eylül romanı

Mehmet Rauf’un Eylül adlı romanı Türk edebiyatının ilk psikolojik romanıdır. Roman 1900 yılında Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmaya başlamış, 1901 yılında ise kitap halinde basılmıştır. Roman 279 sayfalık metne sahiptir (Özgür Yayınevi, On Üçüncü Basım, Temmuz 2002), yirmi iki bölümden oluşur. Servet-i Fünun edebiyatının Halit Ziya’dan sonra ikinci büyük romancısı Mehmet Rauf’tur. Mehmet Rauf’un en güzel, en başarılı eseri hiç şüphesiz Eylül’dür. Daha sonra yazdığı eserlerinde bu başarıyı yakalayamamıştır. Mehmet Rauf, bu romanını Halit Ziya’ya ithaf etmiştir.

Sponsor Bağlantılar

Eylül adlı romanda olaylardan çok, kahramanların iç dünyalarının anlatımına ağırlık verilmiştir. Romanda evli bir kadın ile evlerine girip çıkan genç bir akrabası arasında yaşanan yasak aşk anlatılır. Suad bir yanda kocasına duyduğu bağlılık ile diğer yanda Necib’e karşı duyduğu aşk arasında bocalar, çırpınır durur. Necib ise bir yanda akrabası Süreyya’ya duyduğu arkadaşlık, dostluk ile diğer yanda Suad’a karşı duyduğu aşk arasında bocalar. Mehmet Rauf, Eylül adlı romanında yasak aşktan kaynaklanan imkansızlıkları, bu iki âşığın psikolojik hallerini, kırgınlıklarını, kıskançlıklarını, sevinçlerini, heyecanlarını, vicdan azaplarını gerçekçi bir şekilde yansıtmayı başarmıştır.

I. Eylül Romanının Konusu

Eylül adlı romanın konusu, beş yıllık evli bir kadın ile evlerine sık sık misafir gelen yakın bir aile dostu arasında geçen yasak aşk ve bu aşk yüzünden çekilen sıkıntılardır.

Romanın en önemli teması “yasak aşk”tır. Süreyya ile Suad beş yıllık evli bir çifttir. Boğaziçi’nde bir yalıya taşınınca yalnız kalmaktan sıkıldıkları için ısrarla Necib’i davet ederler. Necip, Süreyya’nın halasının oğludur. Necib, bu aile için bir akrabadan çok, yakın bir arkadaş, sıcak bir dosttur. Süreyya ile karısı arasında tam anlamıyla bir zevk uyuşmazlığı vardır. Süreyya çocuk gibi basit heveslere kapılır. Müzikten hoşlanmaz, karısı piyano çalarken o, balkona kaçar, denizi seyreder. Süreyya’nın en büyük tutkusu, sandalına binip denize açılmaktır. Süreyya denizde çocuklar gibi gönlünce eğlenirken Suad evde yalnız kalır, kocasına yetemediği için kendisinde bir eksiklik, eziklik hisseder. Suad, kocasını bir sevgili gibi değil, bir anne şefkatiyle sever. Buna karşılık Suad ile Necib’in pek çok ortak zevkleri vardır. Her ikisinde de güçlü bir müzik tutkusu vardır. Zamanlarının çoğunu piyano başında geçirirler. Bir süre sonra aralarındaki arkadaşlık, dostluk duygusu aşka dönüşür. Her ikisinin de kalbinde bir şeyler kıpırdanmaya başlar. Necib ile Suad arasındaki aşk sadece ruhsal boyutta yaşanır, bedensel boyuta geçmez. Duygularını sözle dile getirmeye cesaret edemediklerinde müziğe sığınırlar. Aşklarını müziğin yarattığı bir hayal âleminde yaşarlar. Bir süre sonra bu aşk gözlerde, kaçamak bakışlarda, gülüşlerde yaşanır. Romanın sonuna doğru Necib, Suad’ın ellerinden ve titreyen gözlerinden öperek bu aşka veda eder.

Eylül hüzünlü bir aşk romanıdır. Bu aşk, gözlerde başlayıp gözlerde yaşanan ve yine gözlerde biten, vuslatın olmayacağını bile bile yine de kalplere söz geçirilemediği için yaşanan, duygusal boyutta kalarak saflığını koruyan, bedensel boyuta taşınarak kirletilmeyen güçlü bir aşktır. Aşklarını bu dünyada yaşama imkanı bulamayan Necib ile Suad, romanın sonunda yanarak can verirler. Bir anlamda, aşklarını öldükten sonra başka bir âlemde yaşayacaklardır.

