, Allah’ın yüceliğini düşünerek bir an “hâşâ, estağfurullah” demekten kendilerini alamazlar. Allah’ın emirlerinden kıl kadar ayrı olmadıkları halde, amel ibadet eksikliği ile hayıflanırlar. Kendilerini acı bir ahlat gibi görmelerine rağmen, yaydıkları sıbgatullah (Allah boyası yani onun güzel ahlakının hissedilen hazzı) ve Allah kokusu, engin hoşgörü eşliğinde, olgun meyveler gibi, tadanın damağında haz ve lezzet bırakır. Biz, Allah’a yakınız, Allah dostuyuz diyen küçük adamların aksine, insanda acı bir his bırakmazlar.

İnsan hidayet vesilesi ile arayışa düşmüş ise “Turnalar hangi göle konacağını bilir” cümlesinde işaret buyrulduğu şekilde, eğer denk getirilirse, yanlarına geldiklerinde, o şefkat ve merhamet denizi gibi olan kâmillerden ayrılmayı düşünemez. Nasıl ayrılsın, vücut kafesindeki can bülbülü, artık gonca verecek gülünü bulmuş ve gül budağını kendisine mesken etmiştir.

Bütün bunlara karşı, muhabbet ve aşk kokmayan kapılar ise ancak sıkıntı ve güçlüğe düşürerek, başkalarının nefsanî arzularının tuzağında oyuncak olmaya ve Allah korusun, hüsrana sebebiyet verir. Bu sebeple kabz ve sıkıntı veren durum ve ortamlardan kaçıp, Allah’ı, Allah’a aşk ve muhabbet hissettiren yerlerde aramak lazımdır.

Salih baba’nın ikinci beyit’ini unutmuş değiliz. İlk beyit’i bizi ne kadar güzel yerlerde dolaştırdı. Allah bizlere hakikatlerden bir nebze anlamayı nasip eder inşallah.

İkinci beyit, bizi Allah’ın boyasıyla boyanmış, onun ahlakı ile bezenmiş, Sana ilinin evliyasının hallerini anlatmaktadır. Mürşidi Sana’da rüyasında gördüğü bir Duhteri terza’ya yani bir Hıristiyan kızına âşık edilmiştir. Daha sonra göreceğimiz gibi basit ve maksatsız bir aşk değildir. Mürşidi Sana, Allah’ın tecellilerine kısmeti dâhilinde nail olan bir büyük evliyadır. Fakat akabinde meydana çıkacak hakikatler adına daha yüksek bir Allah aşkının tecellisini görmüştür. Hz. Yakup’un oğlunda, Yusuf’unda gördüğü gibi…

Yaşananlarda, örneğin; İbrahim Ethem hazretlerinin sarayından, ailesinden ve evlatlarından, Allah için ayrıldığını öğreniriz. Övgüye ve tasdike layık peygamber efendilerimizden, Hz. Yakup da tabi ki evladına olan bağımlılığı için değil, Hz. Yusuf’tan tecelli eden Allah aşkının peşinden gitmiştir.

Evlat sevgisinin Allah’tan olduğunu anlayamamak ve o sevginin insanı esir alarak Allah’tan alı koyması, dünyasını evlat yüzünden düzene sokamaması fitne olarak bize bildirilmiştir. Ya da evlatlarıyla aşırı övünerek onları bir erk kaynağı gibi görmesi de buna dâhil edilmektedir. Cenabı Allah bize bu konuyu “Mallarınız ve evlatlarınız fitnedir” buyurarak bildirmiştir. O sevgiyi verenin kim olduğu anlaşılmazsa, Allah’a ait olana evlada ve sevgisine bize aitmiş gibi bakılırsa fitne olmaz mı? Ya da o sevginin herhangi bir aşırılığa sebep olmasına müsaade etmek.

