“Şu Çılgın Türkler” kitabında yer alan en ilginç ve çarpıcı olaylar bu makalelerde derlenmiştir. Her biri okumaya asla pişman olmayacağınız türden alıntılar içerir.

Sponsor Bağlantılar

 

Sabah İstanbullular, Kızılay’ın çağrısına uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri gazetesinin dar idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı.

Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi göründü. Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman kenara çekilerek yol veren İstanbullular,  bu sefer kıllarını bile kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola inerek geçip gitti.

İçerde, daha afyonu patlamamış olan huysuz idare memuru, bir deftere, söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış miktarını yazıyordu.

“Kahveci Ali 100 kuruş.”

“Hallaç Asım, 75 kuruş.”

“Eskici Yusuf, 50 kuruş.”

Sırada, küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın üzerine bıraktı:

“Hasan, 5 kuruş.”

Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, yüzünü kocaman mendilinin arkasına saklayarak burnunu sildi.

Şu Çılgın Türkler, s. 47

 

İstanbul’da iki saat önce akşam olmuştu. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Harold Rumbold, Tepebaşı’ndaki elçilik binasının ikinci katındaki şık döşenmiş odasında, Bekir Sami Bey yurtdışında olduğu için Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’na vekalet eden Ahmet Muhtar Mollaoğlu’nun yolladığı sert notayı okumaktaydı:

“..Barış ümidi vererek Londra’da görüşmeye çağırdığınız halde, Konstantin’e de hücum emrini verdiniz ve bizi en yalancı vaatlerle uyutmaya çalıştınız. Türk milleti ve kalben kendisiyle birlikte olan bütün Müslümanlar, Londra hükümetinin bu hareketini asla unutmayacaklar; İngiltere hükümetinin, ücretli köleleri olan Yunanlılar aracılığı ile yaptırdığı kıyım ve yıkımı, her zaman hatırlayacaklardır. Siz kadınlarımızı, çocuklarımızı önce Venizelos’un, şimdi de Konstantin’in sürülerine öldürterek, bize Batı emperyalizminin boyunduruğunu kabul ettirmeyi başaramayacaksınız vesselam!”

Şu Çılgın Türkler, s. 45

 

İstanbul hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa, her zamanki yumuşaklığı ile, “Beyler..” dedi, “..İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler.”

Sarı atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:

“Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.”

“İçeri al.”

Nazır subaylara bilgi verdi:

“Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.”

Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:

“Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.”

Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazır önündeki bir yazıya bakarak, yumuşak bir sesle, “oğlum..” dedi, “..dün akşam Beyoğlu’nda İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?”

“Evet efendim, doğru.”

Nazır dürüst subaya babacanca yol gösterdi:

“Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?”

“Hayır efendim, gördüm.”

Nazırın canı sıkıldı:

style=”font-size: small; font-family: arial,helvetica,sans-serif”>”Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.”

“Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?”

Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:

“Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı olayı bu sabah protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım.”

Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:

“Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.”

Nazır bıkkınlıkla, “Söyle bakalım” dedi.

“Balkan Savaşı’nda teğmendim, Çanakkale’de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem.”

Harbiye Nazırı bozuldu:

“Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.”

Yüzbaşı sukunetle, “Anladım efendim” dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:

“Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!”

Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.

Gözleri dolarak yüzbaşıya selam durdular.

Şu Çılgın Türkler, s. 57-58

 

Binbaşı Kemal “En azından 20.000 savaşçıya ve daha çok topa ihtiyacımız vardı” dedi. Sesi karamsardı. Savaş öncesinde bu karamsarlığı tehlikeli bulan İsmet Paşa azarladı:

“Memleketin imkanı bu kadar. Sabırlı ve iyimser olmak zorundayız. Bizim bir tek gerçek müttefikimiz var: Zaman! Zaman kazanmaya bakacağız. Zamanla askerce ve silahça güçleniriz, zamanla halkın desteği daha da artar. O zaman gelince de vatanımızı düşmandan temizleriz. Şimdi bize düşen, ümitsizliğe kapılmadan, var olanla yetinmek, dağlarımıza, ovalarımıza tırnaklarımızı geçirip o güzel zaman gelene kadar direnmektir.”

Bir subay sessizce içeri girip Yarbay Naci Tınaz’ın önüne bir not bıraktı. Yarbayın gözleri parladı:

“Paşam! Sabah İzmit’i geri almışız.”

İsmet Paşa neşeyle, “Haydi kahve içelim” dedi.

Yüzbaşı Cevdet Kerim İncedayı boynunu büktü:

“Affedersiniz paşam, kahvemiz bitti. Çay da daha gelmedi.”

İsmet Paşa güldü:

“Bu güzel haberin şerefine bir şey içmeden olmaz. Haydi, birer sigara içelim.”

İlk sigarayı kendi yaktı.

Şu Çılgın Türkler, s. 150

 

Hamit Hasancan, cevap metnini, sabahleyin Hariciye Nazırı A. İzzet Paşa’nın süslü odasında Rattigan’a verdi. Meraklı Rattigan hemen cevaba göz attı. Okudukça yüzünün rengi değişiyordu. Birden patladı:

“M. Kemal, General Harington’la görüşmek için İngiltere’nin tam istiklal ilkesini kabul etmesini ön şart olarak ileri sürmüş. Tam istiklal ne demek?”

Hamit Bey gülümsedi:

“Siz tam istiklalden ne anlıyorsanız işte o demek.”

Rattigan başını A. İzzet Paşa’ya çevirerek, “Kemalistler akıllarını kaçırmış görünüyorlar..” dedi, “..böyle bir şart asla kabul edilemez!”

Kalktı, pencereye gitti.

A. İzzet Paşa şaşırmıştı, Hamit Bey’e eğildi, “Bu çocukça bir çılgınlık..” diye fısıldadı, “..İngiltere gibi bir büyük devlete ön şart ileri sürülür mü? İngiltere gibi büyük bir devlet ön şart kabul eder mi?”

style=”font-size: small; font-family: arial,helvetica,sans-serif”>Hamit Hasancan, Ordu Komutanlığı, Harbiye Nazırlığı, Sadrazamlık yapmış olan bir zamanların bu ünlü ve saygın askeri A. İzzet Paşa’ya hüzünle baktı. Milli mücadelenin anlamını hiç kavramamış, kapitülasyonları ve işgali yazgı diye kabullenmiş, emperyalizmin yenileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen, Sevr Antlaşması’nı alınyazısı gibi gören, çürümüş düzenin ürünü, tipik bir Osmanlıydı.

Sesini düşürmeye gerek görmeden, “Paşam..” dedi, “..hiçbir devlet şerefimizden ve ümidimizden daha büyük değildir.”

Şu Çılgın Türkler, s. 155-156

 

YARBAY EMİN BEY İzmit’e dönmüştü. Emrindeki milli müfre­ze reislerini çağırttı. Reisler geldiler. Aralarında Fatma Seher Hanım da vardı. Görevlerini anlattı. Eski eşkıya İpsiz Recep, “Askerce mi dö­vüşeceğiz?” diye sordu.

