Hayatımızın her alanında, her zaman kullandığımız bir olgudur müzik. İnsanın tabiatında ve yaratılışında vardır. Müzik tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanoğlu var olduğu günden bu yana, müzik onunla beraber var olmuştur. Bilim adamları insanların konuşmayı bilmedikleri devirde bile, duygu ve düşüncelerini müzik ile anlattıklarını söylüyorlar.

Sponsor Bağlantılar

 

Müzik nedir? Niçin var olmuştur? Ses ve onun insan üzerinde bıraktığı etkiler nelerdir? İnsanlar niçin müzik dinler ve müzikle ilgilenir? Tüm bu sorulara günümüze kadar muhtelif cevaplar verilmiştir. Bu sorulara ilişkin, Hz. Mevlânâ bir sözünde şöyle demiştir:” “Nağmeli ses âşıklara şundan dolayı hoş gelir. Onlar “elest meclisinde” rûhânî güzel seslere alışmışlar ve onun verdiği hoşluğa kulak vererek yetişmişlerdir. Nefis âlemine ve vücûdun bulanıklığına yakalanmış, rûhânî âlemden uzak kalmış oldukları bugünde ise, o güzel seslerden birazcık kulaklarına gelince, hüzünlü olan gönülleri, şevklerinin fazlalığından çırpınır, coşar ve bedeni de, ona uyarak harekete geçer”

 

Hz. Mevlânâ’nın bu sözü konumuz açısından gerçekten çok mânidardır. Gerçektende insanlık “elest” meclisinde, Cenâb-ı Allah ile aralarında geçen konuşmadan sonra hep, kulaklarında kalan, Allah’ın (c.c) sesini aramıştır. İşte bu arayış, müziğin ve çalgı aletlerinin doğmasına vesile olmuş, insanları müziğe sevk etmiştir. Bu yüzden müzik, insana bütün sanatlardan daha büyük bir kolaylık ve etkileme gücüyle ulaşmıştır. Bu sebeple günümüze dek her kavim ve ırk, kendine özgü müzik geliştirmiştir. Türk müziği, Arap müziği, Hint müziği, Çin müziği vb.

 

Müzik, her kültür’ün kendi mantık, estetik, ve semantiği içinde konuştuğu bir dildir. Türk milleti olarak kendi öz müziğimiz, “Türk müziği” dir. Müziğimiz kendi tarihi gelişmesi içinde; saray, tekke ve medreselerden destek görmüş, kendine has makam, usûl ve tekniğe sahip, sazlı ve sözlü bir yapıya sahiptir. Türkler, müziği hayatın her safhasında kullanmışlardır. Bebeklerini ninnilerle uyutmuşlar, ölülerinin arkasından ağıtlar yakmışlar, savaş meydanlarında askere moral vermek için (mehter marşları) okumuşlar, sevdiklerine karşı duygularını dile getirmek için de (şarkı, türkü, gazel, koşma, methiye) gibi formları kullanmışlardır.

 

Müziğimiz, Fârâbî, İbnî Sînâ, Safiyyüddîn Urmevî gibi şahsiyetler tarafından temeli atılmış, Abdülkadir Merâgî, Lâdikli Mehmed Çelebi, Hâfız Post, Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi, Zaharya Efendi gibi kimi müzik âlimi, kimi bestekâr olan şahsiyetlerin elinde olgunlaşıp zirveye çıkmış; İsmail Dede Efendi, Sultan III. Selim, Hacı Sâdullah Ağa, Şâkir Ağa, Tanbûrî Mustafa Çavuş, Tanbûrî İzak, Kadıasker İzzet Efendi, Dellalzâde İsmail Dede Efendi, Nikoğos Ağa, Kutb-un Nâyî Şeyh Osman Dede Efendi, Zekâi Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Şevkî Bey, Hacı Fâik Bey, Bolâhenk Nûri Bey, Tanbûrî Ali Efendi, Kemânî Tatyos Efendi, Tanbûrî Cemil Bey, gibi birçok şahsiyetle birlikte de azâmetini korumuştur. Bugüne kadar, Klâsik Türk müziğinin her formunda binlerce eser bestelenmiştir. Itrî’nin Segâh tekbiri, Dede Efendi’nin Hüzzam ayini şerîfi, Zekâi Dede’nin Hisar Bûselik makamındaki yürük semaîsi, tanbûri Cemil Bey’in Gülizar makamındaki taksimi klâsik Türk müziği’nin şaheserleri arasında sayılabilir.

 

Böylesine haşmetli ve görkemli bir müziğe sahipken, günümüze baktığımızda Türk müziğinin önemini kaybetmeye başladığını görmekteyiz. Türk müziği, bizim öz, kendi müziğimiz olmasına rağmen bugün neden önemini kaybetti? Neden Türk müziği yerine batı müziği dinleniyor? Neden Türk müziği’ne “uyutucu müzik” damgası vuruldu? Neden eğitim fakülteleri müzik bölümlerinde Türk müziği dersi yok denecek kadar az veriliyor? İlköğretim okullarında, neden flüt’ten başka Türk müziği sazları öğretilmiyor? Çocuklarımız neden kendi müziğini tanımıyor? Osmanlı tarihindeki büyük devlet adamları ve sultanların müzisyenlikleri neden anlatılmıyor? Bir, Dede Efendi’yi çocuklarımız neden tanımıyor?