Sevgi güzeldir ve her güzel şey gibi oda Allah’a aittir. Onun malına ortak olamayız, o sevginin gerçek sahibini anlamalıyız. Evladımıza olan sevgi, ona sahip çıkmamız ve bebekliğinden itibaren bütün sıkıntılarına katlanabilmek için bize emanet edilmiştir. Hani şu aşk oltalarını hatırladınız mı? Bu meşakkatli görev içinde aşk oltası, ne kadar şükretsek azdır ki bize atılmıştır. Her şey gibi evlat bakımını ve yetiştirmeyi de zevkli ve kolay hale getirmesi için. Bu şuura ulaşan insan, o sevgiden hareketle, sevgiyi verenin tavsiyelerini görerek, nefsine ve evladına zarar vermekten uzak kalır. Sevgiye sahiplenmek, mal ve evlatlar ile kibirlenmek, hüsranla sonuçlanır.

Yüceler yücesi bir peygamber olan Hz. Yakup’un, ömür boyu evlat sevgisini, kendisine hâşâ enaniyet ve fitne yaptığını düşünebilir miyiz? Oysa Hz. Yusuf’un dokuz tane daha kardeşi vardır. Yakup aleyhisselam peygamberlere ait perdesiz gözleriyle, Yusuf’unda ki yüksek tecelliyi müşahede etmektedir, o aşkın peşindedir. Hâlbuki öte yandan Hz. Yakup’un manevi tasarruf ve kuvveti, Yusuf aleyhisselamı olgunlaşma süresinde dualarla, takip ve tasarruf altına almaktadır.

Bu olaylar zincirinde, bizi imanın başlangıcından, sonuna kadar taşıyacak hikmetler doludur. Bizlerse, Yaratanın kısmet ettiği ölçüde, hayalimizde canlandıkça, o deryada yıkanırız. İşte pek kıymetli mürşidi Sana’ya dönecek olursak, Salih baba; Onun düşürüldüğü tecelli sonunda, Hıristiyan kızına âşık olarak, Yemeni, evini, barkını terk edip, en sonunda hınzırlara bakıcılık yaptığını haber vermektedir.

Kamiller, nefsi marziye makamına ulaştıklarında, Allah’ın kendilerinden razı olduğu makamlardadırlar. Bütün peygamberler saf ve safiye durumundadırlar. Diğer kullara ise mutmaine, raziye, marziye, safiye makamları kısmetleri ölçüsünde açıktır.

89 Fecr Suresi

27.       (Allah, şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!”

28.       “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”

29.       “(İyi) kullarımın arasına gir.”

30.       “Cennetime gir.” ( Diyanet meali )

27 nci ayeti kerime mutmainne diyerek, itminan olmuş kulların dikkatini çekmekte takip eden ayeti kerimede sırasıyla raziye ve marziye durumlarının nasıl yükselerek Salihlere, ibadi kullara gittiğini göstermektedir. Rastladığım tüm mealler aynı duruma işaret ettiği gibi, ayeti kerimelerin orijinali;

Ya! Eyyyetühennefsül mutmainne, ırcii ila rabbike radiyeten mardiyye fed huli fi ibadi ved huli cenneti.

Raziye = Kulun Allah’tan razı olması

Marziye = Allah’ın kulundan razı olması kelimelerini daha önce duymuş olmamız sayesinde, ayeti kerimelerin yüzeysel manalarını, bir nebze anlayabiliyoruz.

Marziye büyük bir makamdır. Nadirlerin nadirlerine kısmet olarak onları dostun ahlakı ile süslemiştir. Tabi ki bu arada zahirleri fark ettirilse de, ettirilmese de,”onun eli benim elim, onun dili benim dilim” durumundaki Salihler olmuşlardır. Zahirde, nadirin nadiri zamanlarda eksiklik gibi görünen kendilerine özel halleri ise, Âdem babamızın elma yemesi gibi düşünülmelidir. Sonunda bir hayra ulaştırılması için, ayeti kerimede geçtiği gibi ( Taha suresi 115 ) tam orijinali nasılsa, unutmuşlardır. Her hali Allah’ın kontrolünde olanlar aslında unutturulmuşlardır. Tabi bu durum peygamberler ve evliyalar gibi çok sevilen, çok özel kullara ait bir durumdur.

