İçimde, midemde, kıvrım kıvrım kıvrılan solucanlar var gibiydi. Bir süre sonra, boğazıma yerleşip, sinsice dans etmeye başladılar. Boğazıma verdikleri ağırlık ve tiksintiyle yutkundum. Yutkununca gidecekler sandım. Giderlerse bu lanet histen kurtulurum sandım.

Sponsor Bağlantılar

Ağlamam sandım. Onların soylarını kurutursam içimde, gözlerimde ayaklanan yeniçerilerde, sakinleşirler sandım.

Sanmakla yetindim.

İçime yerleşen solucanların yemini temizlemedikçe, gitmeyeceklerdi biliyordum. Adı ‘Acı’ olan bu yemler, bitmek bilmiyordu. Sessizliğimi bozan hıçkırıklar, dinmiyordu.

Tavır alıyordum bahara. Herkese mutluluk verirken ”benim hakkım nerede?” diye bağırasım geliyordu. Susuyordum. Zaten başımıza ne geldiyse susmaktan gelmiyor muydu?

En gereken yerde susuyorduk. Kelimeleri yemekten, ciğerlerimiz bir süre havasız kalmıyor muydu?

Sinirlenince bundan mı ağlıyordu bazılarımız acaba? Havasız kalan ciğerlerimiz, canımımızı mı yakıyordu biz ne olduğunu anlamadan?

Sorularımın cevabını alamadan, yeni sorunlara yer açan kalbim, kalbimiz, nasıl bir girdabın içindeydi?

Nelere muhtaçtık böyle? İnkar etsekte, gocunsakta bunlardan, sevgiye açtık. Sohbet etmeye birileriyle… Yeniçerilerimiz ayaklandığında, solucanlar bize kafa tuttuğunda, yanımızda bize değer veren birinin olmasına ihtiyacımız vardı.

Keşke olmasıydı. Ama olmuyordu işte. Bir süre sonra, yalnızlık hükmedince ruhumuza, duvar dibine çöküyorduk öylece. Kendi başımıza kalıyorduk. Yaslanacak omuz arıyorduk, bulamayınca, dizlerimizi karnımıza çekip, onlara yaslanıyorduk, sarılıyorduk.

İhtiyacımız olan bir kaç kelimeyken, biz küçücük solucanlara zamansız yeniliyorduk.

Bu zamansız zamanlarda, kendimizle baş başa kalıyorduk. Ve kendimizi teselli etmeye alışıyorduk.

Çünkü kimse, en ihtiyacımız olan zamanda yanımızda olmuyordu. Biliyorduk…