“Kendisinde asla ihanet düşüncesi, maddî bir emel bulmuyordu. Güzel bulmadığı araçlarla maksadına ulaşmaktan nefret ederdi; halbuki bu arzusunun varlığına acı çekmeksizin dayanamazken, onun en ufak bir gösterisine hayatını feda eder de yine razı olmazdı. O, yalnızca bir esir, ruhunun esiriydi, ihtiyaç esiri, düşüncesinin çekiciliğine yakalanmış bir esirdi. Bugün Süreyya’nın namusunu savunmak için, Suad’ın saflığı için kendisinde nefsini en büyük tehlikelere sokacak yeteneği görüyordu. Ve işte bunun için, yalnızca ruhsal bakımdan tutkun olduğu, maddilikten tamamıyla uzak bulunduğu için, bu arzusunu, ihanet kabul etmiyordu. Düşündükçe, Suad’ı değil, onun ruhunu, yalnızca ruhunu sevdiğini görüyordu. Bu, büsbütün başka bir aşk idi. Onu ele geçmeyecek, sahip olunamayacak, bunun için de başka hiçbir kadında bulunamayacak şeyleri için, güzel kokusu, bakışı, gülüşü için seviyordu ve bu güzel kokulu bağrın nefesiymiş kadar canlı bakışı o kadar temiz, gülümseyişi o derece masum idi ki, bu sessiz sedasız ve saygılı tapınmadan, bunlara karşı kalbinde ortaya çıkan tapınmadan kendisini alıkoymak, razı olunacak bir fedakârlık değildi. Onun için bu, bir bakış için hayatlar verilecek, temiz ve mutlu bir ruh özleyişi oldu, ona o kadar serbest bir akış verdi.” (s.134-135)

Eylül romanı trajik bir şekilde sona erer. Romanın sonunda konakta yangın çıkar. Herkes dışarıya çıkar, fakat Suad görünürde yoktur. İşte tam bu anda Necib’in trajedisi başlar. Trajedi, kişinin istenmeyen, kötü olan iki durumdan birisini seçmek zorunda kalmasıdır. Necib ya içeriye girmeyip hayatta kalacak, fakat sevdiği kadını kaybettiği için gönlü yanıp kavrulacak ya da içeriye, yanmakta olan konağa girip kendisi de Suad’la birlikte yanacaktır. Necib kendisini alevlerin içine atar. Bu dünyada yaşayamadığı aşkını başka bir âlemde yaşayacaktır.

Romanda işlenen diğer bir tema “evlilik”tir. Mehmet Rauf, ruhsal yönden birbiriyle uyuşmayan, aralarında zevk ortaklığı bulunmayan eşlerin yaptığı evliliklerin, sağlam temellere dayanmadığı için zamanla yıkılmaya mahkum olduğunu anlatmaya çalışır. Yazar, romanda Süreyya ile Suad arasındaki evliliği doğru bulmaz. Çünkü onların hiçbir ortak zevki yoktur. Evliliğin verdiği heyecan zamanla kaybolur. Süreyya karısı Suad’la ilgilenmez, kendi çocukça heveslerinin peşine düşer. Sandal ve deniz onun her şeyidir. Suad ise müzikten hoşlanır. Karısı piyano çalarken Süreyya sıkılır, dışarıya kaçar. Yazar Süreyya-Suad evliliğini eleştirir, sakat yanlarını gözler önüne serer. Yazara göre, ideal bir evlilikte asıl önemli olan şey, eşler arasında zevk ortaklığının bulunmasıdır. Suad ile Necib arasında zevk ortaklığı bulunduğu için, kısa sürede yakınlaşırlar, birbirlerine âşık olurlar. Suad aradığı sıcaklığı, arkadaşlığı, dostluğu Necib’de bulur.

