Türkiye’nin son dönem dış politikasını yorumlamak ve geleceğe yönelik çıkarımda bulunmak hem zor hem de tehlikeli bir konudur. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, göze çarpan 2 temel nedeni vardır.

Sponsor Bağlantılar

İlki, iktidarın dış politik söylemlerini daha çok günü birlik iç politika kaygılarıyla yönlendirmesi, ikincisi ise bölgede küresel güçlerin soğuk savaşı andıran güç yarışı ve Türkiye’nin bu eksen de temellenen bir çizgi oluşturamamış olmasıdır.

Türkiye’nin dış politik hamlelerinde tüm dünyada seslendirilen ilk konu Suriye ve rejimiyle olan ilişkileridir. Suriye ile son 5 yıldır artan gerginlik Türk RF-4E Phantom tipi keşif uçağının düşürülmesi ile doruk noktasına ulaşmış ve savaş gerginliği bölgede bir hayli hissedilmiştir. Mart 2011 de başlayan ve Arap Baharının son halkası olarak görülen halk ayaklanmaları ile de ilişkiler iyiden iyiye kopma noktasına gelmiştir. Elçiler çekilmiş, askeri bağlantı kuralları değişmiş ve sınıra yaklaşan her askeri unsur tehdit olarak görülmüştür. Nato kapsamında Patriot füzeleri Malatya’da ki füze rampalarına yerleştirilmiş ve bu hamle ile İran açıktan tehdit olarak hem dış hem de iç politika da öne çıkarılmıştır.

Reel dış politik algı, Orta Doğu’nun en tehlikeli iki ülkesini (İran, Suriye) karşısına alan Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini bozmaması üzerine kurulurken, 2010 Mayıs’ının sonunda, İsrail’in Gazze ablukasını delmek amacıyla giden Mavi Marmara gemisinin basılması ve 9 vatandaşıımızın katledilmesiyle bu devletle de zaten var olan gerginlik ilişkilerin kopma noktasına gelmesine neden olmuştur. Suriye konusunda ki ısrarlı duruşumuz, iç politikada İsrail hamlesi ile iktidara karşı artan tepkiyi azaltmış ve bu durum hükümete, Suriye konusunda direnç kazandırmıştır. Ancak bu noktada göze çarpan bir diğer çelişki, İsrail’e gösterilen sert tepkinin aynı oranında, İsrail’in bölgede yaşam sebebi olan ABD’ye yaklaşmamız ve ortak politika üretmemizdir.

Türk dış politikasının önemli sac ayaklarından biri de şüphesiz Kuzey Irak ve bölgede ki Türkmen varlığına olan bakış açısıdır. Maalesef bu konuda ülkemizin Kerkük ve Musul Türkmenlerine bakış açısı, belki bir gün işimize yararlar boyutunda kalmıştır. Mart – Nisan 2003 de yani Irak savaşının hemen başında, 1 Mart tezkeresinin çıkmaması üzerine ABD’nin Kuzey Irak’ta B Planı olarak Barzani ve peşmergelerini kullanması, Irak’lı soydaşlarımızın on yıldır süren yalnızlık ve yok edilme sürecini de başlatmıştır. Tapu kayıtlarının yok edilmesi ve bölgeye çok sayıda Kürt’ün yerleştirilmesi ile Kuzey Irak ve o bölgeden beslenen teröre karşıda elimizi zayıflatan bir konu olmuştur. Irak’ta kırmızı çizgilerimizi yok sayan ve tarihi ve etnik olarak Türk olan bölgeye bu süreci yaşatan ABD’nin, ülkemizle Suriye konusunda çok sıkı bir ortaklık  yürütmesi, dış politika da zemin ve öngörü eksikliği olarak değerlendirilmelidir.

Bölge de tutarlı ve uzun süreli bir planlanma yapılamaması, jeopolitik özelliğimizden dolayı çevrelenmişlik hissi, olayların gelişimin de kontrol sağlanamaması bir çok tarihi hatayı da beraberin de getirmiştir. Orta Doğu’da ilişkilerin en son konuşlandırılacağı nokta olan mezhepsel farklılık, şuan itibariyle gerçeği yansıtmasa da, gelişmeler kontrol edilemediği için öyle bir algıya oturmuştur. Politikamızda ister istemez oluşturduğumuz Neo-Osmanlıcılık, tam olarak ifade ettiği anlamı dolduramamaktadır. Genel anlamda Orta Doğu’da her sorunda etkin olma çabamızla Neo-Osmanlıcılık çizgisinde görünse de, yukarıda saydığımız çelişkiler bunun aksini göstermektedir. Bölgesel güç olma çabamız, tarihi ve kültürel olarak haklı gerekçelere dayandırılır mutlaka ama bu çelişkilerle iddiadan öteye gidemez. Kuzey Irak’ta Türk kimliğimizle etkili olmaya çalışırken, Filistin konusunda İslamcı yönümüzü aktifleştirmemiz, İran ile mezhepselalanda rekabet ederken de İsrail ile de Batılı bir ülke edasında ilişki yürütmemiz hatta İsrail konusunda bu çizgiyi de bazen bozmamız bu zig zaglara örnek oluşturmaktadır. En nihayetin de 2001’den itibaren bölgeyi yeniden şekillendirme projesini yürürlüğe koyan Amerika’nın Afganistan ve Irak işgalleriyle nerji yollarını kontrol altına alması ve Türkiye’yi İran’a karşı dengeleyici konumda görmesi, yürüttüğümüz tüm dış hamleleri maalesef bu noktaya bağlamakta ve değersiz kılmaktadır.

Sonuç olarak dış politikada tümevarımcı bir çizgiden uzaklaşmalı ve bölgenin etnik, mezhepsel ve tarihi farklılıkları ve nüansları göz önünde bulundurmalıyız. Orta Doğu sorunlarında aktif olmamız yeni Osmanlı hevesimi dedirtirken, ABD ortaklığında ise emperyalizmin oyuncağı suçlamalarına neden olmaktadır. Bu suçlamalar mutlaka ön yargılıdır ancak buna çanak tutanda zeminsiz ve günü birlik dış çıkışlarımızdır. Türkiye Osmanlıdan kalan sorun ve çözüm tecrübeleriyle 21. Yüzyılın konularını yeniden ve çok boyutlu değerlendirmelidir. Psikolojik reflekslerle verdiğimiz tepkileri, öncelikle milli çıkarlarımıza hizmet edecek çizgiye çekmeliyiz. En küçük bir savaş riskinde İsrail  ve ABD çizgisine kayan Arap devletlerinin koruyuculuğu ve bölgede onların hamiliğini üstlenme, ülkemize geçici ve gerçek olmayan liderlik dışında bir kazandırmayacaktır. Tüm bunların yanında, Orta Asya ve soydaşlarımızla olan ilişkilerimizi de sonraki yazımızda değerlendirelim. Selam ve dua ile…