Geçmişe özlem duymak…
İlkokul ve lisenin ilk yıllarında aklıma hiç gelmezdi geçmişte asıl neyin özlendiği. Hislerini özlüyormuşsun meğer… Düşüncelerini, saflığını, huzuru, o zamanki gözlerini özlüyormuşsun. Ve ilk aşkını…
Bunların farkına mezun olurken vardım. Yanıma gelip yaşlardan ışıldayan gözlerini ilk kez bu kadar yakından görünce…
İlk kez bu şekilde bakıyordu bana. Gözleri; bakışlarını her yakaladığımda ışıldardı. Yine ışıldıyordu. Ama bu sefer ayrılık vaktinin ona verdiği yaşlar ışıldatıyordu kahverengi gözlerini…
İlk defa bu kadar yakından görüyordum onu. Hiç konuşmamıştık bile. Ama o kadar iyi anlamıştık ki birbirimizi. Ve o kadar iyi anlamaktaydık ki o an. Gözlerimiz yeterliydi, her zaman yetmişti bize.
Yine konuşmuyorduk… Anlatacak bir şeyde yoktu aslında. Ne diyebilirdik birbirimize -şu ana kadar anlattıklarımızdan başka- ?
Yıllardır; ne onu her gördüğümde deli gibi çarpan kalbimde bir yavaşlama, ne de bana her baktığında gözlerinde gördüğüm o ışıltıda bir azalma olmuştu.
Yine çarpıyordu kalbim. Yine ışıldıyordu gözleri. Yine kıpırdamıyordu dudaklarımız. Yine anlıyorduk birbirimizi…
Aşk…
Aşk mıydı bu? Aşk bu kadar basit miydi? Allahın aşkı, temiz yaşayan kullarına verdiği bir armağan olarak düşünmüştüm hep. Bu armağana lâyık olacak kadar temiz mi yaşamıştık biz?
Eğer şu an âşık olduğunu söyleyen herkes âşıksa gerçekten; birbirlerini görmediklerinde neden eksik olanı aramıyor gözleri? Nasıl kahkaha atabiliyor yanında yokken? Gerçekten âşıklarsa; neden aylar sonra bırakıyorlar ki birbirlerini?
Ben ona sahip olmaya kıyamazken, bırakmaya nasıl kıyabilirim?
Bizimki aşk mıydı? Neden âşık olduğunu söyleyenler gibi konuşmaya gerek duymadan anlayabiliyorduk birbirimizi? Birbirimizi görmek her anlamda neden yetiyordu bize? Bu yetinme; sahip olduğumuz şeyin, ya aşkın büyüklüğünün yanında onun zerresini bile dolduramayacak kadar küçük, ya da; belki aşktan taşacak kadar büyük olduğunu gösteriyordu.
Nasıl bir çelişkiydi bu böyle…(!)
O âşıklar(!) gibi olamamıştık biz hiç. İstemezdik de zaten. Konuşmamış olsak da tanıyordum onu. İstemezdi… Onlar gibi aylarla sınırlı sahip olmak birbirimize… Bu bize yetmezdi.
Yıllardır kimse anlamamıştı bizi. Şimdi anlıyorlar mıydı? Yoksa bizim dilimizi daha önce kullanmış olan kimse yok muydu çevremizde? Allah’ın bu armağanına biz mi layıktık yalnızca?
Bu bakışlar anlamsızdı onlar için belki de. Hâlbuki neler vardı bu kayboluşun içinde…
Gözlerindeki yaşların arasında; aramaya gerek duymadığım, her zaman orda olduğunu bildiğim o umudu görebiliyordum yine. Bendeki umutsuzluğu yok edecek, ikimize de yetecek kocaman bir umut vardı bu sefer yaşların ışıldattığı kahverengi, iri gözlerinde…
Nedendi o yaşlar peki? Belki de uzun yıllar bu umudu benim umutsuzluğumu görmeden sürdürmek zorunda olmasındandı…
Korkuyor muydu? Umutsuzluğumun kalbime hükmedeceğini mi düşünüyordu? Yapmazdı. Yapamazdı ki. Gözlerimi her kapayışımda kayboluyordum onun gözlerinde. Her kayboluşta biraz daha fazla çırpınan kalbim, yanaklarımın kızarmasına neden oluyordu. Hiçbir umutsuzluk o anki kayboluştan daha büyük olamazdı.
İstemeyerekte olsa bulmak zorundaydık yolumuzu artık… O bulmuştu önce. İlkliğin verdiği vicdan azabını o andan çekmeye başladığı belliydi.
Yolunu bulan gözlerim, ellerine kaymıştı bu sefer. Bir kâğıt vardı parmaklarının arasında.
Anlamıştım yine…
Temassız, nazikçe bırakmıştı istemsiz açılan avucuma.
Tekrar kaybolmamak için yaşlarla dolan gözlerimi kaldırmadım… Gitmesi için yeterli süre geçtikten sonra baktım çevreme. Onun bakışlarının yanında ne kadar boştu bu bakışlar… Gözlerim, dakikalar önce onun gözlerinden ödünç aldığı umutla aynı kayboluş yolunu aradı. Bulamayacağını bile bile…
İşte o an anladım geçmişe özlem duymanın ne olduğunu. Yolumu son buluşumdan bu yana, geçmişteki kayboluş yolumu özlüyordum ben…
11DİL