Romanın başında Necib evliliğe karşıdır. Evlenmekten aşırı derecede korkar. Necib geçmişte çok sayıda para düşkünü ve evli kadınla ilişki yaşamış, bu ilişkilerden derin yaralar almıştır. Yaşadığı hayal kırıklıkları yüzünden kadınlara olan güveni bütünüyle sarsılmış, hatta onlardan nefret etmeye başlamıştır. Necib’e göre en namuslu kadınlar bile, saflık maskesi altına saklanarak kocalarına ihanet etmektedirler. Necib’in kadınlar hakkındaki bu olumsuz düşünceleri, Suad’ı tanıdıktan sonra değişmeye başlar. Evleneceği kadının tıpkı Suad gibi olmasını ister. Necib, Süreyya-Suad evliliğini yakından gözlemler. İlişkiyi canlı tutabilmek için sürekli Suad’ın çaba gösterdiğini, Süreyya’nın vurdumduymaz tavırlarıyla Suad’ı yalnız bıraktığını, her geçen gün Suad’ın eriyip tükendiğini görür.

Romanda yazar tarafından eleştirilen diğer bir evlilik ise Beyefendi-Hanımefendi evliliğidir. Bu evlilikte de ortak paylaşım, sevgi, saygı, heyecan yoktur. Beyefendi otoriter bir yaradılışa sahiptir. Evde sadece kendi sözü geçsin ister. Sudan sebeplerle karısını azarlar. Hanımefendi bu evlilikte her türlü haksızlığa boyun eğen, her şeyi sineye çeken, alttan alan, kabullenen kişi konumundadır. Bu zorunlu bir birlikteliktir, çaresizce kabulleniştir.

Yazarın romanda eleştirdiği diğer bir evlilik ise Süreyya’nın kız kardeşi Hacer ile Fatin birlikteliğidir. Hacer, dış güzellik
yönünden Suad’dan daha çekici bir kadındır. Fakat ruh güzelliği bakımından Suad’la boy ölçüşemez. Hacer son derece geveze, sululuğu, sırnaşmayı seven, basit bir kadındır. Fatin’le sırf babası istediği için evlenmiştir. Kocasına karşı kalbinde en ufak bir heyecan, sevgi, aşk yoktur. Hatta ondan tiksinir. Konağın önünden geçen yakışıklı erkeklere bakar, onlarla ilgili hayaller kurar. Kocasına sadakat göstermez. Aynı şekilde Fatin de kişilik yönünden oldukça zayıf, silik bir tiptir. Kayınbabasına yaranabilmek, bir miktar yolunu bulabilmek için kendisine yapılan her türlü kabalığa katlanır. Karısına karşı kalbinde bir sevgi, bir aşk yoktur.

Romanın genelinde kendisini güçlü bir şekilde hissettiren tema, aynı zamanda romanın da adı olan “eylül”dür. Peki eylül sözcüğü neyi ifade eder? Eylül sözcüğü sembolik anlamda kullanılmıştır. Eylül; sonbaharı, sararmış, kurumuş, dökülen yaprakları hatırlatır. Doğadaki canlılığın yavaş yavaş kaybolduğu aydır, eylül. Kimi zaman ise hüznü, ayrılığı, hastalığı, ölümü hatırlatır bizlere. Kara kışın habercisidir bazen de.

Romanda Suad ile Necib arasında bahar mevsiminde başlayan arkadaşlık, dostluk ilişkisi yaz mevsimi boyunca gelişip olgunlaşarak aşka dönüşür. Ancak yasak aşkın yarattığı kaygılar, sıkıntılar, çıkmazlar bu ilişkinin yönünü kışa çevirir.

Necib-Suad aşkının ilk günlerinde çıkılan bir gezide, Suad dalgın ve hüzünlü bir şekilde çevreyi seyreder. Çınar ağaçlarından düşen sararmış, kurumuş yaprakların oluşturduğu sonbahar manzarası ile kendi hüzünlü, heyecansız iç dünyası arasında benzerlik kurar. Suad ömrünün bahar ve yaz mevsimlerinin gerilerde kaldığını, bundan sonra mutsuz, heyecansız kış mevsiminin yaşanacağını, bunun kaçınılmaz olduğunu düşünür. Kendisinin de tıpkı çevresindeki yapraklar gibi sararıp solacağını, çürüyeceğini düşünür. Suad bir anlamda hayatının eylül mevsimini yaşamaktadır. Bundan sonraki mevsim ise kıştır.

“Çayırı bütün bütün ıssız buldular, ağaçların gölgeleri yarı bulutlu gök altındaki çayır soluk, zavallıydı. Yalnız son yağmurların ve dünkü güneşin verdiği bir tazelikle, hüzünlü bir yeşillik vardı; onlar çayırın bu rengindeki güzelliği konuşurlarken, Suad çınarlardan sarı, kuru düşen yaprakların kapladığı yollarda yağmurlarla ıslanarak oluşturdukları çamura, bu çürümüş yapraklara bakarak, ‘İşte!’ diyordu.