Allah, hayırlara vesile etmek için peygamberler ve onlara yakın dostlarına unutturarak şer gibi gözüken, sonu hayırla biten hallere düşmelerini bize göstermiştir. Fakat bizler, eğer büyük veya küçük bir kusur, işlerde bunu, zelle denilen bu olaylara benzetirsek, Allah korusun şeytanın oyuncağı olmuş oluruz. Bize düşen kusurlarımızdan üzüntü hissederek, aman Yarabbi diye yalvarmaktır. Üstelik koskocaman peygamberler, hâşâ hataları olmamasına rağmen, günahları varmış gibi ağlamışken, bizim yaptığımız kusurları hâşâ Allah’tan bilmek zulümlerin en büyüğü olur.

Yukarıda ki halleri yaşayan veli veya peygamberlerdir. Onlar, Allah’a karşı noksan olduklarını ifade ederek, “kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz”, “Allah için alçalanı biz yükseltiriz” ya da “Tevazu feth eder Fettah babını” cümlelerinin ışığında, yüreklerinde taşıdıkları ahu enin olma, aman halkasına yapışarak, Allah’a sığınma ve yakarma durumunda kendilerine ait bir konsantrasyonla Allah’a yönelerek, yıldırım gibi yükselirler. Yâre daha da yaklaşırlar. Ona yaklaşmanın nihayeti yoktur, değil mi?

Şeyhi Sana da böyledir. Âşk sıfatının yüksek bir tecellisinin sonucu, âşık olduğu kız için, memleketini terk eder. Fakat kızı vermeden önce ona yedi yıl hınzır çobanlığı yaptırırlar. Ama ilahi dürtü ile yedi yılın sonunda uyandırılan Sana aslanı, narkoz etkisinden çıkmış gibi şok ve üzüntü içindedir. Yüreğindeki ahu figanlar dağları eritip, uzağı yakın etmekteyse de, bu dışarı iki damla yaş olarak sızmaktadır. Hiç dokunmadığı sevgilisinin babasından affını ister. “Efendim beni af edin sizi yedi sene kandırmışım. İzin verin gideyim” der.

Yedi yıl hınzırlara çobanlık etmeye kadar hizmet edin, sonrada gidip özür dileyin. Bu ne letafet, zarafet, hassasiyet, incelik, hak ve adalet düşkünlüğüdür.

Evet, aslında yıllar önce, Allah’ın ahlakı ile zaten süslenmiş olan Mürşidi Sananın aradaki yedi yılı da, Allah’a ait olan bu dayanılmaz güzellikleri sergilemekle geçmiştir. Onun cisminden zuhur eden bu Allah’a ait güzelliklere âşık olan yöre halkının tamamı ise artık ondan ayrılmamaya karar vermiştir. Kız ve babası buna dâhildir. Hepsi onun hali ile hâllenmek arzusuyla, Müslüman olarak, aynı terakkilerden geçmeye ve hakiki güzele ulaşmaya karar vermişlerdir.

Salih babanın dizelerini yakından koklamaya başlamadan önce, sarsılmaz bir imana geçerken, şeytanın haktan saldırması ve kulun dayanılmaz zorluktaki imtihanlara tabi tutulmasından bahsetmiştik. Allah’ın süsü ile süslenmiş ve hareketlerinde Allah’ın güzel ahlakı cisim bulmuş bir kâmille karşılaşsaydık, onun Allah’a ait derin gözlerinden kalbimize düşecek Allah aşkını engelleyemezdik.