“Evet. Teslim olana dokunmayacaksınız. Cezasını devlet verir.”

Kandıralı Molla Halit itiraz etti:

“Onlar öyle mi yaptı? Ne asker dinlediler, ne sivil, ne ihtiyar, ne kız, ne kadın, ne çocuk..”

Gözlerinden kin akıyordu. Emin Bey “Bana bakın..” dedi, “..biz cellat değiliz, askeriz.”

“Kumandanım bunların hepsi eli kanlı haydut!”

Emin Bey ayağa kalktı. Re­isler de kalkıp askerce durdular.

“Öfkenizi gemleyin. Emri­min dışına kim çıkarsa, canını yakarım. Kurmay Başkanına uğ­rayıp görev bölgelerinizi öğrenin. Haydi!”

Bir ağızdan “Başüstüne!” dediler, selam çakıp çıktılar.

Karşılarında birden süvarileri gören dağa kaçmış kadın-er-kek Karamürselliler çığlık çığlığa atılıp süvarileri ve atlarını sevgiye boğdular. Topları dik bir yamacın en üstüne, ağaçlar arasına sakla­mışlardı. Hep birlikte oraya çıkıldı. Üzerlerini yapraklı dallar ve ot­larla örterek, topları ormana katmışlardı.

Üsteğmen şaşkınlık içinde, “Bu koca topları buraya nasıl çıkar­dınız?” diye sordu. Bilge görünüşlü bir ihtiyar, gülümseyerek, “Deği­şik bir milletiz..” dedi, “..işler düzgünse ertesi günü bile düşünmeyiz, birbirimizi yeriz. İşler karıştıkça ağır ağır uyanmaya başlarız. İyice karışınca da, kenetlenip olmayacak işleri başarırız. Bunları da buraya böyle çıkardık. Çıkarmadık uçurduk.”

Müfrezenin çavuşu becerikliydi. Toplan aşağıya indirmek için askerleri ve köyün erkeklerini işe koştu. Kadınlar, kızlar, çocuklar bir köşede toplanıp seyre durdular. İhtiyarla üsteğmen de bağdaş kurup oturdu. İhtiyar bir sigara sarıp uzattı:

“Buyur.”

“Sağ ol.”

“Daha işin başında, baltayı, kazmayı, tırpanı kapıp Kemal Pa-şa’nın bayrağı altına koşmak varmış. Ve lakin işgal nedir bilmediğimiz için geç ayıldık oğul. Kafamızı karıştıranlar da oldu. Tepenin ar­dını göremedik. Çok acı günler yaşadık. Neyse, hepsi bitti gitti.”

“Karamüsel’de sağlam bir tek ev bile kalmamış. Ne yapacaksı­nız?”

“Hava sıcak, açıkta yatarız. Biz o evleri parayla pulla değil, sabır­la yapmıştık. Yine yaparız. Bizde sabır çok. Yeter ki kendi bayrağımızın altında olalım. Bunun değerini bilmeyen, dünyada hiçbir şey bil­miyor demektir.”

Kadınlar alkışlayıp bağırışınca baktılar. Erkekler, ilk topu kımıl­datmış, yürütüyorlardı.

İhtiyar, “Şunlar gibi yüzlerce topun gürlediğini de bir görebil-sek..” diye göğüs geçirdi, gözlerini üsteğmene çevirdi, “..Ne dersin, görür müyüz? Ne zaman görürüz?”

Üsteğmen 17. Tümen’dendi. Tümeninin durumunu biliyordu. Önüne baktı.

Şu Çılgın Türkler, s. 161-163

 

Cephe gerimizde Adana-Konya-Afyon-Kütahya-Eskişehir-An-kara demiryolu var ki nakil ve ikmal işlerinde çok büyük kolaylık sağ­lıyor. Bu bizim için büyük talih. Ama bu konuda da ciddi sorunları­mız bulunuyor.

Lokomotif sayısı yetersiz, elimizde çalışan sadece 18 lokomotif var. 23 lokomotif daha lazım ama elde etme şansımız yok tabii. Bozu­lanların onarımı, yedek parça olmadığı için çok uzun sürüyor. Kömür yok, odun kullanıyoruz. Odun bulmak marifet. Vagonlar eski. Maki­nistlerin, hareket memurlarının çoğu Rum ya da Ermeni. Bunlar an­cak silah zoruyla veya bol para karşılığı çalışıyorlar. Bir gün bu gafil­liğin neye mal olabileceğini hiç düşünmeden,
demiryollarımızı gözü kapalı yabancılara emanet etmişiz, onlar da tek Türk bile yetiştirme­mişler. Bunlar hiç unutulmaması gereken hayati dersler! Şimdi De­miryolları Genel Müdürü Albay Behiç Bey’in açtığı kursta acele Türk makinistler ve görevliler yetiştirilmeye çalışılıyor. Uzun sözün kısası, demiryoluyla birlik nakledilmesi de sorunlu bir iş.

Şu Çılgın Türkler, s. 171

 

“Düşmanı Ankara batısında, Sakarya mevzilerinde karşılamaya hazırlanıyoruz. Fakat biz Ankara’da kaldıkça, ordu, daima Ankara’yı korumak zorunluğunu duyacak ve serbestçe savaşamayacaktır. Ba­kanlar Kurulu, orduyu manevralarında serbest bırakmak için hükü­met merkezimizin Kayseri’ye naklini uygun görmektedir.”

Bir şaşkınlık sessizliğinden sonra Meclis patladı:

“Hayırr! Aslaaa! Olmaz öyle şey!!!”

Çoğu ayağa kalkmıştı. Bazıları sıraları yumrukluyordu. Fevzi Paşa konuşmasını gürültüler arasında sürdürerek sözünü zorlukla ta­mamlayabildi:

“Bu iki hususun görüşülerek karara bağlanmasını rica ediyorum.”

Kürsüden indi. Erzurum Milletvekili Durak Bey (Sakarya) kür­süye yürürken bağırdı:

“Söz istiyorum!”

Oturumu yöneten Dr. Adnan Bey’in cevabını beklemeden kür­süye çıktı:

“Efendiler! Biz bu davaya başladığımız gün, elimizde ne böyle bir ordu vardı, ne bu kadar silah. Bugün eskiye nispetle çok kuvvetli­yiz. Bu sebeple Bakanlar Kurulu’nun önerisini reddediyorum.”

Alkışlar yükseldi.

“..Halk gidebilir. Ailelerimiz gidebilir. Memurlar gidebilir. Her­kes gidebilir..”

Cebinden silahını çıkarıp kürsünün üstüne koydu:

“..Ama biz, elimizde silah, burada öleceğiz. Hiçbirimiz şehitleri­mizden daha büyük değiliz.”