Necib çevresine bakınarak, ‘Havanın rengi gitgide soluyor,’ dedi.

Ve bastonuyla karşıdan ağır ağır yükselen bulut yığınlarını gösterdi; Süreyya:

─ Ey, ne olacak? dedi, geçenki havaları düşünsene… Neydi o yağmur, o rüzgâr?

─ Ama dün ve önceki gün ne kadar parlaktı, bir yaz günü gibi…

─ Buna sonbahar demişler!.. Bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra, eylülden ne beklenir? Malûm ya, eylül hüzün ve yas ayıdır.

Bu söz üzerine Suad’a, hayatının bu çağı, ömrünün, kadınlığının eylülü gibi geldi. Eylül! Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir. Eylül, esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp üzülür, özlem çeker…

Kendi hayatı da böyle değil miydi? Son günlerin güzelliğinden sonra şimdi yine olanaksızlığa, hüzün ve sıkıntıya düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düştüğü gibi, yaz da farkına bile varmadan, nasıl elindeki mutluluğu kaçırıp ilk kış hücumuyla kederleniyorsa, o da demin anlayıp eski günlerin özlemini çekmemiş miydi? Hayata yeni baştan başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olsun emeli gibi bir şey değil miydi? Bir yıldır onu harap eden kaygıların, acıların ne olduğunu artık iyice anlıyor, ‘İşte benim eylülüm!’ diyordu.

Eylül!.. Henüz renk ve güzel kokular bitmemiş, fakat baharın bol renkleri, hissedilmez şekilde kaybolmuştu. Bu kayboluşta geri gelmek ister gibi bir eda vardı ama, bu boş, acı, hırçın bir edaydı ve buna karşın baharın rengi soluverdi. Artık uyanmış, doğanın ruhunu görüyordu; yaprakların nasıl sararmış, birçoğunun düşüp çamurlarda çürümüş olduğunu görüyor ve şimdi, hava ne kadar güzel olsa, ne kadar geçici, bu renk ve güzel kokuların ne kadar vefasız, ne kadar ele avuca sığmaz, eldeyken değeri bilinmemiş, öylece harcanmış bir hazine olduğunu acı acı görüyordu. İşte artık ne bir çiçek kalmıştı, ne de güzel bir koku… Artık dayanma gücü de kalmamıştı, hepsi çürümüştü… Önceleri yağmur yağsa umursamazlardı, yağmurdan sonra yeni bir hayat, yeni bir tazelik gelirdi; şimdiyse… İşte yağmur, işte kış, her şeyi çürütüyordu. Her şeyi…

Evet, her şey çürüyor, her şey… İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylülde, sanki bahara özlem çeken üzgün bir tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendisini yok etmek isteyen sonbahara karşın devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden yoksundur ve kendisinde de dayanma gücü kalmamıştır. Doğa da bunu anlamış gibi, acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, yasın altında ezilerek durur. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar dayanabilirse dayansın kışın üstün geleceğini, artık her şeyin, her umudun bittiğini, buna dayanmak gerektiğini anlamaktan doğan bir güçsüzlükle ağlar… Ne renk, ne de güzel koku… İşte yapraklar ölüyor… Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı; her şey çürüyor, oh!.. Her şey çürüyor…

O zaman eylül kendisine, doğada ilk yılgınlık ayı, ölümlülüğü ilk duyma ayı, ilk yararsız ve acı mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp farkına varılmadan geçen güzel geçmişin özlemiyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü.

Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak, ‘Evet, her şey çürüyor, demek biz de çürüyeceğiz,’ diye düşündü.

Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti? Böyle, hiçbir mutluluk gelmeden, daha henüz beklerken, özellikle hayatının nasıl hiçbir şeyin farkına varmadan geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey yapmanın mümkün olmadığını da görerek, böyle çürümek, bitmek, ona pek insafsızca, pek acı geliyordu.