Bu aşk kalpteki pasları yakar, Allah’a merakı, isteği ve arzuyu artırır. Bu aşkın getireceği nimetler ise hiçbir sıkıntı ve şeytan aldatmasına düşmeden yârin yollarına çıkmak olur. Bu aşkla alınan yol, ağır ve meşakkatli nefs terbiyelerine göre, oldukça hafif, kolay ve zevklidir. Yüreğindeki aşkla, sevgilinin yollarından hiçbir acı hissetmeden ve kolayca, aşkın akıttığı ılık hazzı tadarak, Allah’tan bu maksatla gelen bir aşk olduğu için, orta yol ve dengeyle yanarak ona ulaşır. İnşallah, Cenabı Allah, bize de bir mahbubu Huda’nın aynasından, kendisini seyrederek, ona ulaşmamızı sağlar.

Hazret-i Pîrin yedinden mest edelden Salihâ

“Mutu kable en temûtû” ile tebşîr olmuşuz

                                                                Salih baba

Salih baba bu dizelerinde ise daha önce, sırat-ı müstakimi geçerek, Allah’ın nimet verdiği yol göstericisinin, elinden tutması ile Allah’a ulaştığını anlatıyor.

Nasıl bir ulaşma acaba? Piri, üstadı bir mahbubu Hüdadır. Yani Allah sevgilisidir. Onda Allah’ın güzel ahlakı tecelli etmektedir. Salih babanın maddi ve manevi gözlerine gösterilen bu güzellik sonucu doğan aşk-ı ilahi, kalbindeki gayrullahı ( Allah’tan gayrı her şeyi ) yakmış ve yok etmiştir. Artık yaptığı her şey onun içindir. Beyitte geçen “Mutu kable en temûtû” “Ölmeden önce ölünüz” emri şerifidir. Yani bütün istekleriniz, Allah’ın istekleri olsun. Sizin arzularınız ölsün, Allah’ın istedikleri kalsın. Hayra ve şerre tamamen razı olun. Artık nefs gitmiş, nefis olmuş ve Ruh her nefeste, kendisini hissettirmiştir. Bir kişide daha çeşitlilik yok olarak, bire inmiştir. Yeni bir mahbubu hüda daha gelmiştir.

Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet

İrfan ile derya oluben kalbi coşar da

Gönlünde tulü’ eyler anın aşk u muhabbet

Görün nice mahbûb-ı Huda var bu beşerde

Sevdim seni seydâ-yı cihan hayır ve şerde

Aşık olanın yüreği yanar da pişer de

                                                           Salih baba

Bu dizelerde Salih baba, bize yukarıda Hz. Pirin elinden tutunca, neler olduğunu biraz açmış gibi duruyor.

Allah’ın hidayeti gelmiştir. Aşk gönlüne tulu etmiş, güneşin doğduğu gibi doğarak, bütün kalbini ihata etmiştir, kaplamıştır. Güneşin ışığı, karanlıkları nasıl yok ediyorsa, Allah aşkı da kalbindeki Allah’tan gayrısını unutturarak, yokluğa mahkûm etmiştir. Gönülde Allah’ın aşkından başka bir şey kalmayınca da, hak derinliği olan, içerideki “Bir ben vardır bende, benden içerü” ile olan bağ, rabıta, iletişim sayesinde, bir altı yok desti gibi, cevherini köpürerek, ilime irfana gark olmuştur. Deryalar gibi coşmuştur. Nefsinden eser kalmayan aşığın, Allah’tan üflenen o tertemiz ruhu, açığa çıkmıştır. Artık “Kendi ruhumdan ruh üfledim” sırrının, temizliği, berraklığı, safiyeti ve kulları âşık eden güzelliği meydandadır.

