“Mehabetli bir akşam, denizlerde aksederken,
Tek tük uzak yıldızlar semalara damlıyordu
Karanlığın hücumu, ziyaların hicretinden
Matem ve kan dalgaları ufukları yalıyordu…”
(Hakkı Süha BEYATLI)
«insan manzarayı gözlerinin önünde canlandırabilir. Kaleler, toz duman bulutları içinde kaybolmuşlarda yıkıntıların arasından arada bir alevler yükseliyordu. Gemiler, çevrelerinde fışkıran sayısız su sütunları arasında yavaş yavaş hareket ediyorlar, bazen duman ve serpintiler arasında iyice görünmez oluyorlardı. Tepelerden ateş eden havan toplarının alevleri görülüyor, ağır toplar yer sarsıntıları gibi gümbürdüyordu.» Bir yandan İngiliz ve Fransız gemileri Rumeli mecidiyelerini ve merkez bataryaları şiddetli bir ateşe tutuyor, diğer yandan Türk topçuları Dardanos ve Hamidiye mecidiyelerinden karşılık vermeye çalışıyordu. Korkunç mermiler boğazın iki yanını toz duman içinde bırakmış cehennem misali gökler ateşten kavruluyordu. Mehmet Akif bu havayı dizelerinde şöyle dile getiriyor:
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir savrulur enkaz-ı beşer.
Böyle bir hengamda İngiliz ve Fransızların büyük zırhlıları güçlerini arttırarak ilerlerken büyük bir patlamayla sarsılıyorlar. Bir gece önce Nusret Mayın Gemisinin döşediği mayınlar şimdi onları büyük bir hüsrana sürüklüyordu. Düzeni bozulan savaş gemileri, manevra kabiliyetini kaybederek büyük bir kargaşaya giriftar olmuşlardı. İşte o güvertesinden kesif dumanlar yükselen Elizabeth şimdi yaralar içinde harap ve bitap denizin karanlıklarına gark oluyordu.
Boğazın o kan kokan havasında hüsranla biten bir hareketin ardından, İstanbul’u sözde Constantinepolis’i tekrar hükümranlığı altına alarak hasta adam dedikleri Osmanlıya son vermek için bu kez karadan çıkarma yapmışlardı. Conkbayırı’nda Anafartalar da seddülbahir de Mehmetçik süngü süngüye savaştı.
Seddülbahir’e giden yol bir mahşere gidiyordu
Uzaklarda yıldızlar, şehitlerin nura dönmüş
Ruhu gibi yükseklerden cengi tavaf ediyordu…
Sahillere uzanan siperlerden şimdi yanık
Türkülerin hüzünlü nağmeleri akıyordu,
Seddülbahir öyleydi, sanki bir mahşer kapısıydı, gökler ölü indiriyor yer ölü püskürüyordu. O mahşer yerinde yaşanılan bir anı şöyle aksediyor bizlere:
Gün boyu savaştılar durmadan. O mahşer yerinde gözü bir an üç beş adım ötesindeki Hasan’a takıldı. Yatıyordu hiç kıpırdamadan. Göğsünden sızan kanı gördü, vurulmuştu. Ölmüş müydü acaba, yok yok hayır ölmemiştir diye düşündü, olsa olsa yaralanmıştır. Sözü vardı Mehmet’e onlara gelecek, anasının yaptığı ekmeklerden yiyecek, bahçede oturup o güzelim gülleri seyrederek çayını içecekti. Zaten Hasan’ ben sağlam adamımdır, öyle kolay kolay deviremez bu gavurlar beni. En az elli kurşun isabet ettirmeleri lazım der, sonra bir kahkaha patlatırdı derinden. İyi dost olmuşlardı şu kısacık zamanda. Yok yok ölmemiştir, dedi. Ama dayanamadı yüreği, eğildi sürünerek Hasan’ın yanına gitmeye çalıştı. Yanına vardığında önce yüzüne baktı. Huzurlu bir tebessüm vardı yüzünde. Nefes alıyor mu diye baktı, almıyor gibiydi, iyice dinledi yok, ölmüştü Hasan. Mehmet o anda bütün dermanının kesildiğini hisseti, yığıldı. Bu yolculuğa çıkalı beri, ilk defa gözleri boncuk boncuk yaşlar dökmeye başladı Mehmet’in. Sonra inanılmaz bir hırsla sarıldı tüfeğine, durmadan ateş etti edebildiğince. Ruhları ebedül abadda sarıldı birbirine.
Çanakkale Bedr’in arslanlarının kükrediği bir yerdi.
Çanakkale kınalı kuzuların gül bahçesine girercesine şehadete atıldığı bir yerdi.
Çanakkale zor şartlar altında binlerce şehit verilerek kazanılan mukaddes bir zaferdi.
Çanakkale tam bir destandı. Hala, kan ve barut kokan Çanakkale dağları bu destana şahit.
Bu destanda neler yok ki!!!
Bu destanda, cephaneliğin infilak etmesiyle gözlerinden olan Memiş’in; komutanın: “Vah evladım vah! Gözlerinden oldun” demesine karşılık: “Üzülme Paşam, üzülme! Bu gözler göreceğini burada gördü, bundan sonra görmese de olur!” ifadesi var.
Bu destanda, Fransız zırhlısı Büve’nin 610 mürettebatının denize saçıldığı anda; İngiliz zırhlısı Oşi’nin, sudaki karıncalar gibi çabalayan düşman askerlerini toplaması için ateş kesen Türk topçusunun civanmertliği var.
Bu destanda, 276 kiloluk üç top mermisini tek başına peyderpey fırlatıp İngilizler’in Oşin zırhlısına Boğazı dar eden, savaşın seyrini bir anda değiştiren Koca Seyit Onbaşı’lar var. Bu destanda, havada çarpışan mermiler var. 1 metrekareye 6.000 merminin düştüğü mevziler var.
Bu destanda, cephanesi bitmiş, geri çekilen askerlere: “Düşmandan kaçılmaz! Ben size taaruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” diyen Anafartalar, Conkbayırı muharebelerinin kahramanı Mustafa Kemal Atatürk var. Ve yine bu destanda, Atatürk’ün bizzat Nutuk’ta anlattığı ibretli sahneler var. Bakın Atatürk o dehşetli anı nasıl anlatıyor:
“Siperler arasındaki mesafe 8 metre. Yani ölüm muhakkak…Birinci siperdekilerin hiçbiri kurtulamadan şehit düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor… Fakat ne kadar gıpta edilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, 3 dakikaya kadar öleceğini de çok iyi biliyor… En ufak bir korku, endişe göstermiyor… Sarsılmak yok!!! Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor, bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyor. Emin olun ki Çanakkale savaşlarını kazandıran bu yüksek ruhtur…”
Tuğa selam, sancağa selam ve can tutan yüce başlara binlerce selam olsun.