Meclis ayağa fırlayıp Durak Bey’i alkışlamaya başladı. Bakan­lar Kurulu’nun önerisini her reddeden yoğun alkışla destekleniyordu. Ama birkaç milletvekilinin telaşa kapıldığı da gözleniyordu. Son ola­rak beklenilmez bir şey oldu, o güne kadar hiç söz alıp konuşmamış olan Tunceli Milletvekili Diyap Ağa’nın elini kaldırdığı görüldü. Dr. Adnan Bey inanamadı, sordu:

“Söz mü istiyorsunuz Diyap Ağa?”

“Heya.”

“Buyrun.”

Meclis sustu. Sakalı göğsüne inen Diyap Ağa ağır ağır kürsüye geldi. Gözlerini kısarak Meclis’i süzdü, “Lafım kısadır..” dedi, “..biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?”

Kürsüden indi.

Meclis alkıştan yıkılacaktı.

Milletvekillerinin isteği üzerine Samsun Mahkemesi de eklene­rek, üç yeni İstiklal Mahkemesinin kurulması oybirliği ile kararlaştı­rıldı. Bu mahkemelere ilerde Yozgat İstiklal Mahkemesi de katılacak­tır. Hükümet arşivlerinin Kayseri’ye taşınması kabul edildi.

Seçilecek bir kurul Sakarya doğusuna çekilen orduya Meclis’in selamını götürmek için cepheye gidecekti.

Şu Çılgın Türkler, s. 210-211


EMİRDAĞ KAYMAKAMI vakit geçirmeden İlçe Vergi Kuru­lunu kurdu.

Kurul kaymakamın odasında toplandı.

Kurul üyeleri bu hayati sorumluluğun altında ve halktan iste­nen özverinin büyüklüğü karşısında sersemlemişlerdi. Üyelerin çoğu ümitsizdi. Kaymakam halkın nasıl davranacağım kestiremediği için yalpalıyordu. Emirde, “Kurullara her şey makbuz karşılığı teslim edi­lecek, ne teslim edilmişse bedeli ilerde ödenecek” deniyordu ama acaba halk inanır mıydı buna?

Anadolu, Osmanlı tarihçilerinin ‘büyük kaçgun’ adını verdikle­ri on yedinci yüzyıl sonundaki kargaşa döneminden beri devlete gü­venmez olmuştu. Can ve mal güvenliğini sağlayamayan devlet, eşkı­yanın yağmaladığı köyleri bir de vergi almak için kendi zorlayıp in-letmişti. Bu yüzden birçok büyük, bayındır, zengin köy parçalanmış, köylüler kel tepelere, kuytu vadilere, orman içlerine göçmüş, böyle­ce devletin ve eşkıyanın gözünün önünden, elinin altından, yolunun üzerinden kaçmıştı. Kaçamadığını anlaması uzun sürmeyecekti. Eski devlet bugüne kadar, bir şey vermeden, mal ve can vergisi
isteyegel-mişti. Şimdi yeni devlet de istiyordu.

Bunları konuşurlarken birden odanın kapısı küt diye ardına ka­dar açıldı. Kapının çerçevesi içinde Emirdağ’ın delisi Battal belirdi. Bağırdı:

“Selamünaleyküm!”

Kaymakam öfkelendi:

“Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık dışarı!”

“Kızma beyim, biliyorum, onun için geldim. Duydum ki Kemal’in askeri çıplakmış. Allah şahidimdir üzerimdekinden başka çamaşırım yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir.”

Yaklaşıp masanın üzerine bir çift ıslak yün çorap koydu. Çarıklarını sıyırıp odanın ortasında bıraktı:

“Aha bunlar da çarıklarım. Haydi kolay gelsin!”

Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı.

Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki. Kaymakam, “Halktan kuşku­landığımız için tövbe edelim beyler..” dedi, “..Deli Battal gibi bir ga­ribin bile yüreği köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak demektir. Hız­lanalım.”

Şu Çılgın Türkler, s. 252-253

 

ON BEŞ KİŞİDEN oluşan Meclis Kurulu Polatlı’ya gelmişti. Cephe Komutanı ile kısaca görüştükten sonra Grupları ziyaret etme­ye başladılar. Başarısız sonuçtan dolayı komutanlara kırgın gibiydiler. Aralarında Yunan kaynaklı söylentilerin etkisinde kalanlar da vardı. Ama daha ilk adımda ordunun yoksulluğu, çıplaklığı hepsi­ni ayılttı. Bugüne kadar nasıl dayanabildiğine şaştılar. Mahmut Esat Bozkurt derin bir şefkat ve saygıyla, “Ordumuz meğerse..” dedi, “..hiç şikâyet etmeden, kefenine sarınmış da öyle dövüşmüş.”

Karavana yediler, kalabilecekleri yer olmadığı için gece battani­yeye sarılarak asker yatağında yattılar, yani toprakta.

Sabah kalan birlikleri de görmek için yola düşeceklerdi.

Şu Çılgın Türkler, s. 226

 

EVLER de arı kovanına dönmüştü. Çorap, çamaşır ve çarık ha­zırlıyorlardı. Antalya’nın Elmalı kasabasında da, yakın komşu beş yeni yetme kız yün çorap örmek için biraraya gelmişlerdi. Konuşa konuşa çalışmaktaydılar.

İçlerinden biri, “Benim ördüğüm çorabı giyecek asker, inşallah Afyon’a ilk giren asker olur” dedi. Bu hoş dilek kızlara sevinç çığlıkla­rı attırdı, emeklerine tarifsiz bir ümit tadı kattı:

“Aaaaa! Benim ördüğüm çorabı giyen asker de Eskişehir’e ilk gi­ren olsun.”

“Benimki de Uşak’a girsin!”

“Benimki Bursa’ya.”

Sonuncu kız, “Benim askerim de inşallah İzmir’e girer!” dedi.

Afet adındaki bu güzel kız, ilerde İzmir’de M. Kemal Paşa ile karşılaşacak, himayesine girecek, İsviçre’de eğitim görerek Profesör Afet İnan olacaktı.

Şu Çılgın Türkler, s. 255

 

ASKERLER yine çalı-çırpı ile dönmüşlerdi. Yüzbaşı Zekeriya deli deli baktı ama bir şey demedi. Alay Komutanı ile öteki tabur ve bölük komutanları biraraya gelmiş konuşuyorlardı. Yanlarına gitti. Bir süre onları dinledi. Kimsenin bir çare üretmediğini görünce pat­ladı:

“Komutan!”

“Evet?”

“Bir fikrim var.”

“Söyle!”

“Vagonların çoğunun duvarı, tabanı ve sıraları tahta. Bunları parçalayıp yakarak yol alabiliriz. Yetmezse cephane sandıklarını yakarız. O da yetmezse postallarımızı, çarıklarımızı, palaskalarımızı…”

“Yeter!”

Bu delice çözüme komutanın aklı yatmıştı. Uçar gibi ortaya koş­tu. Askerler ve genç subaylar, vagonların gölgesine sığınmışlardı. Hava haince sıcaktı. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

style=”text-align: justify”> “Son iki vagonla gelenler ayağa kalksın!”

