Yazar: acar

Bilgiyi Yeniden Tanımlarken

Avrupa tarihini yazanlar Rönesans’ı ikinci bir milat olarak kabul etmeyi düşünmeliler bence. Bu fikrimi dikkate alırlar mı bilmem ama, insanlığın, Rönesans’la birlikte kökenlerini Eski Yunan’a dayandırarak (Bir iddiaya göre Roma’nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle Batı, Yunan kökenlerinden kopmuş ve bundan sonra kilise iktidarının hüküm sürdüğü uzun bir dönem yaşanmıştır. İşte Rönesans’la birlikte Batı, kilise iktidarını yıkarak tekrar Eski Yunan dönmüştür. Bu iddiaya göre “dönüş yapmıştır” demeliyiz.) yakaladığı çıkış noktasıyla özgür düşünce ve pozitif bilimlerde atılım yaşanmasını sağlayan Rönesans mimarlarına/aydınlarına çok şey borçlu olduğunu söylemek için fazla düşünmeye gerek yok. Rönesans aydınlarının keşfettiği veya keşfedilmesine zemin hazırladığı “bilgi”lerin insanlığın gelişimine katkılarını görmek için çevremize bakmak yeterlidir. Rönesans öncesi ve sonrası Avrupa’sını iyi okuduğumuzda şu sonuca ulaşıyoruz: medeniyetler veya toplumlar (çeşitli nedenlerle) dönem dönem bilgi üretimi konusunda sıkıntı yaşayabilmektedir. Bu açıdan günümüz İslam dünyasının çektiği kısırlık ve bilgi sefaletinin çözümünde yeni bir çıkış, bir feyz noktasının gerekliliği de göz önümde bulundurulmalıdır.(Tabi ki bu anlatımın oryantalist bir bakış açısını yansıtabileceğinden yanılma payını saklı tutuyorum.) Toplumların tarihi yazılırken bilgi üretimi, kullanımı ve paylaşımı konularına gereken önemin verilmemesi, bu olguların önemsizliğinden değil şüphesiz. İnsanlığın ilkel dönemlerinde ilk bilgileri keşfedenler, örneğin geldiği yoldan geri döndüğünde başlangıç noktasına tekrar döneceğini öğrenen, modern dünyanın temellerini attı. O dönemde keşfedilen her bilgi devrim niteliği taşırken günümüzde, mevcut bilgilerin çeyrek yüzyılda ikiye katlanıyor olması ve dolayısıyla bugün şapka çıkardığımız bilginin çeyrek yüzyıl sonra işlevselliğini ve değerini kaybediyor olduğu...

Devamını Oku

Türk Modernleşmesinin Temelleri: III. Selim

Osmanlı Devleti temelde iki döneme ayrılabilir. Çekilecek düz bir çizgiyle III. Selim öncesi ve sonrası olarak yapılacak bu dönemselleştirmeye illa kavramsal bir hüviyet kazandırmak istiyorsak, sanırım en uygunu “Geleneksel Osmanlı” ve “Modern Osmanlı” olmalıdır. Aslında bu alanda otorite sayılan tarihçiler Türkiye’nin çağdaşlaşması ve demokratikleşmesi serüvenini yazarken başlangıç noktası olarak III. Selim’i almakla birlikte ona, benim yaptığım gibi, bir önem atfetmemektedirler. Örneğin Zührer, III. Selim’i 17. yüzyıl Köprülü sadrazamlarının reformları ile Tanzimat reformları arasında bir geçiş dönemi olarak gösterir. N. Berkes de aslında III. Selim’in kendinden önceki reformların meyvelerini topladığını söyler. III. Selim’in tahta çıkışı Fransız İhtilali ile çakışır ve dünya tarihinde bir dönüm noktası olan bu yıl, Osmanlı tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur. Daha veliahtken Fransa kralı XVI Louis ile mektuplaşan ve yapılması gereken yenilikler hakkında yardım alan Sultan Selim, Fransız İhtilalinin etkileriyle uğraşmak zorunda kalan Avrupa devletleri ile sağladığı barış ortamından yararlanarak, kafasında tasarladığı ıslahatlara girişti. Daha veliahtken: “Layık olursa cihanda bana tahtı devlet           Eylemek mahzı sefadır bana nesa hizmet.” diyordu Selim. Tahta çıkan şehzade yapacağı reformlara, bizzat Fransız İhtilalin getirdiği düzene verilen isimden yani “yeni düzen”den esinle Nizam-ı Cedit(Yeni Düzen) adını verse de reformların ruhunda Fransız ihtilalinin etkisinin varlığı veya derecesi tartışmalıdır. Aslında genel kanı ihtilalin herhangi bir etkisinin olmadığı, Sultan Selim’in daha çok ihtilalcilerin astığı XVI Louis’nin mutlakıyetine özendiği yönündedir. Ama bana kalırsa iyi veya kötü yönde Fransız İhtilali’nin Nizam-ı Cedit’e etkisinden söz etmek mümkündür.  Bu noktada...

Devamını Oku