Halbuki, işte onda yaşamak için daha şiddetli bir istek, mutluluktan yoksun olmamak, hayatını kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, gerekirse mücadele yeteneği vardı. Fakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa, kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar… hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle, görerek, anlayarak, bile bile hayat ve mutluluktan el çekmeye dayanmaktan başka bir şey mümkün değil mi?” (s.205-207)

Romanda dikkati çeken diğer bir tema “müzik”tir. Süreyya ile Suad evlilik bağı ile birbirlerine bağlıdır, fakat ruhsal anlamda apayrı iki insandır. Birisinin zevk aldığı şeyden diğeri sıkılır. Suad müzikten, piyano çalıp şarkı söylemekten hoşlanır, Süreyya ise denizden, yelkenlisine  binip denize açılmaktan zevk alır. Süreyya denizdeyken Suad evde yalnız kalır, sıkılır. Yazar, ortak zevki olmayan karı-koca arasında ruhsal anlamda bir uzaklaşmanın kaçınılmaz olduğunu göstermeye çalışır. Suad yalnızlığını müzikle ve Necib’le unutmaya çalışır.

Başlangıçta müzik, Necib ile Suad için bir
eğlencedir. Aynı şeyden hoşlanmaları, aynı parçalara hayranlık duymaları zamanla yakınlaşmalarını sağlar. Suad her geçen gün kocasından biraz daha uzaklaşır. Kendisini yalnız, heyecansız, mutsuz hisseder. Aynı şekilde Necib de geçmişte sadece bedensel anlamda yaşadığı ilişkilerden yorulmuştur. İşte bu noktada müzik, dış dünyanın sıkıntılarından, kötülüklerinden kaçıp sığındıkları bir liman olur.

Necib ile Suad arasında dille açıkça söylemeye cesaret edilemeyen duygular, müzik aracılığıyla ifade edilir. Birbirlerine karşı duydukları aşkı gözleriyle, müzikle ifade ederler. Necib-Suad aşkı, yasak bir aşktır. Toplum tarafından kabul görmeyecek bir aşktır. Necib ile Suad, vuslatı olmayan bir aşkı, olmayacağını bile bile yaşarlar. Gerçek dünyada, içinde yaşadıkları ortamda yaşama imkanı bulamadıkları aşklarını, müziğin yarattığı duygusallık ve kendinden geçme anlarında doğan hayalî bir âlemde yaşarlar. Müziğin yarattığı hayalî âlemde korku, tedirginlik, kurallar, toplumsal baskı, sorumluluk gibi yaptırımlar yoktur.

“Suad, bestecilerin iyice bilmediği hayatları hakkında bilgi soruyor, Necib, bildiği kadar ayrıntılarıyla anlatıyordu; öyle oldu ki, musiki susup yalnız konusu devam etti. İkisi de şunda birleşiyorlardı ki, dünyada musiki gibi hiçbir şey yoktur. Necib için ömrünün en tatlı zamanları, yalnız çok mutlu anlar değil, musikiyle kendisinden geçtiği zamanlardı: Musiki, o kadar çetinlik ve düşkünlükle duygularına dokunuyordu.” (s.91)

“Demek ikisi de yalnızca bir şeyi seviyorlardı. Ve öyle seviyorlardı ki, onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya’yı unutuyorlardı. O zaman sade ikisinin ruhu yalnız, koyun koyuna dalaşıyorlar, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya gelemiyordu. O zaman musiki ona başka anlamlarla, başka görevlerle görünmeye, ruhların birleştiricisi, esin vericisi gibi gelmeye başladı. O bir dünya, tapılan bir dünya oluyor, orada Suad’la birlikte olmak, bu kötü dünyada olmamışlarsa, hiç değilse orada birleşmiş olmak, onu sarhoş ediyor, kendisinden geçiriyordu.” (s.135-136)

“Ve gözlerin dudakların söylemekten, anlatmaktan o kadar titredikleri yürekten taşıp gelen şeyleri anlatmak için musiki kendilerine yardım ediyor, sanki ruhları için bir buluşma nedeni oluyordu; o zaman eski zamanların sevda öyküleri, Faust, Verter, Manon Lescaud, Sappho, Romeo ile Juliet, Otello, Aida gibi sonsuz aşk serüvenleri anlatılırdı; bunların ruh hallerinin anlatılması için kendi kalplerinin yardımıyla, söylenilemeyen ruh ihtiyaçlarını onlara mâl ederek verilen ayrıntılarla saatler geçerdi.” (s.174)

Necib ile Suad’ın piyanoda çalıp söylediği parçalar, tamamıyla Batı müziğine aittir. Udun yerini piyano almıştır. Servet-i Fünuncular sadece müzik alanında değil, hemen her konuda Batı’yı örnek almışlardır.