 

Bu ve buna benzer sorular artırılabilir. Mühim olan cemiyet olarak bu soruların cevabını bulmalı, öz benliğimize dönerek kültürel yozlaşmayı bitirmeli ve özümüze dönmeliyiz. Atalarımızın bize bıraktığı bu kültür hazinesine sahip çıkmalı ve Türk’ün öz malı olan Türk müziğini yaşatmalıyız. Bu arada şunu da ifade etmek isterim ki, bu makaleyi okuyanlardan; benim, batı müziği ve diğer müzik türlerine karşı önyargılı baktığımı düşünenler olabilir. Ama inanınki öyle değil. Müziğin evrensel olduğuna inanırım. Kulağa hoş gelen hiçbir müzik türüne karşı değilim, dinlerim. Lâkin benim burada anlatmak istediğim şudur. Biz Türk’üz. Neden batı müziği kendi kültürümüz gibi lanse edilmek isteniyor? Bugün Mozart, Beethoven gibi batı müziği bestecilerini çocuklarımız isimce de olsa tanıyorlar. Ama bir Dede Efendi’yi soracak olsanız, çocuklarımız için bu soru bir alay konusu oluveriyor. ”Hangi dede, kimin dedesi!”

 

Oysaki bizim müziğimizdeki zenginlik bırakın batı müziğini, hiçbir dünya müziğinde yoktur. Örneğin, müzikte ton ve tonaliteler vardır. Batı müziğinin “majör” ve “minör” olmak üzere 2 adet tonalitesi varken buna karşılık Türk müziğinde 300 civarında makam vardır. Yine batı müziğinde 9 zamanlıya kadar vuruşlar var iken Türk müziğinde 120 zamanlı “zincir” usûlüne kadar bir çok vuruş vardır.

 

Bu kadar zenginliğe rağmen her nedense anlamakta zorluk çektiğim, hâlâ batı hayranlığının devam etmesi ve Türk müziğinin yerden yere vurulması. Aslında biz batıya, batı ise bize hayran! O hayran olduğumuz Mozart bile Türk müziğinden o kadar etkilenmiştir ki, batı tarzında “Türk Marşı”nı bestelemiştir.

 

Bunun yanı sıra birçok şey batı tarafından, bizden alınmış veya taklit edilmiştir. Mesela batı müziğinde kullanılan “bateri” Osmanlı’nın savaşlarda kullandığı “kös” ten etkilenerek icat edilmiştir. Başka bir örnek verecek olursak; bugün batı müziğinde kullanılan “klarnet”  diye bir saz vardır ki literatürde batı müziği enstrümanı olarak geçer! Aslında öyle değildir. Araştırılacak olursa “klarnet” Endülüs Emevîleri’ne kadar dayanır. Asıl adını, bugün ki İspanya yakınlarındaki ”Gırnata” şehrinden alır ve halis muhlis Türk sazıdır.

 

Bir de tek seslilik, çok seslilik meselesi var tabi!

 

“Batı müziği zengin, çok sesli bir yapı ve armoniye sahipken, Türk müziği teksesli kısır bir yapıya sahip” diyenlere ise ünlü ud virtüözü, büyük bestekâr ve müzikolog Cinuçen Tanrıkorur ise şöyle cevap vermiştir.

 

“Evet, çok porteli batı müziği, kendi imkânları ve felsefesi içinde ihtişamlı bir ses abidesidir. Ama bu abidede Itrî’ye, Dede Efendi’ye ve Tanbûri Cemil’e yer yoktur; Çünkü harcında ne Segâh vardır ne Sabâ, ne de Şedaraban. Dahası, ne mayası, ne bozlağı, ne de uzun havası. Benim makamlarımı, taksimlerimi, usûllerimi, icrâya imkân vermez. 120 kişilik senfoni orkestrası, Şevkefzâ makamında taksim yapan bir ney’in önünde aciz, yapayalnız ve çırılçıplaktır. Senfoni orkestrası, Şevkefzâ makamında taksim niye yapsın diyeceksiniz. Doğru. (O) neden (ben) olmaya çalışsın? Ben niye o olmaya çalışayım. Onun kültürü ve müziği ona güzeldir. Çünkü onun tarih, inanç ve geleneklerini anlatır. Benim kültür ve müziğim de bana güzeldir. Çünkü benim tarih, inanç ve geleneklerimi anlatır.”

 

Büyük müzikolog, bestekâr ve udî Tanrıkorur’u bir kez daha rahmet ve minnetle anıyorum. Merhûm üstad, Türk müziği ve batı müziği’ni, ne kadar güzel mukâyese etmiş. İşte benim bu makalede değinmek istediğim asıl konu buydu. Kendimiz olmak…

Aslında Türk müziği’nin zenginliği, teknik özellikleri, yapısı, formları, bestekârları, enstrümanları, nazariyatı, usulleri ve makamları üzerinde de kısaca durmak isterdim. Ama, yukarıda da bahsettiğim gibi bizim müziğimiz o kadar zengin ki, bunca detayı ana başlıklar altında bile yazmaya burada imkanım yok.

 

İşte tamda bu konuda, bizler eğitimci olarak üzerimize düşeni yapmalı, yeni nesillere “Türk mûsıkisi’ni” öğretmeli, sevdirmeli ve onlara bu müziğin, kendi müziğimiz olduğu bilincini verebilmeliyiz. Sadece müzikte değil; kültürümüzün her konuda yozlaştığı zamanımızda, gerçekten de hem ferdî hem de toplum olarak üzerimize büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir.

 

Kaynakça

 

 

Sipehsâlar, Feridun b. Ahmedî; Mevlânâ ve Etrafındakiler, Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser Serisinin 103. Kitabı, Mayıs 1977, s. 71-72

 

Tanrıkorur; Cinuçen, Biraz da Müzik, Zaman yayınları, İstanbul 2001, s.17