Mainz, 29.04.2010
Resmi öğretinin aksine İstiklal mücadelesinin, pek çoğu dindar ve muhterem insanlardan oluşan 1. meclis tarafından yürütüldüğünü artık bilmeyenimiz kalmadı. Mücadeleyi bir büyük „iman“ hamlesi ile gerçekleştirmiş olan bu meclisin sonraları hiç bir haklı gerekçe olmaksızın dağıtıldığını da biliyoruz.
Batıyı yegane kıble olarak tayin eden kurucu kadrolar, kendi gibi kalmak konusunda direnç gösterenleri çoğu zaman zecri tedbirlere başvurmak suretiyle bertaraf etmişti. Hemen her ocağından şehit ağıtları yükselen yoksul ve mazlum milleti „torna“ tezgahından geçirmek o kadar da zor olmamıştı. Ancak ilgili kadrolar bu mühendislik projesinin süreklilik hesabında yanılmışlardı. Zira zorla bir milleti dönüştürmek Allahın koyduğu „Fıtrat“ yasalarına aykırıydı. Nitekim öyle de oldu. Millet kendi yöneticisini tayin etme hakkına yarım yamalak bile olsa sahip olur olmaz, tornacıların tezgahlarını başlarına yıkıverdi. Ancak zamanında ülkenin zenginliklerini paylaşmış ve bir sera bitkisi özeniyle yetiştirilip beslenmiş olan „elitist“ zihniyetin muhteşem konforundan vazgeçmeye niyeti yoktu. Zira sahibi! oldukları memleketi memo ve haso lara bırakacak kadar enayi değillerdi. Nitekim bu yüzden başbakan bile asmaktan imtina etmediler. 1960 sonraları milletin bir türlü istedikleri kıvama gelmediğine hükmeden elitist zümre millet egemenliğini milletden alıp, kerameti kendinden menkul bazı Yüksek Kurullara devrettiler. Bununla da yetinmeyerek milletin bir kısmını düşman! ilan ederek Milli Güvenlik Siyaset belgelerine kaydettiler. Ülkenin efendileri milleti diledikleri gibi idare edebilmek için iki adet „paranoya“ yı tedavüle soktular, biri „bölücülük“ diğeri ise „irtica“.
Ne zaman millet kendisine benzeyen insanları iş başına getirmeye kalksa hep bir ağızdan „irtica“ yaygarası kopardılar. Önceleri bu iç düşman kanaati gizli tutulmaya çalışlırken 28 Şubat sonrasında bunu da açıktan seslendirmeye başladılar. Yani bu milletin kahır ekseriyeti devletin düşmanıydı. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Normal bir ülkede böyle bir şeyin ifade edilmesi bile psikolojik tedavi gerektirecek bir durum olmasına rağmen bizim ülkemizde koca-koca koltuklarda oturan omuzu yada ensesi kalın kişiler tarafından gayet normal bir şekilde ifade edilebilir oldu. Böylesi bir garabet ancak bizim ülkemizde yaşanabilirdi. Çünkü normal bir memlekette „Milletin Devleti“ yahut „Milletin Ordusu“ olurdu. Biz de ise „Devletin Milleti“ veya „Ordunun Milleti“ vardır. İşte mesele de buradan kaynaklanmaktadır.Devlet denen aygıt „azgın“ bir azınlığın elinde milletin ensesinde „boza“ pişirmeye kalkıştığı için toplumsal huzur sağlanamıyor. Bu sebeple millet ile azgın azınlık arasında kıyasıya bir mücadele biteviye sürüyor. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi üzerinden yapılmak istenen de alenen millet düşmanlığıdır. Her iki kişiden birinin oyunu almış bir partiyi „Google“ aramalarıyla delillendirip! Kapatmaya çalışmanın başka bir izahı yapılabilir mi? Bugün bile milli güvenlik siyaset belgelerinde milletimiz en büyük „iç düşman“ olarak tavsif edilmeye devam etmektedir. Halbuki bir hukuk devletinde iç düşman diye bir tabir olamaz. Düşman ancak ülke dışında olabilir ve ülkenin ordusu da memleketi düşmanlardan korumak için sınırlarda nöbet tutar. Bizim ordumuz sınırlarda nöbet tutmak yerine daha çok Çankaya köşkünde „sözde değil, özde laik“ kişilerin ancak oturabileceğinden bahisle meclisin bahçesinde nöbet tutmayı tercih ediyor.
Daha bundan 3 yıl önce adına e-muhtıra denilen ve halen Genel Kurmay sitesinde özenle muhafaza edilmekte olan o garabet dolu metinde Peygamber efendimize milletimizin göstermekte olduğu rağbet ve sevgi, şizofrenik bir biçimde eleştirilmekte ve bunu yapanların düşman olduğundan dem vurulmaktadır. Yerli işbirlikçilerin fosseptik çukuru kanallarından beslenmekte olan yabancıların da, müslümanları iç düşman ve birinci tehdit olarak görmekte oldukları hemen herkes tarafından bilinmektedir.İtalyan gazeteci-yazar Marcello Foa, Abdullah Gül`ün Cumhurbaşkanı seçilmesini İl Giormale gazetesinde (Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet gazetesi, 1 Eylül 2007) şöyle değerlendiriyor: „AKP görülmemiş bir güç tekeline sahip. Mutlak çoğunluk, Meclis Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı ellerinde. Laik değerlerin üç direğinden biri yıkıldı. Aleni bir İslamcı, cumhurbaşkanı oldu. Bir sonraki hedef, kalan iki kaleye, Anayasa Mahkemesi ile Silahlı Kuvvetlerè nüfuz etmek olacak. Final belli.“
İşte, iç düşman böylesine aleni ve açık. Yani millet devletin düşmanı. Tabi bu aleni ifadeler ve uygulamalar millete büyük bedeller ödetmesiyle beraber uyanışı da tetikledi. Milletimiz artık kendisini düşman olarak görenleri iyice tanıdı. Yine de millet onlara düşmanlık beslemiyor. Beslemiyor ama bundan böyle onların düşmalıklarına fırsat vermeyeceğinin de işaretlerini veriyor. Bırakalım son sözü şairler sultanı söylesin:
„Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın,
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın.“
Baki Selam ve Saygılarımla.
Ömer Erdem
Mainz/Almanya
Sayin Erkan, Benim gibi düsünmeyebilirsiniz. Ancak nezaket denen en insani bir hasleten bile sarf-i nazar eder ve hakaret ederseniz biliniz ki bu, bizim hakaret etme yetenegimiz olmadigindan degil edebimiz müsade etmedigi icindir. Deniz fenerine gelince benim verdigim parayi bos verin. Siz verdiginiz parayi söyleyin ben derhal onu tazmin edecegim. Bu ifade orada yapilmis olanlari aklamak niyetiyle kulanilmamistir. Sucu olan hukuk karsisinda hesabini verecek. Ama benim verdigimi düsündügünüz paranin hesabini sormak size düsmez. O zaman ben de size hadi ordan… Derim.
Biraz dürüstlük ve bizar edep. Cok sey mi istedim?
Saygilarimla.
Milete gelince din imam kendinize gelince han hamam.
Bu ülke ne çektiyse cehaleten, uyanık din tacirlerinden çekti. Masum temiz duygu ve iman sahibi insanlarıda yılardır kandırdılar ve kandırmayada devam ediyorlar.
Merak etim deniz fenerine kaç euro kaptırdınız?