Yüz kadar asker, bir teğmen ve bir astsubay ayağa kalktı.

Yarım saat sonra iki vagon parçalanmış, tahta parçaları lokomo­tife bağlı olan ‘yakacak vagonuna’ taşınmıştı. Rum makinist, “Bu tah­talarla olmaz, sünger taşına dönmüş bunlar” diye itiraz edip duruyordu. Yüzbaşı Zekeriya beklenilmez bir sükûnetle tabancasını çekti, namlusunu adamın iki kaşının arasına dayadı, emniyetini açtı:

“On beş dakika sonra yola çıkacağız. Anladın mı çorbacı?”

Makinist çok iyi anlamıştı. Ateşçiye ocağı canlandırması için ar-darda emir yağdırdı. Kazan istim tutar tutmaz hareket ettiler. İlk is­tasyonda durup Akşehir’e demiryolu telgrafı ile bilgi verip yola de­vam edeceklerdi.

Bir Yunan keşif uçağı gürültüyle üzerlerinden geçip Ankara yö­nüne gitti. Arkasından kıskanarak baktılar.

Şu Çılgın Türkler, s. 266-267

 

ONARIM VE BAKIM, birçok eksiklik ve aksilikten dolayı uzun sürdüğü için uçakların Malıköy’e uçması bugüne kalmıştı. İleri teknik sorunlarla ilgilenecek bir uçak mühendisi yoktu. Havacılığı başlatan Harbiye Nazırlığı, bir tane olsun Türk uçak mühendisi yetiştirmeyi nedense hiç düşünmemişti.

Uçaklar pistte sıralanmışlardı. Son denetimleri yapılıyordu. Hepsi çift kanatlıydı. Başta Erzurumlu tüccar Nafiz Kotan’ın orduya armağan ettiği iki Fiat keşif uçağı duruyordu: Nafız-1 ve Nafiz-2.59a Üçüncüsü, Fransızlara ait bir BreguetOCIV keşif uçağıydı. Güney cep­hesinde düşürülerek ele geçirilmişti. Dördüncü uçak, birkaç uçağın gövdesi, kanadı, motoru birleştirilerek yapılmış o ünlü tek kişilik kur-gu-uçaktı. Kanatlarından yararlanılan avcı uçağının modeli ile anılı­yordu: Albatros D-III. Bu uçağa İzmir adı konulmuştu.

Abdullah Usta, Yüzbaşı Fazıl’a, “Bak, bunların dördünün de çok­tan hurdaya çıkması gerekirdi.” dedi, “..uçaklardan sorumlu teknik adam olarak söylüyorum, bunlarla uçulmaz!”

Yüzbaşı Fazıl güldü:

“Bunu bir yıldır söylüyorsun. Ama bir yıldır vızır vızır uçuyoruz.” “Nasıl uçtuğunuza şaşıyorum.” “Bir itirafta bulunayım mı? Biz de şaşıyoruz.” Bakıştılar ve kahkahayı bastılar. Zorunluk ve çılgınlık, teknik ge­rekleri aşıp geçiyordu.

Şu Çılgın Türkler, s. 292-293

 

MÜHENDİS küçük tornayı bitirmişti. Aygıt demirden yapılmış garip bir oyuncağa benziyordu. Sıra denemeye gelmişti. Mermi pat­larsa tamirhaneye bir zarar gelmemesi için o komik görünüşlü aygıtla birlikte yanına bir de mermi aldı. Binanın yakınında bir baraka yapı­lıyordu. Orada gündüzden bu iş için bir tezgâh hazırlanmıştı. Oraya geçti. Yardıma gelmek isteyenlere izin vermedi.

Koca tamirhanede iş durdu. Zaman geçmez oldu. Subaylar, us­talar tezgâhlar arasında amaçsız dolanıp duruyorlardı.

Kırk dakika sonra mühendis tamirhaneye mermiyi havada sal­layarak döndü. Ağzı kulaklarındaydı. İlk deneme olduğu için ihtiyatlı davranarak yavaş çalışmış, işi uzatmıştı. Bir çiçek armağan eder gibi hoş bir jestle mermiyi Usta Bey’e verdi. Tornadan yeni geçmiş mer­mi pırıl pırıl parlıyordu. Usta Bey mermiyi öpüp başına koydu, bir an durakladı, sonra ani bir kararla mengeneye bağladı, bu ilk mermi­nin gövdesine keski ile imalat-ı harbiye tarihine geçecek olan şu ünlü cümleyi kazıdı:

“Venizelos cenaplarına hediyemizdir”

Tamirhane kahkahaya boğuldu.

Bütün gece çalışarak beş küçük torna daha yaptılar. Böylece günde, istenilenden iki kat daha çok mermi 7.5’lik toplara uyarlanabilecekti.

Şu Çılgın Türkler, s. 298-299

 

YUNAN İKİNCİ KOLORDUSU ile Türk 2. Grubu, Sakarya’nın güneyindeki bölgede, aynı sert koşullar içinde doğuya doğru yürü­mekteydiler. Aralarında bir yürüyüş günü fark vardı.

Türk komutan daha deneyimli olduğu için birliklerini küçük gruplar halinde ve daha çok geceleri yürütüyordu. Buna rağmen yal­nız bu gün 322 asker hastalanmıştı. Bu zahmete katlanamayıp kaçan­lar da olmuştu.

Yunanlıların durumu doğal olarak çok daha ağırdı. Çünkü bu bölgeyi hiç tanımadıkları için güvenlik kaygısıyla gündüzleri yürü­yüp
sıcaktan kavruluyor, gece yatıp soğuktan titriyorlardı.

Albay Kalinski sinir içindeydi:

“Hani bu yürüyüş askeri bir gezinti olacaktı?”

Şu Çılgın Türkler, s. 318

 

CEPHANE VE SİLAHLARIN taşınması bitmek üzereydi. Kap­tan, Reis ve subaylar keyif sigarası yaktıkları sırada Giresun Liman Reisliğinden gecikmiş bir telgraf geldi. Trabzon’dan alınan habere göre bir Yunan savaş gemisi, Trabzon’u bombalamış, batıya doğru hareket etmişti.

Allah kahretsin!

Tarih, saat ve mesafeleri hesapladılar. Sonuç tatsızdı. Gemi iki saat sonra Ordu’da olabilirdi.

Mahmut Kaptan yerinden hopladı, “Ulan ben bu gemiyi batırır, düşmana teslim etmem” diye kükredi. Genelkurmay’ın emri böyleydi zaten. Hiçbir gemi düşmana teslim edilmeyecekti. Ama kaptanın yü­züne inanılmaz bir karar verenlere özgü bir tuhaflık yayılmıştı.

“Ne oldu?”

“Aklıma bir delilik geldi.”

“Ne?”

Reise döndü:

“Gerektiğinde gemi için kömür bulabilir miyiz?”

“Fındık kabuğundan âlâ kömür olur mu?”

“Makine yağı için…”

 “Fındık yağı ne güne duruyor?”