Bu durumda mahbubu Hüda’nın ikinci manasını da anlıyoruz. Allah’ın sevdikleri anlamının dışındaki manasını anlıyoruz. Cenabı Allah tembellere muhabbetim yoktur, katillere muhabbetim yoktur emirlerini sıralasada[i], aslında gerçek necis olan ve sevilmeyen bu fiillerdir. Tövbe edildiğinde, o kulda sevgi deryasına dalar. Allah’ın kullarına sevgisi derce derecedir ama sonuç da O kulunu sever. Kulların, Allah’ı anladıkları ve sevdikleri saf bedenler, kulların Allah’a mahbup, sevgili ve âşık odlukları bedenler, Salih baba gibi Salihlerin bedenidir. Yani Allah’ı sevdirenlerdir. Allah’ın sevildiği tecelli turlarıdır.

Allah’ın güzelliklerinden başka her şeye kör olup, sadece onun aşkı ile onu müşahede edenler, artık güzel çirkin ayırımına düşmeden, her şartta, hayır ve şerde Allah’ı severek, hem de ciğerleri kebap eden bir aşkla severek, kâmil imana erişmişlerdir. Artık:

Bilmezem kimden kime şekva edem bu gönlümü

“Lâ”yı gördüm firkat-i Mevlâ’ya düştüm gel yetiş

                                                                            Salih baba

Tarifinin bile üstündedirler. Yani artık Allah’tan ayrı cisimleri değil, Allah’tan ayrılığı değil, her dem onunla olmayı yaşıyorlardır. Tabi yukarıdaki beyitte ifade edilen hal ise yine ulaşmak için özlenilen bir durumdur. Çünkü Salih baba, kimi kime şikâyet edeyim şu gönlümü derken, gönlünü elinde tutanında, gönlünü halden hale sokanın da Allah olduğunu söylüyor. Şikâyeti ise “la” yani “yok, Allah’tan gayrı olan eşya”da kalmak, bu sebeple her eşyanın kendisine mirat olamadığından, onu izleyemediğini anlatıyor. Fakat bunun şuurundadır, her şeyin Allah’tan olduğunu bilir durumundadır.

Eşyayı mirat, ayna edinerek, her eşyada Allah’ı idrak ve müşahede etmeninse daha da büyük bir nimet olduğunu ve şikâyetçi olamayacağını, Allah’ın istediğine kısmet edeceğini ifade ediyor. Tabi Salih baba bütün bu olayları hep yaşamış ve geçmiştir. İnsanın, Allah yolundaki çok farklı hallerini kendi nefsinde imiş gibi bize aktarıyor. Yoksa “Sakın Salih gibi kalma avare” derken, hâşâ onu avare düşünmek saflık olurdu.

Halk-ı âlem cümlesi mir’âtım olmuştur benim

Seyr ederim her taraftan yane yane çâre ne…

                                                     Salih baba

Burada da bütün âlem miratım, aynam olmuştur. Yani hakkın hakikatlerini eşyada seyrederim demektedir.

“la” da olma durumunu, nefs perdesi yüzünden, perde altında gizlenen, Ona ait ruhtan uzak kalma, Allah’tan ayrılık (Firkat-ı Mevla), eşyada onun hakikatlerini izleyememek olarak da değerlendirebiliriz. Yok, olması gerekense, şimdi var olan yalancı dünya, yalancı varlıktır. Yine yok olmak, cismi bir yok oluş değil, yalancı varlığın yokluğunu anlayarak eşyayı gerçekte ayakta tutanı hakkıyla idrak etmektir. Bu aynı zamanda kötü ahlakın silinerek, yerine inkılâp yapan Ruh’un, yani güzel ahlakın geçmesidir. Ruh’un hâkimiyetinde ki bir gözle bakansa, Ona ait olan Ruh’la baktığı için, Ona ait bir gözle hakikatleri müşahede eder. Tasavvufta “fena”, “yokluk” olarak edebiyat da yerini alan kelimenin de mana itibarı ile Allah’ta yok olmak, Fena Fillah yani Allah’ın güzel ahlakı ile baştan aşağı bezenerek, ister istemez onun razı olduğu davranışlara gark olması ve eski seviyesiz var oluşların ebediyen o zatta bir daha zuhur etmemesidir. Peygamberler ve evliyalar dışında kalanlar bu hallerle henüz süslenmedikleri için, bizim tariflerimiz kuru, kısır ve kısıtlı kalmaktadır.

