Yazılımız var. Ben yine çok heyecanlı, kâğıdı kalemi alıyorum elime. Kalbim güm güm, elim titrek; koyu yeşil, içimi karartan tahtada gördüğüm soruları yazmaya başlıyorum. Hepsini bir bir kâğıdıma döküyorum özenle. Sorular başlığı altında 1,2…10 ve yazdım.1. soru tamam, 2. soru, tam olmasa da tamam ve 3. soruyu düşünmeye fırsat kalmadan;  kalın, yüksek, öfkeli bir ses kulağımda. Başımı kaldırıyorum hızla, öğretmenimin sesi. Sayın öğretmenim Necdet Ulak. Kısa boylu ve kumral, kahverengi gözlü, açık kahve saçları,iyimser suratına rağmen sert, sinirli ve sopasını kullanmaya hiç üşenmeyen öğretmenimin sesi ‘’PELİNN!!’’.

Tamam, işte sınavın bittiği an, heyecanımın müthiş bir korkuya döndüğü an. Efendim diyecek kadar bile sesim çıkmıyor ve yarım kalıyor cevabım ‘’EFEN dim’’. Elinde sopası, kaşları çatık; sınıfta herkesin gözü bende ve beynime iki kelime kaydediyor. ’’Kopya mı çekiyorsun’’. Annemi düşünüyorum bir an, kaçmak istiyorum, saklanmak istiyorum.’’Hayır öğretmenim’’ diye kısık titrek bir iki kelime dökülüyor dilimden ama nafile tabii. İşaret parmağı kapıya yönelmiş  ‘’kâğıdı kalemi bırak, çık dışarı !’’ diyor; nedenini nasılını sormadan; yüzüm öne eğik, gözlerim dolu dolu, omuzlarımda bir ağırlık, kollar düşmüş, koşmak isterken ağır adımlarla çıkıyorum sınıftan.

Sponsor Bağlantılar

Uzun saatlerden sonra, yazılı bitiyor sonunda, ben kapı dışındayım. Arkadaşlarım çıkıyor tek tek, yüzüme bakıyorlar iyice. Sanki görmemişler beni daha önceden. İyi kalpli birkaç arkadaşım ‘’üzülme Pelin’’ diyorlar elleri omzumda. Utanıyorum, ‘’kopya çekmedim ki, bir şey yapmadım ki’’ diyorum, ağlarken. Tam kızacakken öğretmene, arkadaşlarımdan birisi bakıp yüzüme, beni işaret edip gülüyor. Diğerlerinden de onay alarak. Eziliyorum, bükülüyorum; okus pokus desem, kayboluversem birden. Fısıldamalar duyuyorum gözler üstümde. 35 kişilik sınıf; hangi birine anlatırım suçsuzluğumu. Daha cezası var bunun. Teneffüs bitti, ders başlayacak yeniden. Durmayım gideyim diyorum ama ya öğretmenim görürse. Olmaz Pelin, en azından şu 1–2 dersi bitir sonra kaçarsın hemen kimselere gözükmeden.

Sınıfa girdik, ayaklarımı zorluyorum adım atsınlar diye, gözlerim yerde, oturuyorum koyu kahverengi sırama. Neden, bu sınıflarda her şeyin rengi bu kadar koyu, kara. Neden, ilk bu renklerle tanışıyoruz öğrenme aşamasında anlamadım. Korkuyorum, bomboşum, sorguluyorum aklımda fakat ses veremiyorum. Öğretmenimiz giriyor içeri dimdik yine, kızgın suratıyla. Ben ve birkaç arkadaşımın ismini söylüyor. Her adımı söylediğinde adımdan nefret ediyorum sanki. ‘’çıkın tahtaya’’ evet yargı önüne çıkıyoruz. Ellerimizi kavuşturup sadece yere bakarak. Sıralanıyoruz, iki katı kalabalık sıraların karşısında. Yazılı notu geliyor kulağıma, hızlı, sert, gür bir sesle. ‘’Pelin 0’’. Kocaman bir sıfır gözümde canlanıyor. Cevapladığım sorularda yandı, eve ne diyeceğim, nasıl inanır insanlar bir şey yapmadığıma ve aslında yapmayacağıma. Artık hep şüpheyle bakılacak bana. Bitmedi tabi, cezaları seven, sayın öğretmenimden tek tek talimatlar geldi; tek ayaküstünde durucağız, bir ders ve bir teneffüs. Bari dışarıda olsaydı, herkesin önünde yapmayın öğretmenim. Boynum ağrıdı, sadece yere bakmaktan, kıpırdatamıyorum ki utanmaktan. İkinci talimat geldi ‘’açın elinizi ve parmaklarınızı birleştirin. Sevmiyorum nefret ediyorum ama o sopadan ben. Dokunmasın bana, çok acıtıyor. Birleştirdiğimiz küçücük parmaklarımızın ucuna vuruyor hızla, sırayla. Gözlerimi kısıp, sıramı bekliyorum. Bir sağ bir sol elime vuruyor.