Kaptan subaylara bağırdı:

“Yürüyün, gemiye gidiyoruz.”

Mermi gibi odadan çıktılar. Gemiye geçtiler. Mürettebat cep­hanenin boşaltılması işine yardım etmiş, dehşetli yorulmuştu. Oraya buraya serilmiş, dinleniyorlardı.

“Toplanın!”

Herkes toplandı.

“İki düşman gemisinin arasında sıkıştık. Komutanlığın emri, bu gibi durumlarda geminin batırılıp düşmana teslim edilmemesidir. Ben diyorum ki, gemiyi öyle batıralım ki düşman çekip gidince suyu­nu boşaltıp tekrar yüzdürebilelim. Var mısınız?”

Mürettebat bu çözüme bayıldı. Araçlar, gereçler, haritalar, res­mi ve özel eşyalar kıyıya taşındı. Gemi, makinelerinin bütün gücüyle sığlığa sürüldü. Kiniştin valfı söküldü. Gemi su dolarken, reisin mo­toruyla gemiden ayrıldılar.

Rüsumat IV’ün gövdesi, makine dairesi, kömürlüğü, ambarları, güverte altları ağız ağıza suyla dolup battı ve kuma oturdu. İki direği, bacası ve kaptan köşkü su üstünde kalmıştı. Mahmut Kaptan, kaptan köşkünün birkaç camını kırdırdı, dışını yanık yağla kirlettirip karart­tı. Ön güverte denizle bir hizadaydı. Sahte bir yangın için güvertenin burun kısmına bir teneke gaz döküp yaktılar.

Karaya çıktılar.

Kaptan, “Vay benim güzel gemiciğim..” diye dertlendi, “..her kılığa girmiş, bir denizaltı olmamıştı, onu da oldu.”

Şu Çılgın Türkler, s. 325-326

 

NESRİN koğuşta, kaçakların cephe trenine binmesi için gerekli zamanın dolmasını bekliyor ve alçak sesle Faruk’a bugün tanık oldu­ğu büyük sahneyi anlatıyordu:

“Doktor Mim Kemal Bey, kırık kaburga oynayıp da ciğeri tahriş etmesin diye geniş bir bandla Paşa’nın göğsünü sıkı sıkı sardı ve cep­heye dönemeyeceğini söyledi. Paşa hiç sesini çıkarmadı.”

“İtiraz etmedi mi?”

“Hayır.”

Faruk hemen teşhisini koydu:

“Öyleyse kafasına koymuş, o da kaçacak.”

Şu Çılgın Türkler, s. 332

 

Odada birkaç iskemle, yerde küçük bir halı vardı. Neşeyle kahve içtiler. M. Kemal Paşa iyi görünmeye çalışıyordu ama kımıldadıkça acıdan yüzü terlemekteydi.

Paşaları neşelendiren bir haber verdi:

“Halide Edip Hanım cephede bir görev istiyor.”

İsmet Paşa Halide Hanım’ı sayardı, bu isteğinden dolayı daha da saygı duydu. Türkiye bir savaş kahramanından daha cesur bu öncü kadınlar sayesinde, ilkel bir toplum olmaktan kurtulacaktı.

“Kaydını gönüllü er olarak yaparım. Karargâhta çalışır.”

Kâzım Paşa İsmet Paşa’nın omuzuna dokundu:

“Dünyada, ünlü bir kadın yazarın er olarak görev aldığı ilk ordu karargâhı seninki olacak.”

Paşa gururla baktı:

“Evet.”

Şu Çılgın Türkler, s. 336-337

 

ÖĞLEDEN SONRA Ordu’ya, Karadeniz hattında çalışan İtal­yan bandıralı Remo adlı yolcu gemisi geldi. Yük indirilirken Dursun Reis ve kaptan gemiye çıktılar. Durumu anlatıp İtalyan kaptandan yardım istediler.

Kaptan Rüsumat’ın serüvenini dinleyince heyecanlandı. Bu kahramanlara yardım etmemek denizcilik ruhuna ihanet olacaktı. Gemi­nin güçlü su boşaltma tulumbasını verdi. İş bitene kadar da bekledi.

Ama Rüsumat kuma öyle oturmuştu ki su iyice boşaltıldığı hal­de yüzemedi. Öyle batık olarak duruyordu.

Çare, makineleri var kuvvetiyle çalıştırıp gemiyi yerinden oynat­maktı.

Belediyenin çuval çuval yolladığı fındık kabuğu ile ocaklar doldurulup kazanlar fayrap edildi. Makineler fındık yağı ile temizlenip yağlandı. Makinelerin pirinç, çelik, demir parçaları yeni gibi olmuştu. Teğmen Cevat Talu, yüzü gözü yağ içinde, bağırdı:

“Bu fındık ne mübarek şeymiş Reis!”

“Öyledir oğul. Kabuğu bile nimettir.”

Akşama doğru motorları tam yol tornistan çalıştırdılar. Limanın kıyıları, kayık ve taka iskeleleri, kahveler Ordulularla doluydu. Dua­lar, haykırışlar arasında gemi titredi, sallandı, zangırdadı, birden kımıldayarak kumdan kurtulup yüzdü! Binlerce sevinç çığlığı, havai fi­şekler gibi göğe yükseldi.

Mahmut Kaptan, “Ah yavrum..” dedi, “..yüzüyor, dalıyor, çıkıyor, bir gün de uçarsa hiç şaşmam.”

Gemiye çıktı, diz çöküp güvertenin ıslak tahtalarını öptü.

Ertesi günü gemiyi elden geçirip yolculuğa hazırlayacaklardı.

Şu Çılgın Türkler, s. 339

 

Yaşlı bir kadın bir teğmeni elinden tutup büyükçe bir ambara götürdü. Yunanlılar ambara pek çok kuru yiyecek doldurmuştu. Teğ­men ofladı:

“Bu kadar yiyeceği dışarı taşıyıp imha etmek için günler ister.”

Yaşlı kadın, “Gam çekme oğul.” dedi gülümseyerek, “..dök gazı, yak. Bu bina benim. Varsın yansın.”

Yaktılar.

Şu Çılgın Türkler, s. 352

 

NİTEKİM O AKŞAM ilk olay patlak verdi.

Aksaray’a giden iki vagonlu yarı boş tramvaya, Karaköy’de iki Rum bindi, en öndeki sıraya oturdular. Vagona rakı kokusu yayıldı. Öteki yolcuların çoğu işten eve dönen, yorgun, içine kapanık, sessiz Türklerdi. Rumlar kendi aralarında bağıra bağıra Rumca konuşuyor, birbirlerine el şakası yapıyor, kahkahalar atıyorlardı.

Biletçi yanlarına geldi:

Genç Rum yüksek sesle Türkçe, “Ver bakalım Ankara’ya iki bilet!” dedi.

Biletçi anlamamıştı:

“Nereye?”

Genç Rum ötekine döndü:

“Bir de nereye diye soruyor.”