Romanda işlenen diğer bir tema ise “deniz tutkusu”dur. Süreyya karısıyla birlikte yalıya taşındıktan sonra vaktinin çoğunu denizde geçirir. Bir çocuğun annesine olan aşırı düşkünlüğü gibi, Süreyya’nın deniz sevgisi, tutkusu da öylesine güçlüdür. Süreyya için deniz, âdeta bir tutkudur, aşktır, sevdadır. Sohbet sırasında denizden laf açıldığında, Süreyya coşar, heyecanlanır, kendisinden geçer. Büyük bir keyif ve heyecanla denizi, dalgaları, rüzgârı, sandalları, yelkenli yarışlarını, balık tutmayı anlatır.

Süreyya’nın denize olan tutkusu, karısını ihmal etmesine, unutmasına sebep olur. Suad kocasıyla birlikte denize açılmak ister, ancak baş dönmesi ve mide bulantıları buna izin vermez. Kocası denizdeyken, Suad yalıda yalnız kalır. Necib’le birlikte piyano çalarlar. Süreyya, kendisini bir yükten kurtardığı için Necib’in, karısıyla ilgilenmesi hoşuna gider. Karısının evde yalnızlık çekmesi, sıkılması Süreyya’nın umurunda değildir. Onu asıl ilgilendiren, heyecanlandıran şey denizdir, karısı ikinci planda kalır.

Beş yıllık evli bir kadın olan Suad’ın, kendisini yalnız ve mutsuz hissederek evliliğini sorgulamasının, aşkı ve heyecanı başka kollarda aramasının ana sebebi Süreyya’nın deniz tutkusudur.

II. Eylül Romanının Kişileri

Süreyya: Suad’ın kocasıdır. Âdeta çerez parasına çalışmakta olan Süreyya, evli olmasına rağmen ailenin ekonomik yükünden haberdar değildir. İki küçük aileyi içine alan bu büyük ailede, çocuk gibi sorumsuz bir şekilde yaşamaktadır. Düşünce bakımından olgunluktan uzak, fikrî kapasitesi çok sınırlı ve hatta karısından çok düşük olan Süreyya, Suad’ı bir eşten çok, bir ana gibi görmekte ve bu ilişkinin bütün sorumluluğunu ona yüklemektedir. Karısının parasıyla kiraladığı yalıda dahi, karısına karşı hiçbir sorumluluk duymaksızın, onu sevgi ve ilgisinden mahrum ederek kendisini başıboş bir hayat sürme hakkına sahip zannetmektedir. Yalı sevdası bir süre sonra yerini yelkene, sandala, kürek çekmeye bırakır. Hiçbir şey umurunda değildir, varsa yoksa kendine özel uğraşları. Karısının isteklerini kibarca reddetmeyi çok iyi bilir. Kendi istekleri ne olursa olsun yapılmak zorundadır. Karısıyla hiçbir ortak ilgisi bulunmayan bu düşüncesiz, bencil adam, hiçbir şey vermeksizin çok şey istemeyi kendisinin hakkı saymaktadır.

Suad: Süreyya’nın karısı, Necib’in yasak aşkıdır. Genç, güzel, ince zevkli, zeki, kültürlü bir kadındır. Kocasını mutlu etmek için bütün maddî ve manevî imkanlarını kullanır. Babasından gizlice istediği parayla bir yalı kiralayıp oraya taşınırlar. Belli bir süre yalıya taşınmanın heyecanı onları mutlu eder. Kocası, yalı sevdasından sonra yelkene, sandala merak salar. Tek düşüncesi ve tek önem verdiği şey sandalıyla denize açılıp kürek çekmek, hoşça vakit geçirmektir. Suad, sadece kendisinin gayretleriyle ayakta duran bu evliliğin başarısızlığını görür. Beş yıllık bir geçmişi olan bu evliliğin sadece şekilden ibaret olduğunu, gerçekte evliliğin temeli sayılan hiçbir sevgi, heyecan ve gönül bağının, ortak zevk anlayışlarının olmadığını anlar. Suad için hayat, bu andan itibaren çekilmez bir yük haline gelir. Süreyya’nın halasının oğlu olan Necib, yalıya sıkça gelmektedir. Suad ve Necib müziğe karşı olan tutkuları nedeniyle, vakitlerinin çoğunu piyano başında geçirirler. Suad, bir süre sonra, saygı duyup beğendiği Necib’in kendisine âşık olduğunu anlar. Suad, evli bir kadın olduğu için çok büyük bir iç çatışma yaşar. Bu ilişki sonrasında kendisinin alçalacağını düşünür. Fakat içinde kıvılcımlanan duygulara da bir türlü engel olamaz. Suad, bir çölden farksız olan sevgisiz dünyasında toplumun bütün değerlerini bir tarafa iterek, kendisini bu sevginin kucaklarına bırakır. Hayatının baharını yaşayamamış bir kadının, yaşlanma endişesi içinde sonbaharın hüznünde, solup ölen, yapraklarda harcanmış bir ömrün bitişini görür. Ölüm kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre, hayatı dolu dolu, canının istediği gibi yaşamak ister.