Kızardı parmaklarım, sızlıyor ve ağlıyorum. Ama o an karıştı aklım; Sert olsa da sevmeye çalıştığım için öğretmenimi, acıyan küçük yüreğim miydi? Acıyan kendim miydim kendime? Utanırken arkadaşlarımdan: acıyan öfkem miydi bana? Alaycı bakan gözlere rağmen sustuğu için, acıyan parmaklarım mıydı? Artık ne yapsa ne etse boş, kafam almıyor, ama öğretmenim konuşuyor, sözde nasihat veriyor. Duymuyorum ki ben seni öğretmenim, bir yol bulsam da kaçıp gitsem diyorum. Ağlıyoruz arkadaşlarım ve ben. Ama ben yapmadım ki öğretmenim, çekmedim ki kopya. Sesim nerde çıkmıyor, çıkmıyor işte. Saatler geçiyor ve sonunda okul bitti, evlere dağılıyoruz. Yolda, ağlaya ağlaya yürüyorum, hıçkırıklarım kesiyor nefesimi. Sanki herkes biliyor ne olduğunu, anlatmak, savunmak istiyorum.

Annem de yok evde, çünkü çalışmak zorunda. Benim güzel annem. Anlatsa roman olur yaşadıkları; ama ne olursa olsun hep iyimser, güler yüzlü, yumuşak sesiyle konuşturup insanı, destekleyerek dinleyen, ela gözlü, küçücük burunlu, kumral, kısa boylu, birazda ton ton annem. Gözlük bu kadar mı bütünleşir insanla. Nasıl insana huzur veren bir yüz ve tebessümdür annemin yüzü. Ama çocukları söz konusu olunca, o güzel, benim tatlı şirin annem gider, bir kartal gelir, bembeyaz kanatlarını açmış. Yüzünde yakışmasa da sert bir ifade. Ama yok işte şimdi evde. Çalışmak zorunda çünkü benim annem. Tamda kucağına sığınmak isteğim an. Gelse de geri dönse işe olmaz mı ki. Olmaz biliyorum. Ne güzel bir mucize olurdu bugün, benim için. Yüzünü görsem, sesini duysam yetecek ama annem çalışmak zorunda, akşamı beklemem gerek, sarılıp ağlamak için.

Akşam olur mu bugün acaba. Oldu akşamda oldu. Ne uzun bir gündü bu. Annecim geldi, sofra, yemek derken klasik bir akşam devam ediyor. Anlattım hemen olanları. Tabiî ki annem, şüphesiz inanırdı çocuklarına. Sayın öğretmenime kızdı, söylendi, kendine yakışmayan çatık kaşlarla ve bir bakışıyla kızgınlığını, uyarısını anladığım gözleriyle. Eli saçlarımda ‘’üzülme kızım, yarın konuşurum ben‘’ dedi. ‘’Hadi yat şimdi vakit çok geçmeden’’. Tamam, uyku vaktimiz geldi, her zamanki saatte yatacağım. Saat 9.00 hiç değişmez kural. Televizyon izlemek yasak ama ben odamdan bakıyorum kaçamak kaçamak. Ama ben yarın okula gitmicem ki. Uykum geliyor, kapatıyorum gözlerimi içim daha rahat. Düşünmek istemiyorum ama yarını.

Sabah oldu işte ’’hadi kızım kalk, geç kalacaksın!’’ annemin sesi yine. Kâbus gibi. ’’gitmeyeceğim ben okula ‘’. Ağlıyorum, sızlanıyorum, korkuyorum diyorum anneme, istemiyorum hiç gitmek, ama nafile. Annem bırakır mı, gitmek zorundayım çünkü. Tutuyor kolumdan ‘’tamam, ben konuşacağım. Hakkı yok zaten, bunu yapmaya. Ama sen gitmek zorundasın’’ diyor, annem. Ben ağlaya ağlaya, yine düşüyoruz yola, annemin elinden tutuyorum sıkıca.. Beni sınıfa bırakıyor; ama bana, terk ediyor gibi geliyor. Yine utanç, yine gözler üzerimde. Bakıyorum etrafıma, kaçak gözlerle, ceza alan arkadaşlarımdan kara kız Sevda yok, gelmemiş. Gerçekten çok karaydı Sevda. Bir şarkı söylemişti bir gün, adını taşıyan.’’ Sevda sevda unut onu gönlümde bitsin bu fırtına’’. Adı geçiyordu işte, anlamının ne önemi vardı o zaman. Araplara benziyordu. Sevda’yı,  bizim arkadaşımızın adı Sevda sanıyorduk. Gelmemişti bugün, neden acaba.

Annemle, öğretmenim konuştular uzun uzun. Sonra annem yanıma geldi ‘’beni de götür anne, ne olur. Kalmak istemiyorum burada’’. Tabiî ki annem beni götürmedi o gün eve. Okulda kaldım, derslere devam üzere. Annem gitmeden önce, öğretmenimin savunmasını anlattı. Haklı görmemişti ama yapmıştı işte, kızgındı annem de
benim kadar, ama yapmıştı işte. Sayın öğretmenim, bir gün önce eşiyle tartışmış, çok sinirliymiş. Kendini kaybetmiş ya da tutamamış. Yoksa o kadar tepki vermezmiş tabii. Ne oldu netice, kişilik özellikleri aldım öğretmenimden; eziklik, utanç, çekinmek, korku. 21 yıl oldu, ilkokul 3. sınıf biteli. Ama ben hala ürkerim öğretmenlerden ‘Pelin’ dediklerinde. Bu arada, bir arkadaşım okuldan ayrıldı. Çok etkilenmiş o gece ve hep ağlamış. Başka okula almaya karar vermişlerdi. O arkadaşım, kara kız Sevda’ydı.