Öteki Rum biletçiye çıkıştı:

“Nereye olacak vre Turkos? Ankara’ya işte. Kes Ankara’ya iki bilet. Biz de görelim şu Ankara’yı.”

Rumlar bu oyunu pek sevmişlerdi, bir süre devam ettirdiler. Bir­denbire tok bir ses bu cıvık oyunun üstüne balta gibi indi:

“Yetti ulan!”

Ses vagonun arkasından geliyordu. Sarhoş hayretiyle o yana dön­düler. Orta yaşlı, kır bıyıklı bir Türk vagonun ortasındaki yolda ayakta durmuş kendilerine bakıyordu. Yüzü öfkeden kıpkırmızıydı. Elinde büyükçe bir tabanca vardı. “Alın cehenneme iki bilet!” dedi, silahını iki kez ateşledi. Alınlarından vurulan Rumların biri sıraların arasındaki yola yuvarlandı, öteki arka üstü uçup giriş sahanlığına düştü.

Adam Efe Mehmet diye tanınan Edirnekapılı bir İstanbulluydu. Tabancasını koynuna yerleştirirken vatmana seslendi:

“Durdur kardeş.”

Yolculara döndü:

“Sabrımızı korkaklık sanıyor bu palikaryalar.”

Tramvay demir tekerleklerinden ve raylardan kıvılcımlar saça­rak zangırdaya zangırdaya durdu. Efe elini göğsüne bastırarak yolcu­ları selamladı, polislere teslim olmak için aşağı indi.

Rumların neşeleri sürdü ama bu olaydan sonra Ankara üzerine şaka yapmaktan kaçındılar.

Ankara tekin değildi.

Şu Çılgın Türkler, s. 410

 

GENERAL PAPULAS ve karargâhı 20 Eylülde Eskişehir’e gel­di. Şehir yaralı doluydu. Yaralılar İzmir’e ve Pire’ye yollanıyordu. Yunanlılar ve Rumlar, İzmir’e gelen ve Yunanistan’a yollanan yaralıların çokluğundan, acı gerçeği anlamaya başlamışlardı.

İngiltere’nin Atina Elçisi Lord Grinville yenilgiye çok üzülmüş­tü. Belki de gözleri yaşararak Londra’ya şu raporu yolladı:

“Burası baştan başa hayal kırıklığına uğramış ve kötümserliğe kapılmış durumda.”

Kral Atina’ya dönmeden önce, orduya ve halka moral vermek için resmi yalanı sürdüren bir bildiri yayımladı. Orduya seslendiği bildiri şöyle sona eriyordu:

“Bu seferi başarı ile tamamladınız. ‘Ankara’ya’ diye bağırdığı­nızı duydum, ancak sizin yeni zahmet ve fedakârlıklara maruz kal­manızı istemedim. Sonuç amacımız için yeterlidir. Düşman elinizde­ki toprakları geri almak için yılacağınızı ümit ederek bekliyor. Yurdu için savaşan Yunanlıların yorulmadığını gösteriniz ve süngünüz iler­de ona bağırınız:

Gel de al!”

Küçük bir Anadolu gazetesi bu bildirinin son cümlesine şu ce­vabı verecekti:

“Bekle, geleceğiz.”

Şu Çılgın Türkler, s. 505-506

 

“M. Kemal Paşadan. Başkomutanlık süresi uzatılmamış ama ordu­nun başsız kalmaması için Başkomutanlığı bırakmadığını bildiriyor.”

Siyası manevralar çevirmeye meraklı olan muhalefete, bir ihtilal süreci yaşandığını anımsatacak sert bir karardı bu. İsmet Paşa konuş­tukça öfkesi arttı:

“Başkomutan olmayı kendi mi istemişti? Hayır. Kurulmasına öncülük ettiği Meclis talep etti. Ne oldu? Yenildi mi? Hayır. İstiklal bayrağı altına topladığı milletini, canı ve malıyla harekete geçirdi, son haçlı ordusunu yendi. Kutsal kabul ettiğimiz ne varsa hepsini kurtar­dı. Şimdi de içli dışlı bin türlü entrikaya, iftiraya, demagojiye, ilkelliğe göğüs gererek, eğer kazanamazsa şerefini, hatta hayatını kaybedece­ğini bile bile, kesin sonuç için imkânsızı zorluyor. Bu adamların tak­dirini kazanabilmek için acaba daha fazla ne yapabilirdi?”

Tükürür gibi
ekledi:

“İnsan tarihten utanır be. Vatan pahasına siyaset olur mu?”

Şu Çılgın Türkler, s. 556

 

M. KEMAL PAŞA Fethi Okyar’ı direksiyon binasına davet et­mişti. Hiç giriş yapmadan, “Fethi Bey, biz ağustosta taarruz etmeye karar verdik” dedi.

Fethi Bey’in gözleri büyüdü:

“Ne diyorsunuz?”

“Bunu bilen beşinci kişisiniz.”

“Anladım.”

“Eski hiçbir ordumuza benzemeyen, çok güçlü ve bilinçli bir or­dumuz oldu. En geç iki gün içinde Yunan cephesini yararız. Sonrası Yunanlılar için felaket olacaktır. Sizi şunu sormak için rica etmiştim. Hemen Avrupa’ya hareket edebilir misiniz?”

“Evet.”

“Buna sevindim. Fransız, İngiliz ve İtalyan yetkililerle son kez konuşmanızı istiyorum. Misak-ı Milli’ye uygun bir barış yapmaları olasılığı varsa, kan dökmeyelim.”

Fethi Bey, “Bir ümit var mı?” diye sordu.

“Hayır, yok. Ama biz uyan görevimizi bir daha yapalım. Kamuo­yu ve tarih önünde, akacak kanın sorumluları belli olsun.”

Şu Çılgın Türkler, s. 574

 

BİRİNCİ VE DÖRDÜNCÜ KOLORDU Komutanları da, ken­dilerine bağlı tümenlerin komutanlarını, gözetleme yerlerinde topla­dılar. Araziyi ve taarruz edecekleri hedefleri göstererek, görevlerini anlattılar.

Tümen komutanlarına, taarruz edileceğini birliklerine açıklama izni verildi.

Ordu üç yıldır bugünü beklemişti!

Her acıya bu gün hayal ve ümit edilerek katlanılmıştı. Şamatasız bir kıyamet koptu. Tümenler akşam yola düğüne gider gibi çıktılar. Dıştan yine sessizdiler ama içlerinden sevinç çığlıkları attıkları göz­lerinden belli oluyordu.

23. Tümen’in 68. Alayı’ndan saka eri Kel Zeynel de taarruzla ilgili bir şeyler duymuştu. Yanından geçen takım çavuşuna, alçak ses­le seslendi:

“Çavuşum, İzmir’e gidiyormuşuz, kaç saatte varırız?”

Gülmek değil, hapşırmak bile yasaktı. Ama bu konuşmayı işitenler kahkahalarını tutamadılar.

Zapartayı yediler.

Şu Çılgın Türkler, s. 602

 

GÜN BATIYORDU.