Necib: Süreyya’nın halasının oğludur. Genç, yakışıklı, iyi eğitim görmüş, kendi kültürü yanında Batı kültürünü de yakından tanıyan, pek çok kadınla evlilik dışı ilişki kurmuş, kadın-erkek ilişkisi konusunda deneyimli birisidir. Kadınlara
güvenmeyen, evlilikten aşırı derecede korkan birisiyken, Süreyya-Suad ilişkisine büyük bir hayranlık duyar. Fizikî güzelliğinin yanı sıra ruhî yönü ve entelektüel meziyetleri üstün olan Suad, Necib’in bir kadında aradığı tüm özelliklere sahiptir. Ancak böyle bir kadınla evlenebileceğini düşünür. Ona göre Suad; eşine bağlı, nazik, güler yüzlü, şefkatli, samimî bir kadındır. Müziğe karşı duydukları yakın ilgi, onları yakınlaştırır. Necib bir süre sonra bu çok beğendiği kadına âşık olur. Yuvasının kapılarını kendisine açmış olan bir dostun karısına âşık olduğu için günlerce vicdan azabı çeker, pişmanlık duyar. Nihayet Suad’ın da kendisini sevdiğini anlayan Necib, bu hayatın aşksız, sevmeden, sevilmeden yaşanmayacağını düşünür. Kendi arzularını bütün ahlâkî değerlerin üzerinde gören Necib, aşktan başka her şeyin boş olduğunu, bu nedenle hayata sımsıkı sarılarak bundan olabildiğince zevk almayı ister. Romanın sonunda konakta yangın çıkar, herkes dışarıdadır, fakat Suad ortalıkta yoktur. Bu sırada Necib, Suad’ın içeride olduğunu öğrenir. Süreyya ve Necib alevler içindeki konağa girerler, Suad’ın iniltisini duyarlar. Alevler ve dumanlar bir anda her yeri sarar, Süreyya odaya girip girmemekte tereddüt eder, bu esnada Necib, dehşetle haykırarak içeri girer. Onun içeri girmesiyle tavan büyük bir çatırtıyla yıkılır. Necib ve Suad içeride kalır.

Hacer: Süreyya’nın kız kardeşi, Fatin’in karısıdır. Yeni evli olmasına rağmen kocasını sevmeyen, hatta ondan iğrenen bir kadındır. Halasının oğlu Necib’le, tek taraflı da olsa aşk oyunlarına girmekten çekinmeyen sorumsuz, hırçın, mutsuzluğundan dolayı aşırı kıskanç, genç ve güzel birisidir. Fırsat buldukça yakışıklı uşaklar da dahil olmak üzere, sokaktan her geçen erkeği kendisine bir sevgili adayı olarak görür. Necib’in Suad’a olan ilgisini anlayan Hacer onu çok kıskanır, sürekli iğneleyici laflar ederek Suad’ı sıkıştırır. Ulu orta, Necib’in sık sık gelmesinin Suad’a olan ilgisinden kaynaklandığını söyler, onları zor durumda bırakır. Hacer, âdeta onları göz hapsine alır. Bu arada Necib’le ev ortamında şakalaşıp cilveleşmekten de çekinmez.