Bu halleri hakkal yakın bilenler, yaşayanlardır. Bizim anlattıklarımız, zahirde her ne yaşanıyorsa, bir nebze anlayabildiklerimizdir. Mana âleminde yaşananlar bize tamamen gizlidir. Isparta da çok güzel halı dokuduklarını hepimiz duyduk. Ama bazılarımız o halıları hiç görmedik. Halıların tezgâhını ve orada nasıl dokunduğunu ise çoğumuz göremedik. İşte bu sanattan da tam haberdar olmadan ve bilgili olmadan, en güzel halılardanmış diyoruz.

İmamı Rabbani Hazretleri, Mektubat adlı eserinde, belalarla karşılaştıkça, manen ne kadar büyük nimet ve hallere gark olduğunu müşahede ettim diyor. Bu halleri gördükçe adeta belaları arzu ettiğini söylüyor. Bu nasıl bir müşahede ise herhalde bizim baş gözümüzle bakarken gördüğümüz, çıplak bir görüş değildir. Ama daha sonra peygamberimizin “Belaların defi için dua ediniz” emri şerifinin idrakiyle, “Ya! Rabbim beni belalardan muhafaza buyur” dualarına sarılarak, Allah’a daha da süratli yükseldiğini ve nimetlerinin de arttığını beyan ederek müşahedelerini ifade etmeye devam ediyor. Malum, Ahmedül Faruki, Serhendeniyyül maruf bil İmamı Rabbani ül el müceddidi elfi sani elkabını taşıyan hazret, bininci yılda gelen ve bütün İslam âleminin referans aldığı ve bininci yılın müceddidi ( bin yıla hâkim âlim ) diye anılan çok büyük bir âlimdir.

Evet, belki bizler bu Salihleri tam anlama kısmetine erdirilebiliriz. Ama asıl olan onların hallerinin, Allah’a ait haller olduğunu onaylamak ve onlarla beraber olmaktır. Tövbe suresindeki “Salihlerle, Sadıklarla beraber olun” emri şerefi gereği. Bilhassa gönül bazında, onlarla beraber olmaktır. Gönül bazında beraber olabilmek içinse dünya gözüyle hiç olmazsa bir defa görerek daha iyi anlamak gerekmektedir. Bize Salih olun diye bir emir yoktur. Peygamberimizin “Siz taklit edin, Allah hakikate ulaştırır” müjdesiyle ümitlenerek”, Salihlerle beraber olmak, Salih ve Salihalar olmaya da yol açacaktır.

Salihlerden hediye alacağımız aşk, bir damla kuzu kanıdır. Çoban aşkı, kuzu kanını, kurda damlatarak, maya tutmasına ve kurdun, kuzu olmasına vesile olur. Bir damla aşk, kurdu aşkın künhüne susatır. Ta ki damarlarında kurtluktan eser kalmayıncaya kadar, aşkı yudum, yudum yudumlar. Damarlarından sızıp bütün azalarına yayılarak, kurdu kuzu yapan aşk sonucunda bir post ve bir dost kalır. Kötülükleri emreden nefsin, saf, temiz, perdesiz gözlere sahip olan, kuzu gibi nefis olması ve Ruh ile dost olması buradan gelmektedir.

Çoban saldı suya tuzu,

Yürekte her daim sızı,

Kuzu postunda kurt değil,

Kurt postunda olsun kuzu.

Kurda kuzu kanı damlat,

Söz dinlemez onu anlat,

Ele geçmez Dilaradır,

Aşkı, aşka aşkta anlat.

                                    Ali


[i]

2 Bakara Suresi

276 – Allah, faiz malını mahveder, sadakaları[i] ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez. ( Diyanet meali )