Sesi güzel askerler, topların, cephane sandıklarının ya da taşla­rın üzerine çıkarak ezan okudular. Cephe boyunca tabur tabur akşam namazı kılındı ve zafer için dua edildi.

Sessizce sıcak yemek yenildi.

Uzun asker kaputlu, beyaz başörtülü Gül Hanım Dördüncü Ko­lordu birliklerini dolaşıyordu:

“…Hiç yakınmadan silahınıza cephane, size ekmek taşıdık. Yük-sünmeden siperlerinizi kazdık. Severek yaranızı yıkadık, kırığınızı sardık. Ateş altında suyunuzu yetiştirdik. Yolunuza saçımızı serdik. Şimdi bunca kadının hakkını, erkek olmanın bedelini ödeme vaktidir. Eğer bu sefer kardeşlerinizi kurtarmadan dönerseniz, bilin ki ananız da, bacınız da, yavuklunuz da hakkını helal etmeyecektir…”

23. Tümen’de bir er onbaşısına fısıldadı:

“Alay sabah sancak açacak mı?”

“Öyle duydum.”

“Açarsa, askere rüzgâr yetişemez.”

15. Tümen’de bir teğmen takımını çevresine toplamıştı:

“Eğer gözümü bir an için olsun geriye çevirirsem, ölümden yılıp da geriye tek bir adım bile atarsam, beni hain bilin. Kanım size helal olsun!”

style=”text-align: justify”> Askerler köyden gelmiş mektup, sigara tabakası, yavuklu yadi­gârı çevre, işlemeli çorap gibi değerli eşyalarını bölük eminine teslim ettiler. Sonra birbirleriyle helalleştiler. Dargınlar barıştı.

Toplan boruları vurmaya başlamıştı. Silahları kuşanıp düzene girdiler. Sallanıp da ses çıkaracak ne varsa hepsini sıkılayıp bağladılar.

Takımlar, bölükler, taburlar, alaylar, bataryalar, cephane ve yi­yecek kolları, sıhhiyeciler, muhabereciler, istihkâmcılar, gündüzden yolları öğrenmiş kılavuzların öncülüğünde, taarruza hazırlık mevki­lerine doğru, büyük bir sessizlik içinde yürümeye başladılar.

Kısa bir yürüyüş yapacaklardı.

Şu Çılgın Türkler, s. 605-606

 

Başkomutan İsmet Paşaya, “Bundan sonra ne yapmayı düşünü­yorsun?” diye sordu.

“Düşmanın alabileceği her türlü önlemi felce uğratacak şekilde ve hızla, orduyu hiç durmadan İzmir’e yürütmeyi düşünüyorum.”

İsmet Paşa Yunanlıların Trakya’daki tümenlerini Anadolu’ya ge­tirterek İzmir önünde bir savunma mevzii kurmalarından, bu arada İngilizlerin işe karışmalarından çekiniyordu. 2. Ordu Yunan Üçüncü Kolordusu’nun yolunu kesecek şekilde kuzeye yürütülebilir, o kolor­du da esir alınabilirdi ama amaç bu değildi: Amaç zaferi tehlikeye dü­şürmeden, vatanı bir an önce geri almaktı.

M. Kemal Paşa bu düşünceyi onayladı.

Kalıntıların içinde, yerde bir Yunan sancağını görünce, “Yerden kaldırın!” dedi. Yaver Muzaffer, sancağı yerden alıp bir topun üzerine bıraktı.

Şu Çılgın Türkler, s. 647

 

İZMİR’e yürüyen küçük kaçak grupları yiyecek istemek için yol­ları üzerindeki köylere uğruyor, ayak üstü bir şeyler yiyip yola düşü­yorlardı. Kimi yerlerde köylüler silahla karşı duruyor ya da çeteler bu kaçakları çevirip temizliyorlardı.

Savunmasız Kuzuluk Köyü’ne yirmi kaçak geldi. Köylüler çeş­me önünde toplanmış dertleşiyorlardı. Yunanlıların geldiklerini gö­ren bir kız korku içinde evine kaçtı. İçeri girip kapıyı ve tek pence­renin kepengini kapadı. Yunan askerlerinden biri güzel kızı fark et­mişti. Kapıyı, kepengi zorladı ama açmayı, kırmayı başaramadı. Bir arkadaşı yanaştı:

“O güzel kızı istiyor musun?”

“İstemez miyim? Taze incir gibi.”

“Öyleyse evi ateşe ver. Dışarı çıkar.”

“Akıllısın.”

Kapının önüne saman yığıp ateşledi. Alevler az sonra evi sar­dı. Annesi kıza dışarı çıkması için, Yunanlıya kıza dokunmaması için yalvarıyordu. Köylüler uzakta toplanmış ağlaşmaktaydılar.

Durum kaçakları eğlendiriyordu. Kız az sonra, yanmamak için ya kapıdan, ya pencereden dışarı atacaktı kendini ve asıl eğlence o za­man başlayacaktı. Keyif içinde beklediler.

Kız dışarı çıkmadı, evle birlikte yandı.

Şu Çılgın Türkler, s. 651-652

 

Askeri protokol gereği, galip ordunun komutanları, sadece iki kolordu komutanını, Cephe Kurmay Başkanı da kolordu ve tümen kurmay başkanlarını kabul edecekti.

Görevliler önce kurmay başkanlarını kafileden ayırıp Batı Cep­hesi Kurmay Başkanı Albay Asım Gündüz’ün odasına getirdiler. Yan­gınlar, yağmalar, cinayetler yüzünden Asım Bey çok kızgındı. Elini vermedi. “Oturun” demedi.

Nefretle bakarak, “Sizleri..” dedi, “..askerlik ve insanlık kaideleri içinde savaşan düzenli bir ordunun kurmayları diye mi, yoksa ahlak ve kanun dışı, kanlı bir çetenin mensupları olarak mı karşılamak la­zım? Tereddüt içindeyim.”

General Trikupis ve Digenis’i önce Dördüncü Kolordu Komu­tanı Kemalettin Sami Bey, sonra 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa, daha sonra Cephe Komutanı İsmet Paşa kabul etti. İsmet Paşa, kısa bir konuşmadan sonra, iki kolordu komutanını, M. Kemal Paşa’nın huzuruna götürerek Paşa’ya takdim etti.

ESİRLER Başkomutan’ın masasının karşısındaki iki iskemleye oturdular.
Trikupis biraz daha dinç görünüyordu. Digenis bitkindi.

Başkomutan sağına Fevzi Paşayı, soluna İsmet Paşa’yı almıştı. Savaştan konuştular. Salonun sonundaki aralıkta Halide Edip Hanım, Ruşen Eşref, Mahmut Bey, yaverler ve bazı kurmaylar, derin bir dik katle bu tarihi sahneyi izlemekteydiler. Üç yılda nereden nereye gelinmişti? O şamatacı, acımasız, kibirli Yunan ordusunun yerinde yel­ler esiyordu. Özerk İyonya yönetimi de, Bizans İmparatorluğu’nu di­riltme hülyası da tarihe karışmıştı.