Fatin: Hacer’in kocasıdır. Sırf babasının parası için Hacer’le evlenmiş kişiliksiz, cimri bir dalkavuktur. Ailede karısı Hacer de dahil kimse tarafından saygı gösterilmeyen birisidir. Fatin, bu durumdan şikayetçi değildir. Onun için insanî ilişkilerin hiçbir önemi yoktur. Ona, rahat ettiği ve para sızdırdığı sürece Beyefendinin himayesinde yaşayıp Hacer’e sözde kocalık etmek yetip de artmaktadır. Fatin-Hacer evliliği, bütünüyle yozlaşmış bir beraberliktir. Fatin’i Hacer için Beyefendi bulmuştur. Fatin sırf rahatı için, yani para için bu duruma katlanmaktadır.

Beyefendi: Süreyya ve Hacer’in babasıdır. Sadece kendisini düşünen, eşi ve çocuklarıyla olan ilişkisi sevgi ve saygı prensibine dayanmayan, ailedeki herkese hükmedebileceğini düşünen otoriter birisidir. Bir baba ve kocadan çok, bir efendidir. Hep kendi dediği olsun ister, kimsenin keyfi için bir saatini bile harcamaz.

Hanımefendi: Süreyya ve Hacer’in annesidir. Aile içinde sadakat, sabır ve şefkati temsil eden yüce bir kadındır. Kocasının, ailesinin geçimini sağlamaktan başka hiçbir görev yüklenmediği bu ailede, nesilleri birbirine bağlayan tek bağ ve ailenin manevî direğidir. Kocasının kahırlarına, meşakkatlerine, ilgisizliklerine, haksız davranışlarına yıllarca sabır göstermiştir. Ezik bir kadın olmasına rağmen, yıllarca ses çıkarmamıştır. Suad, ahlâkî yönden Hanımefendiyi çok beğenir, onun takdire layık yüce bir kişi olduğunu düşünür.

III. Eylül Romanının Mekanı

Eylül romanında olaylar üç mekanda yaşanır: bağ evi, Boğaziçi’nde kiralanan yalı, konak.

Bağ evi”, bütün ailenin yazı geçirmek üzere toplandığı şehirden uzak bir mekandır. Bu ev sıkıcı ve ıstırap çekilen bir mekandır. Burada Beyefendi-Hanımefendi, Süreyya-Suad ve Hacer-Fatin olmak üzere üç aile yaşamaktadır. Evin idaresi, otoriter bir kişiliğe sahip olan Beyefendi’dedir. Beyefendi, hemen herkese sudan sebeplerle bağırır. Bu mekanda kişiler özgür değildir, serbest hareket edemedikleri ve yalnız kalamadıkları için hayallerini gerçekleştirme imkanı bulamazlar. Bu nedenle, sıkıldıkları bu mekandan kaçmak, uzaklaşmak isterler.

Romanın ikinci mekanı “Boğaziçi’nde kiralanan yalı”dır. Burası herkesten uzak, unutulmuş bir yerdir, Süreyya’nın deyişiyle “fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak bir yuva”dır. İçi yarı döşelidir. Piyano bile vardır. Suad’ın babasından isteyip aldığı parayla bu yalı kiralanmıştır. Süreyya, karısı Suad ve halasının oğlu Necib bütün yazı bu yalıda geçirirler. Süreyya önceden beri arzuladığı denizine kavuştuğu için artık çok mutludur. Suad ise kocası sadece denizle, kendi özel uğraşlarıyla vakit geçirdiği için yalnız kalır. Suad ile Necib arasındaki aşk bu yalıda yaşanır.

Eylül romanının üçüncü mekanı ise “konak”tır. Kış mevsiminin gelmesiyle birlikte Süreyya ile Suad konağa dönerler. Beyefendi’nin azarları, Hacer’in sorgulayan bakışları, yasak aşktan kaynaklanan tedirginlikler nedeniyle konak adeta bir hapishaneyi andırır. Romanın sonunda konakta yangın çıkar, yasak aşkı yaşayan Suad ile Necib içeride kalır, yanarak can verirler.

IV. Eylül Romanının Zamanı

Mehmet Rauf’un Eylül adlı romanı 1900 yılında yayımlanmış. Bu roman, edebiyatımızda Servet-i Fünun (Edebiyat-ı Cedide) adı verilen döneme aittir.

Eylül romanında geçen olaylar bir nisan günü başlar, bir sonbahar gecesi konağın yanmasıyla son bulur. Olayların büyük bir çoğunluğu yaz mevsiminde yaşanır.

Eylül Romanının Özeti (Olay Örgüsü)