M. Kemal Paşa konuşmanın sonunda, “Hacianesti yerine Başko­mutanlığa atandığınızı biliyor musunuz?” diye sordu.

“Hayır.”

“Bildirmek için telsizle sizi arıyorlardı.”

“Durumumuz bu işte Mareşalim. Yönetim her zaman olayların gerisinde kaldı. Sonuç da tabii böyle oldu.”

Utanç içinde önüne baktı.

“Üzülmeyin General. Siz vazifenizi yaptınız. Artık misafirimiz-siniz..”

Ayağa kalktı. Ötekiler de kalktılar. İki general, Mareşal Gazi M. Kemal Paşa’nın karşısında esas duruşta durdular.

“..Sizin için bir şey yapabilir miyim?”

“Eşime sağ olduğumun bildirilmesini rica ederim. Kendisi İstan­bul’da.”

Başkomutan İsmet Paşaya, “Gerekeni yapın” dedi.

Esir Generaller, M. Kemal Paşa’yı derin bir saygıyla selamlayıp ayrıldılar.

Şu Çılgın Türkler, s. 653-654

 

1. ORDU KOMUTANI, İkinci Kolordu’yu bugüne kadar ihtiyat kuvveti olarak savaş dışında tutmuştu. Bugün İkinci Kolordu’yu da cepheye sürerek savaşa soktu.

4. Tümen’den Ömer Çavuş’un beklediği an gelmişti sonunda Takımını çok iyi hazırlamıştı. Askerini topladı:

“Bana bakın! Sekiz ay durmadan eğitim yaptık. Bütün o çalışma­lar işte bugün içindi.”

Öğleden sonra savaşa girdiler. Gördükleri eğitimin hakkını ver­diler. Karşılarındaki birliği ezip dağıttılar. Düşman döküntülerini toplayarak ilerlediler. İyi yer tutan bir Yunan artçı birliği ilerlemele­rini durdurdu.

Bir tepeye yerleşip ateş savaşına başladılar. İki yan da cephaneye kıyıyordu. Savaş alanında duyulması imkânsız sesler işiten Ömer Ça­vuş geriye baktı, inanamadı: Genç, yaşlı köylüler, ellerinde güğümler, testiler, içi tepeleme üzüm dolu sinilerle, savaşan askeri serinletmek için kızgın savaşa aldırmadan, tepeye çıkıyorlardı. Her yandan uya­rılar yağdı:

“Geri gidin!”

“Çekilin burdan!”

“Kaçılın!”

Duymadılar ya da dinlemediler. Getirdikleri çoban armağanla-rıyla savaşan askerlerin arasına dağıldılar. Ömer Çavuş’un yanına sekiz-dokuz yaşında, yeşil gözlü bir kız sokulmuştu. Su dolu bir maş­rapa uzattı:

“Buyur ağam iç, susamışsındır.”

Halkın can ve sevgi cömertliği, Ömer Çavuş’a dokundu, ağlayası geldi. Bu halk için ölmeye değer diye düşündü. Serseri mermilerden korumak için elini küçük kıza siper etti.

Şu Çılgın Türkler, s. 654-655

 

İSTANBUL’da işgal kuvvetleri komutanları toplantı halindeydi. Türk ilerleyişini gösteren durum haritasına bakan General Charpy, “Süvariler yarın İzmir’e girer” dedi.

“Bu hızla piyadeler de.”

“On dört gün içinde iki yüz elli bin kişilik bir orduyu hemen he­men yok edip 400 km. yol almak, olağanüstü bir olay.”

Harington içini çekti:

“Tarihin en büyük çöküntülerinden biri bu. Bunu gerçekleştiren ordu birkaç gün sonra Çanakkale’de tarafsız bölge sınırına dayanacak.”

“O zaman ne yapacağız?”

“Hamlet’in dediği gibi: İşte sorun bu.”

Bir sessizlik oldu.

M. Kemal Paşa, “Savaşmak istemedik.” dedi, “..davamızı görüş­me yoluyla çözmek için her yola başvurduk. Yusuf Kemal Bey’i, Fethi Bey’i Avrupa’ya yolladık. Barış istememizi zaafımıza yordular. Sonuç alamadık. Vatanımızı kurtarmak için silaha sarıldık. Bu dehşeti at­lattıktan sonra, bir gün Yunanlıların da gerçekleri anlayacaklarını ve dost olacağımızı düşünüyorum. Çünkü bizim insanımız kinci değil­dir, barışın değerini bilir. Barıştan güzel ne var?”

HALİDE EDİP HANIM, Ruşen Eşref Onaydın ve Binbaşı Ke­mal Bey otomobille Adala’ya yetişmeye çalışıyorlardı. Binbaşı birden, şoföre, “Dur!” diye bağırdı.

Araba yavaşlayıp durdu. Binbaşının dikkatini esir bir Yunan su­bayını geriye götüren bir asker çekmişti. Yunan subayı eşeğe binmişti. Asker yayaydı. Asker binbaşıyı görünce selam verdi. Yunan subayı eşekten indi. Hasta suratlı biriydi.

“Kim bu?”

“Bir esir.”

“Nereye götürüyorsun?”

“Geriye. Alay karargâhına.”

Binbaşı kızdı:

“Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün.”

Asker, üçünün de yüreğini titreten bir iç temizliğiyle, “Hiç olur mu komutanım..” dedi, “..o şimdi ocağından kopmuş bir gurbet ada­mı. Misafir. Bana emanet.”

Binbaşı gözlerinin dolduğunu belli etmemek için başını çevirip şoföre, “Yürü!” diye bağırdı.

Araba hareket etti. Asker selam durdu. Sonra Yunan subayına eşeğe binmesini işaret etti:

“Haydi bin çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma.”

Yola düştüler.

TÜRKİYE bir büyük bayram yerine, Türkler bayram çocukları­na dönmüştü. Bütün İslam ülkelerinde ve sömürgelerde de Türk za­feri kutlanıyordu.

Gandhi çarpıcı bir demeç verdi:

“Haydi beni bir daha tutuklayın İngilizler! Ama tutuklamak ve öldürmekle iş bitmiyor. İşte, öldü sanılan Türkler, cenaze törenleri için hazırlanan tabutlarını kaatillerinin başlarına geçirdiler.”

Mehmet Ali Cinnah da Londra’da bir basın toplantısı yaparak şunları söyledi:

“İngiliz hükümeti barış için Mustafa Kemal Paşa’ya yardım­cı olabilirdi. Ama olmadı. Tersine savaşı körükledi. Biz Hint Müslü­manları, o kazansın diye durmadan dua ettik. Şimdi de kazandığı için Allah’a hamdediyoruz. Kazanan yalnız Mustafa Kemal Paşa değildir, bütün esirler dünyasının zaferidir bu.

Zindabat Mustafa Kemal!”

Şu Çılgın Türkler, s. 658-660